HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:

“Kim beni seviyorsa, Sunnet-i Seniyye’ye ittib ve husn-i hÂtime hususunda muvaffak olmam icin du etsin! Ben de aynı şekilde ona du ediyorum.”[1]

[Muʼminin bu fÂnî Âlemdeki en buyuk gÂyesi, insanın yaratılış maksadı olan Hakkʼa kulluğu lÂyıkıyla yaşayabilmektir. Boylece CenÂb-ı Hakkʼın rızÂsını tahsil ederek îman selÂmetiyle son nefesini verebilmektir.

Buna muvaffak olabilmek icin; ibadet, tÂat, ahlÂk ve muÂmelÂt hususunda elimizden gelen maddî-mÂnevî butun gayreti buyuk bir îman vecdiyle sergileyip dÂim CenÂb-ı Hakkʼın rahmetine sığınmamız îcÂb eder. Fakat buna ilÂveten, kalbi Allah ile beraber olan sÂlih muʼminlerin samimî duÂlarını alabilmek de, buyuk bir nîmettir.

Muʼminlerin birbirleri icin du etmelerinin, nasıl bir rahmet vesîlesi olduğunu, Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle beyan buyurmaktadır:

“Bir muʼminin bir muʼmine, gıyÂbında yaptığı duÂsından daha cabuk kabul edilen hicbir du yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50)

Bunun hikmetini, MevlÂn Hazretleriʼnin Mesnevîʼsinde naklettiği şu hÂdise, ne guzel îzÂh etmektedir:

“CenÂb-ı Hak;

«‒Ey MûsÂ! Bana gunah işlemediğin, kotu soz soylemediğin bir ağızla du et ve sığın!» buyurdu.

Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm-;

«‒Benim oyle bir ağzım yok ki.» deyince, CenÂb-ı Hak;

«‒Oyle ise Bana başkalarının ağzı ile du et!» buyurdu.

Cunku sen, başkasının ağzıyla gunah işlemediğin icin, o ağız senin icin temizdir, gunahsızdır.

İnsanlara oyle davran ki, onların ağzı gece-gunduz senin icin du etsin…”

Diğer taraftan, hicbir muʼmin, kendisini din kardeşlerinin duÂsından mustağnî goremez. Kim olursa olsun her muʼmin, buna muhtactır.

Bilhassa CenÂb-ı Hakkʼın rızÂsı istikÂmetinde yaşayıp son nefesi îman ile verebilmek hususunda, evliyÂullah ve sÂlih muʼminler bile kendilerini teminat altında gormemiş, bu hususta muvaffak olabilmek icin, din kardeşlerinden du talep etmişlerdir.

Nitekim, omru Hak yolunda hizmetle gecmiş olan HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri gibi mumtaz bir şahsiyet bile, her fırsatta din kardeşlerinden du talebinde bulunmuştur. Onun, sevdiklerine yaptığı vasiyetlerinden biri şoyledir:

“İmkÂnı bulunan ve muhabbetinde sÂdık olan kişilerin, kurbanlar kesip sevÂbını bana hediye etmesini isterim. BÂzı sekir ehlinin dediği gibi; «Arkamdan sadaka gonderilmesine ve Kur’Ân okunmasına ihtiyacım yok!» demiyorum. BilÂkis, FÂtiha ve İhlÂs-ı Şerîf’lere cok ihtiyacım var…”

Din kardeşlerinden du talebinde bulunmak, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin guzel sunnetlerinden biridir.

Nitekim Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- umre yapmak icin izin istediğinde Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Sevgili kardeşim, bizi de duÂdan unutma!” buyurmuştur.

Bu iltifata mazhar olan Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- da:

“–Hazret-i Peygamber’in bana bu hitÂbı, benim icin dunyaya bedeldir. Dunyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim!” diyerek Efendimizʼin boyle bir teveccuhune mazhar olmanın, kendisi icin ne buyuk bir mÂn ifÂde ettiğini dile getirmiştir. (Bkz. Ebû DÂvûd, Vitir, 23/1498; Tirmizî, DeavÂt, 109/3562)

Yine Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Veysel KarÂnî Hazretleri’ne hırkasını gonderip:

“–Bunu giysin ve ummetime du etsin!” buyurmuştur. (Muslim, FedÂilu’s-SahÂbe, 223-225)

Gorulduğu uzere, Âlemlere rahmet olarak gonderilmiş olan Fahr-i KÂinÂt Efendimiz bile, butun izzet ve şerefini kendisine bağlılığa borclu olan sÂlih muʼminlerden du talebinde bulunmuştur.

Muʼminin, din kardeşinden du talebinde bulunmasında pek cok hikmet vardır:

Bu, bir taraftan duÂsı talep edilen kimselere verilen değeri gosterip gonuller arasındaki muhabbeti daha da kuvvetlendirirken, diğer taraftan da du isteyen kişinin tevÂzû ve mahviyetini gosteren, yuksek bir kulluk edebidir.

Bir başka cihetten bakıldığında ise, kul ne kadar sÂlih biri olursa olsun, hicbir zaman kendi gayretini kÂfî gormeyip CenÂb-ı Hakkʼın rahmetini celbedecek butun vesîlelere, dort elle sarılması gerektiğinin bir ifadesidir.

Ote yandan; “Her geceyi Kadir, her gorduğunu Hızır bilmek” dustûrunca, kimin duÂsı hurmetine murÂdımızın hÂsıl olacağı da mechuldur. Dolayısıyla insanlar nazarında değer verilmeyen, hatt hor gorulen nice gariplerin, Hak katında “naz ehli” kullar olabileceği ihtimÂlini goz ardı etmemek gerekir. Bilhassa oyle garip kulları arayıp onların samimî niyazlarından mustefîd olmaya gayret etmek îcÂb eder.

Nitekim kuraklık zamanı yapılan istiskā, yani “yağmur duÂsı”na, -duÂya daha da makbûliyet kazandırmak niyetiyle- mutevÂzı ve boynu bukuk bir hÂlde gitmek, ihtiyarları ve cocukları, hatt yavrularıyla birlikte hayvanları da goturmek mustehab gorulmuş,[2] onlar vesîlesiyle CenÂb-ı Hakkʼa iltic etmek, guzel bir usûl olarak kabûl edilmiştir.

Gunumuzde; evini, yurdunu, malını-mulkunu, her şeylerini geride bırakarak binbir cile ve ıztırap icinde memleketimize iltic eden Sûriyeli muhÂcir kardeşlerimizin hayır-duÂlarını alabilmek de buyuk bir rahmet vesîlesidir. Zira o multeci kardeşlerimiz, bizler icin sanki 14 asır evvelki MuhÂcirler hukmundedir.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Allahʼtan zafer ve yardım talep ederken muhÂcirlerin fakirleri vesîlesiyle niyazda bulunur ve şoyle buyururdu:

“Bana zayıfları cağırınız. Cunku siz, ancak zayıflarınız(ın du ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz…” (Ebû DÂvûd, CihÂd, 70; Ahmed bin Hanbel, Musned, V, 198)

VelhÂsıl, toplum nezdinde mûteber bir makam ve varlıkları bulunmayan, boynu bukuk, kalbi kırık, fakat tevekkul, teslîmiyet, kanaat ve takdîre rız ile gonlu zengin olan muʼminlerin tevessuluyle yapılacak duÂnın, kabûle daha yakın olduğu muhakkaktır.

Şeyh SÂdî, bu sırra işaret sadedinde ne guzel buyurur:

“Hak dostları, kimsenin uğramadığı dukkÂnlardan alışveriş ederler.” Yani kimsenin kıymetini bilmediği garip ve kimsesizleri bularak onlara iyilik ve ihsanlarda bulunmak sûretiyle, o muzdariplerin hayır-duÂlarını alırlar.

Bu itibarla kalbi kırıkların, kimsesizlerin, gariplerin ve bîcÂrelerin hayır-duÂlarını alabilmek; muhteşem bir Âhiret hazinesine sahip olmak demektir.

Şu da bir hakîkattir ki, duÂnın kabûlunu temin eden asıl muessir; ihlÂs, yani samimiyettir. Bu demektir ki, hat ve kusurlardan kurtulamamış bir muʼminin, din kardeşi icin cÂn u gonulden yapacağı samimî bir duÂ, bir başkasının gonulsuz yapacağı duÂsından daha makbuldur. Zira bir muʼmin, ne kadar kusurlu, hatt gunahkÂr olsa da, bu hÂl, CenÂb-ı Hakk’ın onu terk etmiş olduğu mÂnÂsına gelmez. Bir şahsın, kimin duÂsı hurmetine murÂdına nÂil olacağını, yalnız Allah TeÂl bilir. Bu sebeple, kim olursa olsun muʼminlerin samimî duÂlarında yer bulabilmenin kıymetini idrÂk etmeliyiz.]

HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:

“Bu fakir kul, fÂsık bir mu’min gorduğumde, mutlak onun benden daha iyi olduğuna inanırım. Cunku onun îmÂnı sÂbit, gunahı ise benden gizlidir. Benim nefsimin kotulukleri ise bana ÂşikÂrdır.

Son nefes(te kimin kurtulacağı) mechuldur. Nice fÂsık ve fÂcir var ki, kÂmil velîlerden olmuştur. Nice ver sahibi sÂlih kişiler de vardır ki, aşağıların en aşağısına duşmuşlerdir.”
[3]

[Bir muʼminin, hat ve kusurlarını gorduğu din kardeşini, tenh bir yerde, munÂsip bir dil ve uslûb ile îkaz etmesi; kardeşlik hukukunun bir gereğidir. Fakat boyle bir gayrette bulunmadan, hat ve kusurları sebebiyle bir din kardeşini hemen kınayıp kucuk gormek, dolaylı yoldan kendini buyuk gormeye, yani kibre yol acar. İbÂdullÂhı istihkār, yani AllÂhʼın kullarını hakir gormek ise, en buyuk gunahlardan biridir. Nitekim Âyet-i kerîmede:

“İnsanları arkadan cekiştiren, kaş goz işaretiyle alay eden herkesin vay hÂline!” (el-Humeze, 1) buyrulmaktadır.

Bu sebeple muʼmin, başkalarını kucuk gormekten titizlikle sakınmalı, Âdeta dikkatli ve hassas bir memur gibi, kalbinin kapısında bekcilik edip o kapıdan iceriye, gurur, kibir ve enÂniyetin kırıntısını bile sokmamaya gayret etmelidir. Derin bir tefekkur ve murÂkabe ile her an gonlunu yoklayıp kendi hat ve kusurlarının ıslÂhı ile meşgul olmalıdır.

Bu hassasiyetten uzaklaşan insan; en muhim kulluk edebi olan “tevÂzû” ve “mahviyet”i kaybeder. “Korku” ve “umit” duyguları arasında titremesi gereken kalbine, gaflet ve rehÂvet perdeleri iner. FÂsıkların hÂline bakıp kendisini ustun gormeye, yaptığı azıcık amelini ebedî kurtuluşu icin kÂfî zannetmeye başlar.

HÂlbuki son nefese kadar her insanın imtihanı devam etmektedir. Kimin sırÂt-ı mustakîm uzere sÂbit kadem kalıp kimin ayağının kayacağı, yani son nefeste kimin kurtulanlardan olacağı belli değildir.

Nitekim CenÂb-ı Hak, KurʼÂn-ı Kerîmʼde, Firavunʼun sihirbazları misÂlinde olduğu gibi, omrunun buyuk kısmını dalÂlet girdaplarında tuketip son anda hidÂyetle şereflenerek sÂhil-i selÂmete cıkanları bildirmektedir.

Yine bunun zıddına, onceleri sÂlih bir yaşantısı varken, son demlerinde AllÂhʼın lûtfettiği imkÂnları nefsine izÂfe ederek gurur ve kibrinin kulu-kolesi, hev ve hevesinin putperesti olan Belʼam bin BÂûrÂların, KÂrunların hazin Âkıbetini haber vermektedir.

Hadîs-i şerîfte de, onceleri “mescid kuşu” diye anılan SÂlebeʼnin, dunyalık hırsına kapılınca nasıl gozunun donduğu, neticede buyuk bir husrana dûcÂr olduğu, bir ibret levhası hÂlinde tasvir edilmektedir.[4]

Şu hÂdise, Hak dostlarının gonullerindeki son nefes endişesinin, kendilerini nasıl bir tevÂzû ve hiclik iklimine sevk ettiğinin bÂriz bir misÂlidir:

Cuneyd-i BağdÂdî Hazretleri, Yemen collerinde gezerken bir av kopeği gormuş. Bakmış ki dişleri dokulmuş, pencesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş, kocamış bir tilkiye donmuş. Vaktiyle yaban okuzlerine, geyiklere meydan okuyup onları avlarken; şimdi ev koyunlarından tos yemeye başlamış.

Cuneyd-i BağdÂdî Hazretleri, o kopeği oyle zavallı, bitkin ve hÂlsiz gorunce, kendi azığından ona bir parca vermiş. Ve bu kopeğe karşı huzunle şu sozleri soylemiş:

“‒Ey kopek! Bilmem ki yarına ikimizden hangimiz daha iyi cıkacak? ZÂhire bakılırsa bugun insan olduğum icin ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kaz ve kader başıma ne getirecek! Eğer îmÂnımın ayağı kaymazsa, başıma CenÂb-ı Hakk’ın affı tÂcını giyeceğim. Eğer uzerimdeki mÂrifet kisvesi soyulacak olursa, senden cok aşağı olacağım. Zira kopek ne kadar kotu huylu olursa olsun, onu Cehennemʼe atmazlar…”

Dolayısıyla hic kimse bugunku iyi hÂline bakıp kendini, ebedî kurtuluşu garantilemiş olarak gormemeli, son nefese kadar korku ve umit duyguları icinde Hakkʼa kulluğa devam etmelidir.

Hak dostlarından SufyÂn-ı Sevrî Hazretleri’nin genc yaşta beli bukulmuştu. Sebebini soranlara şoyle derdi:

“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. VefÂtı esnÂsında ona telkinde bulunduğum hÂlde bir turlu kelîme-i tevhîdi soyleyemedi. İşte bu hÂli gormek, benim belimi buktu.”[5]

İnsan, dunyevî bir diploma aldığında, o diploma, hayatı boyunca gecerliliğini korur. Fakat mÂnevî hayatta durum boyle değildir. Kazanılan hÂl ve makÂmın, her an kaybedilme tehlikesi vardır. Bu itibarla, son nefese kadar kalbî teyakkuz hÂlinde bulunmak zarûrîdir.

Zira zerre hÂdiseler vardır ki kulu buyuk mukÂfatlara nÂil eder; yine zerre hÂdiseler vardır ki buyuk bir ÂzÂba dûcÂr eder.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği uzere, susuz kalmış bir kopeğe su veren gunahkÂr bir kadın, bu merhameti sebebiyle affedilerek Cennetlik olmuştur.

O gunahkÂr kul, susuzluktan diliyle nemli toprağı yalayan kopeği gorunce merhamete gelmiş, hemen su kuyusuna inmiş, başka bir kap bulamadığı icin ayakkabısına su doldurmuş, onu ağzına alarak yukarı cıkarmış ve AllÂhʼın o susuz mahlûkunu, hicbir dunyevî menfaati olmadığı hÂlde, sırf rızÂ-yı ilÂhî icin sulamıştır. Bir kopeğe olan bu merhameti sebebiyle de, CenÂb-ı Hakkʼın af ve rızÂsına nÂil olmuştur. [6]

Demek ki rahmeti gazabını gecmiş olan ve kullarını affetmek icin sayısız vesîleler halkeden CenÂb-ı Hak, o kopeği de, o gunahkÂr kulunun kurtuluşu icin bir imtihan olarak karşısına cıkarmıştır. O zamana kadar belki pek cok imtihanı kaybetmiş olan kul da, bu imtihan suÂline doğru cevabı vererek ebedî kurtuluşa nÂil olmuştur.

Buna mukÂbil, yine hadîs-i şerîfte bildirildiği uzere, kedisinin aclığına aldırış etmeyip onun olumune sebep olan bir kadın da bu merhametsizliğinden oturu Cehennemlik olmuştur. [7]

Yani bu kadın da, o kedinin ilÂhî bir imtihan vesîlesi olarak kendisine emÂnet edildiğini idrÂk edememiş, ona HÂlıkʼın şefkat nazarıyla bakamamış, bu gafleti ve merhametsizliği sebebiyle gazab-ı ilÂhîye dûcÂr olmuştur.

Şu hÂdise de ne kadar ibretlidir:

İstanbul Aksaray’daki VÂlide CÂmii’ni yaptırmış olan PertevniyÂl VÂlide Sultan vefÂt ettiğinde, sÂlih bir kimse onu ruyÂsında guzel bir makamda gorur ve sorar:

“–Yaptırdığın cÂmi dolayısıyla mı Allah seni bu makÂma yukseltti?”

PertevniyÂl VÂlide Sultan:

“–Hayır.” der.

O sÂlih zÂt şaşırarak:

“–O hÂlde hangi amelinle bu mertebeye nÂil oldun?” diye sorar.

VÂlide Sultan şu ibretli cevÂbı verir:

“–Cok yağmurlu bir gundu. Eyub Sultan CÂmii’ne ziyarete gidiyorduk. Kaldırımın kenarında oluşan su birikintisi icinde cılız bir kedi yavrusunun cırpındığını gordum. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya:

«–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim.

Bacı ise:

«–Aman SultÂnım! Senin de benim de ustumuz kirlenir.» deyip yavruyu getirmek istemedi. Bunun uzerine arabadan kendim inip camurun icine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Cok gecmeden zavallıcık canlanıverdi. Allah TeÂlÂ, o kediye olan bu kucuk hizmet ve merhametimden dolayı, bana bu yuce makÂmı ihsÂn eyledi.”

Dolayısıyla, CenÂb-ı Hakkʼın lûtfu da kahrı da bÂzen buyuk, bÂzen vasat, bÂzen kucuk gibi gorulen imtihanlarda tecellî edebilir. Onun icin insan, hicbir sevabı da gunahı da onemsiz gormemeli, farkında olmadan “zulum ehli” oluvermekten cok korkmalı, her hÂlini bu hakîkatlerle mîzÂn etmelidir.

Yine muʼmin, bu hÂdiselerde olduğu gibi, HÂlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkÂta bakış tarzı kazanmalıdır. Merhamete muhtac insanlara infÂk ile mukellef olduğu gibi, kapısına gelmiş olan kedi-kopekten bile mesʼûl bulunduğunu unutmamalıdır.

Şu hÂdise, bu hakîkatin ne kadar ibretli bir misÂlidir:

SahÂbe-i kirÂmdan Abdullah bin CÂfer -radıyallÂhu anh- bir seyahat esnÂsında, bir hurma bahcesine uğradı. Bahcenin hizmetcisi siyahî bir kole idi. Koleye uc adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir kopek geldi. Kole, ekmeklerden birini ona attı. Kopek, ekmeği yedi. Oburunu attı. Onu da yedi. Ucuncuyu attı. Onu da yedi.

Bunun uzerine Abdullah bin CÂfer -radıyallÂhu anh- ile kole arasında şoyle bir konuşma gecti:

“–Senin ucretin nedir?”

“–İşte gorduğunuz uc ekmek.”

“–Nicin hepsini kopeğe verdin?”

“–Buralarda hic kopek yoktu. Bu kopek uzaklardan gelmiş olmalı. Ac kalmasına gonlum rÂzı olmadı.”

“–Peki bugun sen ne yiyeceksin?”

“–Sabredeceğim, gunluk hakkımı Rabbimin bu ac mahlûkuna devrettim.”

Bu guzel ahlÂk karşısında hayran kalan Abdullah bin CÂfer -radıyallÂhu anh-:

“–SubhÂnallah! Bir de benim cok comert olduğumu soylerler. HÂlbuki bu kole benden daha comertmiş!” buyurdu.

Ardından da o koleyi ve hurma bahcesini satın aldı. Koleyi ÂzÂd edip, hurmalığı ona bağışladı.[8]

Duşunmek gerekir ki; bedenen bir kole, fakat rûhen bir mÂn sultanı olan o zÂt, kimden, nerede ve hangi tahsili almıştı? Bugunku ifadesiyle, hangi fakultede doktora yapmıştı? Bu rûhî olgunluk, hangi eğitim sisteminin mahsûluydu?..

Demek ki dunyevî olarak hangi tahsili yapmış olursak olalım, her zaman muhtac olduğumuz asıl tahsil, “mÂrifetullah” tahsilidir. Yani CenÂb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmek…

Eğer kul, Rabbini tanıyabilirse, CenÂb-ı Hak onun kalbine cok ayrı bir derinlik, yuksek bir ufuk ihsÂn eder. Hakkı bÂtıldan, hayrı şerden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek bir “takv” hassÂsiyeti lûtfeder. İnsan nasıl ateşten kacarsa, o şekilde şerlerden kacınma ve hayırlara koşma meziyetini, CenÂb-ı Hak, kulunun kalbine ilham ve ihsÂn eder. Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmÂn edenler! Eğer Allahʼtan korkarsanız O, size iyi ile kotuyu ayırt edecek bir anlayış verir, suclarınızı orter ve sizi bağışlar. Cunku Allah buyuk lûtuf sahibidir.” (el-EnfÂl, 29)]

CenÂb-ı Hak, hislerimizi kendi rızÂsıyla te’lif buyursun. Kalplerimize takv hassÂsiyeti ihsÂn eylesin. Musluman olarak yaşayıp musluman olarak can verebilmeyi cumlemize nasip ve muyesser kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Es‘ad SÂhib, Buğyetuʼl-VÂcid, s. 246, no: 85.

[2] Bkz. Zeylaî, Tebyîn, I, 231.

[3] Es‘ad SÂhib, Buğyetuʼl-VÂcid, s. 120-121, no: 16.

[4] Bkz. Taberî, CÂmiu’l-BeyÂn, XIV, 370-372.

[5] Bkz. AttÂr, Tezkiretuʼl-EvliyÂ, sf. 70, Erkam Yayınları, İstanbul 1984.

[6] Bkz. BuhÂrî, Şurb, 9; Muslim, SelÂm, 153.

[7] Bkz. Muslim, SelÂm, 151-152.

[8] GazÂlî, KimyÂ-yı SaÂdet, trc. A. FÂruk MeyÂn, İstanbul 1977, s. 467.


Altınoluk Dergisi
__________________