HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:

“İslÂm ile şereflenen bir kişi, nasıl olur da geceyi tamamen uykuya verip Allah TeÂlÂ’nın emÂnetini muhÂfaza etmez?! CenÂb-ı Hakk’ın bize en muhim emÂnetlerinden biri, seherlerde kalkıp kıyÂma durmaktır.”
[1]

[Hakkʼa muhabbetin en buyuk gostergesi, fedakÂrlıktır. Herhangi bir insanın şahsî bir menfaati, gecenin bir yarısında uyanıp kalkmasını îcÂb ettirse, o kimse ne yapıp eder, o saatte muhakkak uykusunu bolup kalkar.

CenÂb-ı Hak da biz kullarını, seher vakitlerinde kendisiyle buluşmaya dÂvet ediyor. Âyet-i kerîmelerde şoyle buyuruyor:

“(O muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfÂr etmek icin) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar. Rabʼlerine, azÂbından korkarak ve rahmetini umarak du ederler…” (es-Secde, 16)

“Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bolumunde de O’nu tesbîh et! Şu insanlar, carcabuk gecen dunyayı seviyorlar da onlerindeki cetin bir gunu (Âhireti) ihmÂl ediyorlar.” (el-İnsan, 26-27)

“(O muttakîler) geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfÂra devam ederlerdi.” (ez-ZÂriyÂt, 17-18)

“(O RahmÂnʼın kulları ki) Rabʼlerinin huzurunda kıyÂma durarak ve secdelere kapanarak gecelerini ihy ederler.” (el-FurkÂn, 64)

CenÂb-ı Hak, sevdiği has kullarını, seherlerin ihyÂsına dÂvet ettiğine gore, demek ki seherler, Rabbimizʼe muhabbetimizin test edildiği mustesn vakitlerdendir. Gonlumuzdeki Allah muhabbetinin seviyesi ne kadarsa, gecelerin ibadetle ihyÂsına rağbetimiz de o seviyede gercekleşir.

Bir kimse İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne:

“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir cÂre oğretir misiniz?” deyince şu cevÂbı alır:

“–Gunduzleri AllÂh’a isyÂn etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, yuce bir şereftir. (Nitekim bir hadîste; «Muʼminin şerefi, geceleri kāim olmasındadır…»[2] buyrulmuştur.) İşte bu şerefi gunahkÂrlar hak edemezler!..”

Demek ki gunduzleri; aklımızı, kalbimizi, gozumuzu, kulağımızı, elimizi, dilimizi, velhÂsıl butun uzuvlarımızı haramlardan ve yanlış hÂllerden koruyup sÂlih amellere gayret etmeliyiz ki, geceyi gafletle ziyÂn edenlerden olmayalım. BilÂkis seherleri, Hakkʼa vuslatın mustesn bir vesîlesi olarak değerlendirelim. Bunun icin de başımızı yastığa koymadan once kalbimizi sehere hazırlayalım. Gecelerimizi gunduzlerimizden daha aydınlık ve nurlu gecirelim ki o gonul feyziyle gunumuzu de ihy edebilelim.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin de seherlerin ihyÂsına yonelik pek cok tÂlimÂtı bulunmaktadır. Bunlardan birinde seherlerin feyz ve rûhÂniyetinden mahrum kalmamamız icin, şu tavsiyede bulunmuşlardır:

“Gece ibadetine dikkat ediniz! Cunku o, sizden onceki sÂlih kimselerin Âdetidir. Şuphesiz gece ibadete kalkmak, AllÂh’a yaklaşmaya vesîledir. (Bu ibadet) gunahlardan alıkoyar, hatÂlara kefÂret olur ve vucuttan dertleri giderir.” (Tirmizî, DeavÂt, 101)

Hakkʼa yonelmenin, du ve ibadetlerin en makbul ve feyizli vakti olan seherlere, evliyÂullah hazarÂtı da cok ehemmiyet vermişlerdir. Hak dostlarından BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri;

“Geceler gunduz hÂline gelmeden bana hicbir sır fetholunmadı.” buyurmuştur.

MevlÂn CelÂleddîn-i Rûmî Hazretleri ise, seherlerin gonul feyzine duyduğu iştiyÂkını, DîvÂn-ı Kebîrʼinde ne guzel beyÂn etmiştir:

SÂkî! Kadehi, aşk-ı ilÂhî ile doldur!

MestÂneye ekmek sozu etmekten uzak dur!

Sun kevseri, kansın suya hep teşne gonuller,

DeryÂda yuzen canlı, sudan başka ne ister.

Doldur o şerÂbdan, yine doldur, yine bir sun!

Dursun gece ey Dost, onu durdur, ne olursun!

Vur uykumu zincirlere vur, gecmesin anlar.

Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar!..[3]

Yine seherlerin ihyÂsı hususunda Hak dostlarından Bişr-i HÂfî Hazretleri’nin şu hÂli ise, hepimiz icin cok ibretli bir ders mÂhiyetindedir:

Bir kimse Bişr-i HÂfî Hazretleriʼne gelerek:

“–Gecenin bir saatinde olsun istirahat etseniz.” dedi.

O ise şu hikmet dolu karşılığı verdi:

“–Allah TeÂlÂ’nın, gecmiş ve gelecek butun gunahlarını bağışladığı Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, geceleri mubÂrek ayakları şişinceye kadar ibadet ettikleri hÂlde, ben nasıl uyuyabilirim?! Cunku ben, bir tek gunahımın bile, Allah TeÂl tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum!..”

İşte Hak dostlarının seherlerinden birkac manzara… Biz de kendi hÂlimize bakıp ic muhÂsebemizi yapalım; cok gec olmadan, hayat kervanı gocup gitmeden!..]

HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:

“Gonlum alev icinde, bağrım yanarak, sokak sokak, kapı kapı dolaşırım!

Kimse benim YÂr ve diyÂrımdan ÂvÂre kalmasın diye uğraşırım!”
[4]

[Muʼmin, kendisini ulaşabildiği butun insanlardan, hatt devrin gidişÃ‚tından mesʼul goren hassas bir vicdan ve diğergÂm bir rûha sahip olmalıdır.

Peygamberler ve onların hakîkî vÂrisleri olan Hak dostları, omurleri boyunca bu hissiyat icinde, insanlığın kurtuluşu icin cırpınmış, neredeyse kendilerini harap edercesine bir gayretin icinde bulunmuşlardır. Zira onlar, başkalarının dunya ve ukb kurtuluşu icin himmet ve gayret etmedikce, kendilerinin de kurtulamayacakları şuuruna ermiş olan yuksek ruhlardır.

CenÂb-ı Hak, Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-ʼin hakkı ve hakîkati tebliğde gosterdiği yuksek azim ve fedakÂrlık karşısında:

“Demek Sen, bu soze (Kur’Ân’a) inanmazlarsa, arkalarından uzulerek Âdeta kendini tuketeceksin!” (el-Kehf, 6)

“(Rasûlum!) Onlar îmÂn etmiyorlar diye neredeyse kendini helÂk edeceksin!” (eş-ŞuarÂ, 3) îkazlarında bulundu.

Bu, bir taraftan hidÂyetin AllÂhʼın elinde olduğunun, kulun vazifesinin ise sadece hakîkatleri duyurmaktan ibÂret bulunduğunun bir beyÂnıydı. Diğer taraftansa Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin, insanlığın ebedî kurtuluşu icin yuksek merhameti sebebiyle neredeyse insanustu bir gayretle gereğinden fazla caba sarf ettiği hususunda, ilÂhî bir ihtardı.

CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede buyuruyor:

“Siz, insanların iyiliği icin ortaya cıkarılmış en hayırlı ummetsiniz; iyiliği emreder, kotulukten men eder ve AllÂhʼa inanırsınız…” (Âl-i İmrÂn, 110)

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin rahle-i tedrîsinde yetişen ashÂb-ı kirÂm da, bu Âyet-i kerîmenin şumûlune girebilmek ve tebliğ mesʼûliyetinin gereğini îf edebilmek icin, o zamanın zor şartları altında dunyanın dort bir koşesine gittiler. Rahatlarını terk ettiler, mallarıyla, canlarıyla fedakÂrlıkta bulundular.

Bu tablo bizi derin derin duşundurmeli. Zira O Rahmet Peygamberiʼnin bugunku ummeti olan bizler; tebliğ, îkaz ve irşad bahsinde ustumuze duşen vazife ve mesʼûliyetlerin acaba kacta kacını îf edebiliyoruz?..]

HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:

“Yuksek bir «hayret» hÂlini, dÂimî zikir ve uyanıklık hÂliyle mezcediniz!..”[5]

[CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede:

“Onlar ki, ayakta dururken, otururken, yanları uzerine yatarken AllÂhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrÂn, 191) buyurmaktadır.

İnsan, her an bu hÂllerden biri uzere bulunduğuna gore, demek ki Rabbimiz, biz kullarını yalnız ibadetler esnÂsında değil, her hÂlukÂrda, dÂimî zikir hÂlinde bulunmaya dÂvet etmektedir.

Aynı Âyet-i kerîmenin devamında da şoyle buyurmaktadır:

“…Goklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkur ederler (ve şoyle derler: ) «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Senʼi tesbîh ederiz. Bizi Cehennem azÂbından koru!»” (Âl-i İmrÂn, 191)

Yani zikrin kemÂline erebilmemiz icin, kÂinatta sergilenen ilÂhî kudret ve azamet tecellîleri uzerinde, tefekkur derinliği kazanmamız lÂzım gelmektedir.

Hakîkaten, bu tefekkur neticesinde kulun kendi hiclik ve acziyetini idrÂk etmesi; kalbinde derûnî urperişlerle, haşyet ve hayret duygularının neşv u nem bulmasına vesîle olur.

Hayret; kulun bilmediği yahut aklının kavrayamadığı ilÂhî sır ve hikmetler karşısında şaşırıp kalması, mÂnen istiğrak hÂline burunmesidir. Selîm bir kalp ve akılla tefekkur eden bir muʼmin icin, kÂinatta sergilenen ilÂhî kudret tecellîlerinin hangisi hayrete şÃ‚yan değildir ki?

İbret nazarıyla baktığımızda; insanın yaratılış safhaları, vucudumuzdaki muhteşem sistemler; cevremizdeki bitkiler, hayvanlar, yeryuzu, gokyuzu, atmosfer, bunlarla temin edilen, son derece hassas ekolojik denge vs… Gozle gorulemeyen atomun cekirdeğindeki notron, proton, bunların mihveri olan elektron ve onun muthiş deverÂnı; fezÂdaki Guneş, Ay, galaksiler, trilyonlarca yıldızın idrak sınırlarımızı zorlayan ve aşan mesafeleri, hacimleri, sirkulasyonları…

VelhÂsıl mikrodan, makroya butun bir kÂinat, onları yoktan var eden Yuce HÂlıkʼımızın sonsuz sır, hikmet, ilim, kudret ve azametini haykıran eserler, deliller, yani fiilî Âyetler durumunda…

Bir duşunecek olursak:

MeselÂ, uzerinde yaşadığımız şu koskoca Dunya, kÂinat icinde Âdeta coldeki bir kum tÂnesi veya deryada bir damla gibi kalıyor. Bizler de o damlanın icindeki zerrelerin de zerresiyiz. MuteÂl, yani idrÂk otesi mukemmellik sahibi olan Rabbimizʼin melekûtu, kudreti, sanat ve saltanatı ne kadar da muazzam! SubhÂnallah!..

Bir filin icine milyonlarca karınca konulsa yine de dolmaz. LÂkin filin hayÂtiyetini temin eden organlar, bir karıncanın, hatt ondan daha kucuk canlıların icinde de var.

Basit birer ot gibi gozuken ceşitli bitkilerin topraktan bulup cıkardığı muhtelif renkler, kokular, tatlar ve değişik şekillerdeki yapraklar, hicbir kimyÂgerin bir eşini yapmaya muktedir olamadığı, ne hÂrika şeyler!.. Butun bunlar, CenÂb-ı Hakkʼın “el-BÂrî, el-Musavvir” sıfatlarının ayrı ayrı tecellîleri…

Yine hayrete şÃ‚yandır ki, Dunya ve icindeki canlılar yaratıldığından beri, hicbir canlının rızkı ihmÂl edilmeden, sayısız ilÂhî sofralar kuruldu, hÂlen de kuruluyor. Bir duşunecek olursak; Dunyaʼnın dortte ucu su ile kaplıdır. Dortte birinin buyuk bir kısmı da bitki yetişmesine elverişli olmayan kayalık veya collerden oluşmaktadır. Geriye kalan cok az bir kısmı topraktır.

Fakat CenÂb-ı Hak ne yuce bir kudret sahibidir ki, bu sınırlı toprağı sonsuz bir istihÂle ile, yani surekli bir değişim ve donuşumle, butun canlıları doyuracak gıdÂların kaynağı kılmaktadır. Ustelik her mahlûkÂta da ayrı ayrı sofralar kurulmaktadır. Zira bir canlının yiyebildiklerini, bir başka canlı yiyemez. Tavuğun gıdÂsı ayrı, koyunun gıdÂsı ayrı, insanın gıdÂsı ayrıdır…

Yine CenÂb-ı Hakkʼın hayat vesîlesi kıldığı “su” da cok buyuk hikmetler taşımaktadır. İctiğimiz suya bakıp tefekkur etmeliyiz ki CenÂb-ı Hak;

“Dileseydik onu acı bir su yapardık. O hÂlde şukretmeniz gerekmez mi?” (el-VÂkıa, 70) buyuruyor.

Diğer bir Âyet-i kerîmede ise:

“De ki: Suyunuz cekiliverse, soyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” (el-Mulk, 30) buyuruyor. Hakîkaten, oyle bir durumda ne yapabilirdik?!.

Yine bir bardak suyun mÂcerÂsı, yani yaratıldığı andan bugune kadar yeryuzu ile gokyuzu arasındaki gidiş-gelişi, icinden gectiği canlı-cansız varlıklar, gezip dolaştığı coğrafyalar yazılacak olsa, kitaplara sığmazdı.

Ote yandan, son teknolojiyle îmÂl edilmiş bir araba bile, bir muddet sonra Ârıza yapıyor, eskiyor, neticede harÂb olup hurdaya gidiyor. Dunyaʼyı ısıtıp aydınlatan Guneş ise, belki de milyarlarca yıldır calışıyor, fakat en ufak bir Ârıza yok. SemÂdaki ilÂhî takvim ve program, saniye şaşmadan, emrolunduğu şekilde işlemeye devam ediyor.

Rabbimiz bu hususa da dikkatlerimizi cekerek şoyle buyuruyor:

“O ki, birbiri ile Âhenktar yedi goğu yaratmıştır. RahmÂn olan AllÂhʼın yaratmasında hicbir uygunsuzluk goremezsin. Gozunu cevir de bir bak, bir bozukluk gorebiliyor musun? Sonra gozunu tekrar tekrar cevir bak; goz (aradığı bozukluğu bulmaktan) Âciz ve bitkin hÂlde sana donecektir.” (el-Mulk, 3-4)

VelhÂsıl, bu kÂinÂtı ibret nazarıyla seyre cıkan gozler, hayretle geri donerler. Nitekim, kÂinatta sergilenen ilÂhî sanat eserlerini ibretle temÂşÃ‚ eden 19. asrın buyuk şÃ‚irlerinden Ziy Paşa da hissiyÂtını şu şekilde şiire dokmuştur:

SubhÂne men tehayyera fî sun‘ihi’l-ukûl

SubhÂne men bi-kudratihî ya‘cizu’l-fuhûl

“Sanatı karşısında akılların hayrete duştuğu, kudretiyle en ustun Âlimleri bile Âciz bırakan Allah TeÂlÂ’yı tesbîh ederim.”

Diğer bir beytinde de:

İdrÂk-i meÂlî bu kucuk akla gerekmez,

Zîr bu terÂzî bu kadar sıkleti cekmez.

diyerek ilÂhî kudretin azameti karşısında beşerin Âcizliğini dile getirmiştir.

Bizler de, akılları Âciz bırakan ilÂhî sanat hÂrikaları karşısında Rabbimizʼin rahmetine sığınarak;

“‒Aman y Rabbi! Sen ne yucesin! Senʼi her turlu noksanlıktan tenzîh ederiz. Bizler Senʼi lÂyıkıyla medh u sen etmekten ve Senʼin azametine yaraşır bir kullukta bulunmaktan Âciziz! Sana ne kadar hamd u senÂda bulunsak azdır. Sen bizim kulluk ve mÂrifetimizdeki noksanlığımızı, hamd ve şukrumuzdeki Âcizliğimizi bağışla!..” niyÂzında bulunmalıyız.

Sonra da, zuhûrunun şiddetinden gÂib olan Rabbimizʼe hayranlık hissiyÂtı icinde; tesbih, tahmid, tekbir, tehlil ve tÂzimde bulunmalıyız. Gozumuzun gorduğu, kulağımızın işittiği her şeyde CenÂb-ı Hakkʼı hatırlayıp kalp rikkati ve tefekkur derinliği kazanmalıyız.

Boylesine derin bir tefekkur ile kendini her an huzûr-i ilÂhîde bilme neticesinde kalpte hÂsıl olan hayret hÂlinin, Muhammed PÂris Hazretleri’ndeki tezÂhurlerinden biri şoyledir:

Muhammed PÂris Hazretleri, yatsı namazından sonra mescidin avlusunda asÂsını goğsune dayayıp bir miktar dururlar, yakınlarıyla ayakustu kısa bir sohbetten sonra kendinden gecip oylece kalırlardı. Cok defa vÂkî olan bu hÂl, o kadar uzun surerdi ki, muezzin sabah ezanını okurken tekrar hareket eder ve sabah namazını kılmak icin yine mescide girerlerdi.[6]

Âdeta maddî Âlemden sıyrılarak zaman ve mekÂnı unuturcasına yaşanan bu hayret ve gaybet hÂli, ilÂhî hikmet ve hakîkatlerin hayranlığı icinde, gonlun cezbolmasının bir neticesidir.

Hazret-i Yusuf -aleyhisselÂm-ʼın guzelliğine hayran kalarak kendinden gecen Mısırlı kadınların ellerinin kesildiğini hissetmeyecek duruma gelmeleri gibi; ilÂhî sır, hikmet ve hakîkatlerle mest olup kendinden gecen Hak Âşıkları da Âdeta maddî Âlemden tecerrud ederler.

Duşunmek îcÂb eder ki Yûsuf -aleyhisselÂm-ʼın cemÂlini temÂşÃ‚ etmek, insanı bu derece kendinden gecirirse; acab butun guzelliklerin mutlak menbaı olan Allah TeÂlÂʼnın, sıfatları, nîmetleri, kudret ve azamet tecellîlerinin tefekkurunde derinleşen bir kulun hÂli nice olur?

Bunu anlamak icin peygamberlerin, Hak dostlarının ve kÂmil muʼminlerin, ibadet ve tÂatlerindeki huşû hÂline bakmak kÂfîdir.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığını bildiren Hazret-i Âişe-radıyallÂhu anhÂ- vÂlidemiz, bir defasında da şoyle buyurmuşlardır:

“…Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- gece kalkınca once dort rekÂt bir namaz kılardı ki, onların guzelliğini ve uzunluğunu hic sorma! Sonra dort rekÂt daha kılardı ki, onların da guzelliğini ve uzunluğunu hic sorma! Sonra uc rekÂt[7] daha kılardı…” (BuhÂrî, Teheccud 16, TerÂvih 1; Muslim, MusÂfirîn, 125)

Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh-’ın şu sozu de, Allah Rasûlu’nun ibadetteki aşk, vecd ve istiğrak hÂlinin diğer bir misÂlini gostermektedir:

“…İyi biliyorum ki, Bedir gunu Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- hÂric hepimiz uyumuştuk. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ise sabaha kadar bir ağacın altında namaz kılıp gozyaşı dokmuştu.” (Muslim, SıyÂm, 204)

Buna benzer daha bircok hÂdise, sahÂbe-i kirÂmın şÃ‚hitlikleriyle nakledilmektedir.

Demek ki, kalbi tam mÂnÂsıyla AllÂhʼa vererek vecd icinde yapılan ibadet ve tÂatlere doyum olmaz.

Nitekim İmÂm-ı RabbÂnî Hazretleri’nin torunu olan Şeyh Seyfeddin Hazretleri, bÂzı geceler iki rekÂtta hatim indirir ve Rabbiyle o husûsî mulÂkatta gark olduğu hazzın hic bitmemesi arzusuyla:

“AllÂh’ım doyamıyorum, geceler ne kadar da kısa!..” diye iltic ederdi.]

Rabbimiz, o velî kullarının, feyz, rûhÂniyet, vecd ve istiğrak hÂlinden bizlere de hisseler nasîb eylesin. Hayret ve haşyet tecellîleriyle Yuce ZÂtʼını zikrederek kalbî rikkat ve teyakkuz hÂlinde yaşamayı, cumlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] HÂnî, HadÂik, s. 697.

[2] HÂkim, IV, 360-361/7921.

[3] Şiirin DîvÂn-ı Kebîr’den nazmen dilimize cevrilmiş şeklidir. Ayrıca şiirde gecen “kadeh”, “şerÂb” tÂbirleri, dîvÂn edebiyÂtında ilÂhî aşkın sembolleri olarak kullanılmış mecÂzî ifÂdelerdir.

[4] M. Es‘ad Efendi, DîvÂn-ı Es‘ad, s. 111.

[5] Es‘ad SÂhib, Buğyetuʼl-VÂcid, s. 81, no: 5.

[6] Bkz. Reşahat, Ozleştiren N. F. Kısakurek, Eser Kitabevi, sf. 80, İstanbul, 1971.

[7] Bu uc rekÂtlık namaz, teheccud sonrasına bırakılmış olan vitir namazıdır.


Altınoluk Dergisi
__________________