Hak Dostlarından Hikmetler
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“Ey Rabbim! Sana hakkıyla hamd u senÂda asl bulunamam! ZÂten boyle bir şeyi iddi etmek, olum kokusunu alan bir kişi icin ahmaklıktır.
VallÂhi bana ebedî bir hayat verilse ve benim AllÂh’a hamd u sen etmekten başka bir işim olmasa;
Vucudumdaki her kıla, binlerce lisan konuşabilen iki bin dil verilse;
Kalbime vesvese vererek beni meşgul etmemeleri icin nefs ile şeytan benden uzaklaştırılsa;
Ben de butun varlığımla hic ara vermeden omrumu O’nun hamd u senÂsına sarf etsem;
Butun bu yaptıklarımla bir tek nîmetin bile hamdini îf edemem! Nerede kaldı ki tek tek veya tamamıyla butun nîmetlerine şukredebileyim… Zira şukretmek de ayrı bir nîmettir!”[1]
[Bu cihanda, idrÂk edebildiğimiz ve edemediğimiz sayısız nîmetlerle perverde hÂldeyiz. O hÂlde bunları lûtfeden CenÂb-ı Hakkʼa ne kadar şukran ve minnettarlık duymalıyız?
Rabbimizʼe lÂyıkıyla şukredebilmekten Âciziz. Bununla birlikte, Oʼna gucumuz nisbetinde şukredebilmek icin, uzerimizdeki ilÂhî lûtufları sık sık tefekkur etmeli ve bunların kıymetini takdir etmeliyiz.
Zira CenÂb-ı Hakkʼın nîmetlerini tefekkurden uzaklaşmak, gafleti beraberinde getirir. Gaflet ilerledikce de, nîmetleri lûtfeden CenÂb-ı Hakkʼa karşı gonuldeki şukran duyguları zayıflar. Hatt bir muddet sonra, insanı kufrÂn-ı nîmete, yani nankorluğe surukler. Bu ise, nîmetlerin elden cıkmasına ve azÂba sebebiyet verir.
Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Eğer şukrederseniz elbette size nîmetimi artırırım. Eğer nankorluk ederseniz, hic şuphesiz azÂbım cok şiddetlidir.” (İbrahim, 7)
O hÂlde, uzerimizdeki nîmetlerin kadrini bilmek ve şukrunu ed etmek, yine kendi saÂdetimiz icin zarûrîdir. Bununsa ilk adımı, nîmetlerin tefekkurunde derinleşmektir.
Mesel bir “goz” nîmetini duşunelim:
Şayet doğuştan Âm olarak dunyaya gelmiş olsaydık ve bize yıllar sonra gorme imkÂnı bahşedilseydi, o anda kim bilir nasıl bir sevince gark olurduk?! Gorebilme nîmetin buyukluğu, guzelliği ve ihtişÃ‚mı karşısında, nasıl hayretlere duşerdik?! Bu nîmeti lûtfeden Rabbimizʼin kudretine hayran olurduk.
Hakîkaten, renklerin ve ışığın sayısız tonunu, Guneşʼin gurubda resmettiği muhteşem manzaraları, yıldızları, mehtÂbı, geceyi, gunduzu, deryaları, ormanları, hayvanları vs. CenÂb-ı Hakkʼın kÂinatta sergilediği muhteşem sanatın eserlerini ilk defa goruyor olsaydık, kim bilir ne kadar mesʼud olurduk!.. Sadece gorebilme nîmetinin doyumsuz zevkinden ve tÂrifsiz sevincinden Âdeta mest olurduk. O anda gorduğumuz varlıklara, şimdiki gibi sathî ve sıradan bir nazarla değil, tıpkı derin bir okyanusa bakar gibi; ibret, hikmet ve hayranlık hissiyÂtıyla nazar kılardık.
İşte gonullerinden gafleti bertaraf edebilen Ârif kullar, her dÂim, boylesine “ulvî bir nazar”la Âlemi temÂşÃ‚ ederler. Diğer insanlardaki, ilÂhî kudret ve azamet tecellîlerini alelÂde tabiat hÂdiseleri olarak gorme gafleti, onlarda bulunmaz. Gercekten, sıradan bir insan, bir ressamın tabiatı taklit ederek meydana getirdiği tabloları bile takdirle seyrederken, coğu zaman, kÂinÂt ve onun HÂlık’ı karşısında aynı takdir hissini duyamaz. KÂinatta sergilenen ilÂhî kudret tecellîlerini “sıradan şeyler” olarak telÂkkî eder.
Ârif kullar ise bir ressamın yaptığı tablolar yerine, asıl sanatkÂr olan CenÂb-ı Hak ve O’nun eserleri karşısında hayret ve heyecan duyan, hassas bir kalp ile yaşarlar. Kudret-i ilÂhiyyenin kÂinatta vucûda getirdiği sonsuz hÂrikalardaki ilÂhî sanatın zevkine ererler.
MeselÂ; sermÂyesi aynı toprak olan bitkilerin rengÂrenk yaprak ve ciceklerine, bunlardaki menevişlere, ağacların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir iki haftalık omru olan kelebeğin kanatlarındaki zarif desenlere, insanın yaratılışındaki hÂrikulÂdeliğe nazar ederler. Gozun gormesi, aklın idrÂk etmesi gibi sonsuz ilÂhî hÂrikalar ve bunların “lisÂn-ı hÂl” denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler. Boyle Ârif gonuller icin butun kÂinÂt, okunmaya hazır bir kitap gibidir.
Goz nîmeti hakkında zikrettiğimiz bu hakîkatleri, Âdeta bir şablon gibi, uzerimizde tecellî eden, duyma, yurume, akledebilme gibi butun nîmetlere teşmil edebilirsek; bu cihana sadece bunların şukrunu îf etmek icin geldiğimizi duşunecek kadar, minnettarlık hisleriyle dolmamız îcÂb eder.
Aklı başında bir insana; “Ver gozlerini, al İstanbulʼu!” deseler, kim verir? “Ver sıhhatini, al Dunyaʼyı!” deseler, kim değişir? Akl-ı selîm sahibi hic kimse bunu kabul etmez. Zira bunun, kendisi icin ez ve cef dolu bir mahkûmiyetten farksız olacağını bilir.
Bunun icindir ki cihan pÂdişÃ‚hı KÂnûnî Sultan Suleyman:
Halk icinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…
demiştir. Hakîkaten, sıhhat ve Âfiyet uzere alınan bir nefes bile, muazzam bir devlet, yani buyuk bir nîmet, saÂdet ve mazhariyettir. Ecel vÂdesi dolan bir insan, dunyada bir nefes daha alabilmek icin butun servetini fed etse, yine de bu nîmete eremez.
Fakat kalplerin bu hikmet manzaralarını temÂşÃ‚ edebilmesi icin, mÂnen seviye kazanması zarûrîdir. Sahip olduğu cihan sultanlığına rağmen, gercek saÂdetin ancak yuksek keyfiyetli bir gonulle mumkun olacağını idrÂk eden Yavuz Sultan Selîm Han:
PÂdişÃ‚h-ı Âlem olmak bir kuru kavga imiş.
Bir velîye bende olmak cumleden Âl imiş.
demiştir. Boylece, gonul gozunu acarak ilÂhî kudret ve azamet tecellîlerini kendisine temÂşÃ‚ ettirecek bir velînin irşÃ‚dını, şanlı zaferlerle dolu saltanatından ustun gormuştur.
Hak dostlarından Mehmed Emin Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şoyle buyurmuştur:
“…Her bir nefeste iki nîmet vardır (birincisi, nefesi alabilmek; ikincisi de aldığı nefesi verebilmek). Bunun icin her nefese iki şukur lÂzımdır. Her saat bin nefes ve her nefese iki şukur olmak uzere, yirmi dort saatte kırk sekiz bin şukur gerekir.
Bir insan butun işlerini bırakıp; «şukur, şukur» diyerek Allah TeÂlÂ’ya devamlı hamd ve şukretse, yine de şukrun hakkını veremez. MÂlûm oldu ki, Allah TeÂlÂ’ya şukrun binde birini bile ed edemez.”
Bunlar, uzerimizde tecellî eden maddî nîmetlere karşı şukur borcumuzla alÂkalı misaller. Fakat şukrunden Âciz olduğumuz en muazzam nîmetlerin başında ise; hicbir sermayemiz bulunmadığı hÂlde yoktan var edilmiş olmak, varlıklar icinde yılan-cıyan, kurt-kuş, toprak-yaprak değil de eşref-i mahlûkÂt olan “insan” kılınmak, insanlar icinde ehl-i îman, ehl-i îmÂn icinde 124 bin kusur peygamberin imÂmı ve sertÂcı olan Hazret-i Muhammed Mustaf -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ummetinden olmak, kıyÂmete kadar devam edecek ilÂhî mûcize Kur’Ân-ı Kerîmʼe muhÂtap kılınmak gelir.
Sadece bu nîmetler icin bile Rabbimiz’e şukur secdesine kapanıp bir omur başımızı kaldırmasak, yine de az, yine de noksan, yine de “hic” hukmunde…
Îman, Kur’Ân ve Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim en buyuk mÂnevî servetimiz. Butun fÂnî nîmet ve imkÂnlar bizim olsa ve dunyada bin yıl yaşasaydık, fakat îman ve Kur’Ânʼdan mahrum olup Allah Rasûlu’nu tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Zira, bu dunyadaki omrumuz de, dunya da fÂnîliğe mahkûm… Fakat Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyıp O’na cÂn u gonulden tÂbî olmanın getireceği huzur ve saÂdet ise sonsuz…
O hÂlde, dunyevî bir nîmete eriştiğimizde ne kadar seviniyoruz; bizi ebedî saÂdete goturecek olan îman nîmetinin ve ummet-i Muhammed olmanın ne kadar minnettarlığı, surûru ve şukru icindeyiz?
İşte bunları hakkıyla tefekkur edebilmek; kula, fÂnî sıkıntılar icin şikÂyetin, sızlanmanın, isyÂnın ne dehşetli bir nankorluk olduğunu idrÂk ettirir. Onu, her hÂlukÂrda hamd ve rız ile gonul huzuruna erdirir.
Bir duşunecek olursak: Trilyonları olan bir kimse, yolda giderken cuzʼî miktar bir para duşurup kaybetse, donup ona uzulur mu? O trilyonlar karşısında o cuzʼî miktarın ne hukmu olur? Biz de, başımıza dunyevî bir musibet geldiği zaman, AllÂhʼa kul, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ummet olmanın, en buyuk bahtiyarlık olduğunu duşunup sabredeceğiz. FÂnî sıkıntı ve kayıplarda haddinden fazla uzulup kendini harap etmeyi, şikÂyeti, sızlanmayı unutacağız. “Niye oldu, uf, of!” demeyeceğiz. Dunya imtihanlarındaki meşakkatlere mukÂbil, yegÂne hak dîn İslÂmʼın bir mensubu ve Âlemlere Rahmet Efendimizʼin ummeti olmanın huzur ve saadetiyle tesellî bulacağız. Bileceğiz ki CenÂb-ı Hakk’ın sonsuz nîmetleri karşısında O’na ne kadar şukretsek, yine de şukur borcumuzu tam olarak odeyemeyiz.
RivÂyete gore Mûs -aleyhisselÂm- CenÂb-ı Hakk’a:
“–YÂ Rabbi! Sana şukrum, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrıca bir şukur ister. (O hÂlde Sana lÂyıkıyla nasıl şukredebilirim?)” dedi.
Allah TeÂlÂ, Mûs -aleyhisselÂm-’a şoyle vahyetti:
“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şukur olarak kabul ederim.” (İhyÂ, IV, 163)
Şukur borcumuz sonsuzdur. Zira CenÂb-ı Hak, kuluna şukredebilme nîmetini lûtfederse, bunun da ayrıca şukru gerekir. Bu hep boyle devam eder ve kul icin şukrun nihÂyetine varabilmek mumkun olmaz. Bundan dolayıdır ki zelleden başka hataları bulunmayan, gunahsız peygamberler dahî, CenÂb-ı Hakkʼın nîmetlerine lÂyıkıyla şukredememe endişesi icinde Allahʼtan af ve mağfiret dilemişlerdir.
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“AllÂh’ım! Sen’in gazabından rızÂna, azÂbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lÂyık olduğun şekilde medh u senÂdan Âcizim! Sen kendini nasıl medh u sen etmişsen oylesin!”[2] niyÂzında bulunmuştur.
Boylece CenÂb-ı Hakkʼa lÂyıkıyla hamd u senÂda bulunmaktan Âciz olduğumuzu ve bu hususta Rabbimizʼin affına sığınmamız gerektiğini ifÂde buyurmuştur.
Yine Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gun Muaz bin Cebel’in elinden tutarak ona şoyle buyurmuştur:
“–Ey MuÂz! AllÂh’a yemin ederim ki, ben seni gercekten seviyorum. Ey MuÂz! Sana her namazın sonunda:
اَللّٰهُمَّ اَعِنّ۪ى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ
«AllÂh’ım! Senʼi zikretmek, Sana şukretmek ve Sana guzelce kulluk etmekte bana yardım et!» duÂsını hic bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû DÂvûd, Vitr, 26)
Demek ki şukredebilmek icin de Allahʼtan yardım dilemeliyiz.
Diğer taraftan, hamd ve şukur, yalnızca dille olmaz. Gercek bir hamd ve şukur, birbirine bağlı uc unsurdan oluşur. Bunlar; ilim, hÂl ve ameldir.
–İlim; butun nîmetlerin Hak’tan geldiğini bilmektir.
–HÂl; nîmetlerin gercek sahibine karşı tÂzim, hurmet ve muhabbet duymaktır.
–Amel ise; bu duyguların gerektirdiği minvÂl uzere yaşayıp şukru kavlen ve fiilen ifÂde etmek, nîmetleri Hakk’ın rızÂsına uygun olarak kullanmaktır.
Cuneyd-i BağdÂdî Hazretleri fiilî şukru şoyle ifÂde buyurur:
“Şukur; Allah TeÂlÂ’nın lûtfettiği nîmetle O’na Âsî olmamak ve o nîmeti gunaha sermÂye etmemektir.”
Demek ki ibadet, muÂmelÂt, ahlÂk, Allah yolunda gayret, fedakÂrlık, takvÂ, gunahlardan sakınmak gibi Hakkʼa itaat tezÂhurleriyle, hamd ve şukrumuzu fiilen de sergilemeliyiz.
Nitekim Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin hayatı, bunun sayısız misÂlleriyle doludur. Bunlardan birini Hazret-i Âişe-radıyallÂhu anhÂ- VÂlidemiz şoyle nakleder:
“Bir gece Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bana:
«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek gecireyim.» dedi. Ben de:
«–VallÂhi Sen’inle beraber olmayı cok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha cok severim.» dedim.
Sonra kalktı, guzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mubÂrek sakalları, hatt secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hÂldeyken BilÂl -radıyallÂhu anh- namaza cağırmaya geldi. Ağladığını gorunce:
«–Y RasûlÂllah! Allah TeÂl Siz’in gecmiş ve gelecek gunahlarınızı bağışladığı hÂlde nicin ağlıyorsunuz?» dedi.
Bunun uzerine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
«–AllÂh’a cok şukreden bir kul olmayayım mı?» buyurdular…” (İbn-i HibbÂn, II, 386)
Şukur; nîmetlerin asıl sahibini tanımak ve onları ihsÂn eden Rabbine; ozu, sozu ve davranışlarıyla itaat hÂlinde bir hayat yaşamaktır. Buna gore, butun nîmetlerin Hakʼtan olduğunu bilip dil ile şukretmek gerektiği gibi, o nîmetlerden mahrum olanlara ikram etmek de, fiilî şukrun en guzel tezÂhurlerinden biridir.
Ayrıca, mÂnen terbiye olmamış ham bir nefsin arzu ve ihtiraslarının sonu gelmez. Şukretmesini bilmeyen, kanaat ve rız mahrumu insanların hÂlini, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle tasvîr eder:
“İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha ister. Onun gozunu topraktan başka bir şey doyurmaz…” (BuhÂrî, Rikāk, 10; Muslim, ZekÂt, 116-119)
Bu dunyada gonul huzurunun kaynağı; eldekine kanaat, hÂle rız ve nîmetlere şukurdur. Yine bunun icindir ki Ârif zÂtlar, bu cihanda mahrum kaldıkları nîmetlerin hasretiyle ıztırap cekmek yerine, nÂil oldukları nîmetlerin kadrini bilerek gonul huzuruyla yaşarlar. GÂfil kimseler ise, ellerindeki nîmetlerin kadrini bilmeyip, kendilerine takdir edilmemiş nîmetlerin hasretiyle huzursuz olurlar. NÂil oldukları nîmetlerin azlığının mı, cokluğunun mu kendileri icin daha hayırlı olduğunu bilmeden, dÂim fazlasını arzu ederler.
Bu hususta Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin SÂlebeʼye yaptığı şu îkaz, hepimiz icin buyuk bir ders mÂhiyetindedir:
“Şukrunu ed edebileceğin az mal, şukrunu ed edemeyeceğin cok maldan hayırlıdır…” (Taberî, CÂmiu’l-BeyÂn, XIV, 370-372)
Diğer taraftan insanoğlu, îman anahtarı olan rûhÂnî tefekkurden uzaklaştıkca, kendisine bahşedilmiş olan nîmetleri, ilÂhî bir lûtuf olarak değil de tabiî bir hakkı olarak gormeye başlar. Bu ise insanı, uzerindeki sayısız nîmetleri gorebilme hususunda Âdeta Âm kılar.
CenÂb-ı Hak Kur’Ân-ı Kerîmʼde;
“Sonra o gun (dunyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.” (et-TekÂsur, 8) buyurmaktadır. Bu şekilde, uzerimizdeki butun nîmetlerin mesʼûliyetine dikkat cekmektedir. İşte bu Âyet-i kerîme nÂzil olduğunda, dikili bir cadırı bile olmayan yoksul bir sahÂbî ayağa kalkarak;
“–Benim uzerimde (hesaba cekileceğim) nîmetlerden bir şey var mı?” diye sordu.
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;
“–(İstifÂde ettiğin) ağacın golgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (ictiğin) soğuk su.” cevÂbını verdi. (Bkz. Suyûtî, VIII, 619)
Boylece, hicbir şeye sahip olmadığını duşunen bir insanın dahî, Âhirette hesabı verilecek nice nîmetlerle perverde bulunduğuna işaret buyurdu.
Bu anlayışla duşunecek olursak kolayca idrÂk ederiz ki, doğrudan veya dolaylı olarak istifÂde ettiğimiz her varlığı CenÂb-ı Hak bizim icin yaratmıştır:
MeselÂ; golgesinden, meyvesinden, gonle ferahlık veren rÂyihasından ve gozu okşayan hoş goruntusunden istifÂde ettiğimiz nebÂtÂtı; etinden, sutunden, derisinden mustefîd olduğumuz hayvanÂtı, ictiğimiz tatlı suları, diğer hayvanÂta verilmeyip bizlere lûtfedilen mustesn nîmetleri, Rabbimiz hep bizim icin ihsÂn eyledi. Hayatımızı mumkun kılacak derecede hassas olculerle, Dunyaʼyı, atmosferi, toprağı, suyu yaratıp, butun bunları bizlere ÂmÂde kıldı.
VelhÂsıl CenÂb-ı Hakkʼın bizlere ihsÂn ettiği nîmetleri saymakla bitiremeyiz. Nitekim Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“O, goklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak uzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda duşunen bir toplum icin ibretler vardır.” (el-CÂsiye, 13)
“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer AllÂh’ın nîmetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şuphesiz insan cok zalimdir, cok nankordur.” (İbrahim, 34)
Demek ki dunyada hicbir şeyi olmadığını duşunen, fakr u zarûret icindeki bir insan bile -şÃ‚yet iyi tefekkur edebilirse- şukretmesi gereken nice nîmetlere mustağrak hÂlde bulunduğunu anlar. Bunun neticesinde de, huzur ve şukur hÂlinde bulunur.
Bunun aksine insan, sayısız nîmetlere gark olmuş bulunsa da, bu nîmetler uzerinde lÂyıkıyla tefekkur etmediği takdirde, hicbir şeyi yokmuş gibi, bir ic sıkıntısı, stres ve kasvet hÂli yaşar. Bu hÂl, gunumuzun en muhim problemlerinden biridir.
Zira kapitalist, liberalist ve materyalist sistem, insanların şuur altına dÂimÂ;
“–Daha fazlasına sahip olmalısın, daha cok tuketebilmelisin!..” anlayışını telkin ediyor. NefsÂnî iştahların reklÂm ve modalarla surekli tahrik edilmesi neticesinde, insanlar hicbir nîmeti kÂfi gormeyip kanaatsizliğin getirdiği rûhî buhranlardan kurtulamıyor. Bugun dunyanın bir tarafı maddî refahın zirvesinde, fakat aynı zamanda rûhî buhranların pencesinde…
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, gonul huzuruna erebilmemizin Âdeta recetesi mÂhiyetinde, şu kıymetli tavsiyelerde bulunmuşlardır:
“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, AllÂhʼın, uzerinizdeki nîmetini hor gormemeniz icin daha uygun bir davranıştır.” (Muslim, Zuhd, 9)
“…Kim dîni hususunda kendisinden ustun olana bakıp ona tÂbî olur, dunyası hususunda da kendinden aşağı olana bakıp AllÂh’ın kendisine vermiş olduğu ustunluğe hamd ederse, Allah o kişiyi şukredici ve sabredici olarak yazar…” (Tirmizî, KıyÂmet, 58/2512)
İşte bu nebevî telkin ve tÂlimatların bereketiyledir ki, butun maddî imkÂnsızlıklara rağmen, asr-ı saÂdette bir rûhî buhrana rastlamıyoruz. Asr-ı saÂdet toplumu; kanaatin, zuhdun, takvÂnın ve asıl hayatın Âhiret hayatı olduğu gerceğini idrÂk etmenin verdiği gonul huzuruna kavuşmuşlardı. Boylece şahsî problemlerini aşmış, diğergÂm bir ruhla, ebedî saÂdet mesajını butun dunyaya taşıma dÂvÂsının ulvî heyecanına burunmuşlerdi.
VelhÂsıl, bir bardak su ikram edene bile bir teşekkur borcu hissetmek gerekirken uzerimizdeki sayısız nîmetlerin tefekkurunde derinleşerek -farkında olduğumuz ve olmadığımız- butun ikramları icin Rabbimizʼe şukretmeli, Oʼnu her dÂim hamd ile tesbîh etmeliyiz. LÂyıkıyla şukredebilmekten Âciz olduğumuz icin de, affımızı dileyip istiğfÂra devam etmeliyiz.]
CenÂb-ı Hak; hamd, şukur, zikir, rız ve du hÂllerini, hayatımızın şartları değişse de gonlumuzun değişmez vasfı eylesin.
Âmîn!..
[1] Kavak, DîvÂn, beyt: 1140-1146.
[2] Muslim, SalÂt, 222.
Altınoluk Dergisi
__________________
HÂlid-i BağdÂdî (rahmetullÂhi aleyh) -1-
Dini Bilgiler0 Mesaj
●22 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaþam & Danýþman
- Eðitim Öðretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- HÂlid-i BağdÂdî (rahmetullÂhi aleyh) -1-