Hak Dostlarından Hikmetler
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri [777 – 848] buyurur:
“Ne mutlu o kimseye ki, bir tek endişesi vardır (yani dÂim bir ve tek olan AllÂh’ı zikir hÂlindedir). Kalbini; gozunun gorduğu, kulağının duyduğu mÂlÂyÂnî şeylerle meşgul etmez. Kim mÂrifetullah sırrına ererse, kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden yuz cevirir.”[1]
[Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Onlar, (o muʼminler) ki, boş ve faydasız şeylerden yuz cevirirler.” (el-Muʼminûn, 3)
Hadîs-i şerîfte de:
“Luzumsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi bir musluman oluşundandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zuhd, 11; İbn-i MÂce, Fiten, 12)
Gonlu mÂsivÂullahʼtan, yani Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden temizleyip dÂim Hakkʼa yonelmek, mÂrifetullÂha eren muʼminlerin şiÂrıdır. Dunyaya geliş sebebimiz de, Hakkʼa kulluk ve mÂrifetullah, yani CenÂb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmektir. Buna muvaffak olan bir muʼminin kalbi, CenÂb-ı Hakkʼın azamet, kudret ve sonsuz nîmetlerinin tefekkuru icinde dÂimÂ; zikir, fikir ve şukur hÂlinde bulunur.
MÂnevî terbiyenin en muhim gÂyelerinden biri de “el kÂrda gonul YÂrʼda” dustûrunu kazandırmaktır. Bu dustur ise, sadece ibadetler esnÂsında değil, dunya ile meşgûliyette bile gonlu Hakkʼa verebilmek ve hayatın hicbir safhasında Oʼndan gÂfil kalmamaktır. Boylece dÂimî bir zikir hÂline kavuşabilmektir.
Bu hÂl, gonlu dÂim rızÂ-yı ilÂhî istikÂmetinde tutan ve gunahlara meyletmekten koruyan, mÂnevî bir uyanıklık, firÂset ve basîret nûruna vesîledir. Zira Âyet-i kerîmede buyrulur:
“AllÂhʼı unutan ve bu yuzden AllÂhʼın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan cıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
Nitekim gunahlar da, Allahʼtan gÂfil kalındığı zaman işlenir. Hic kimse besmele cekerek bir kardeşine celme takamaz. Kalbi “Allah” diyen biri; kalplere diken batıramaz; bile bile kul hakkına giremez; haramlara dalamaz.
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri de, bu istikÂmet hÂlini, nice kerÂmetten ustun gormuştur. Nitekim kendisine bir gun:
“‒Efendim, siz su ustunde yuruyormuşsunuz!” dediler. Hazret ise:
“–Bir cop de su ustunde yuzer.” cevÂbını verdi.
“–Havada ucuyormuşsunuz!” dediler.
“–Kuş da havada ucar.” buyurdu.
“–Bir gecede KÂbe’ye gidiyormuşsunuz!” dediler.
“–Bir cin veya şeytan da bir gecede Hindistan’dan DemÂvend’e gidiyor.” buyurdu.
“–Peki o hÂlde gonul erlerinin işi nedir?” diye suÂl edilince:
“–Allah TeÂlÂ’dan başkasına gonul bağlamamak!”[2] karşılığını verdi.]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“Cok zikir; adedi fazla olan değil, gafletten sakınarak ve huzûr ile yapılan zikirdir.”[3]
[Zikrin feyz ve rûhÂniyetinden lÂyıkıyla istifÂde edebilmek icin, kalben ve zihnen de zikre iştirÂk etmemiz îcÂb eder. Zira, tıpkı namaz gibi, zikrin de kalp ve beden Âhengiyle îfÂsı zarûrîdir. Yani dil zikrederken, kalp de, zikrin mÂnÂsının tefekkurunde derinleşmelidir.
Kendimizi dÂim CenÂb-ı Hakkʼın huzûrunda bilerek, Oʼnun bizi her an ve mekÂnda gorduğu, hatt bize şah damarımızdan bile daha yakın olduğu şuur ve idrÂki icinde Hakkʼa yonelmeliyiz. İşte bu keyfiyette bir yoneliş ile kalpte “huzûr” hÂli gercekleşir. Ârif zÂtların “huzûr” tÂbiriyle kastettikleri de; “ten plÂnında bir rahatlık” değil, Allah ile beraberlik şuurunun kalpte sÂbitlenmesiyle hÂsıl olan “dÂimî zikir” hÂlidir.
Kendini her an huzûr-i ilÂhîde bilmenin gonle kazandıracağı mÂnevî zindelik, zikri en yuksek kıvamına ulaştırır. CenÂb-ı Hak, zikrin kemÂline eren gercek zikir ehlini, Âyet-i kerîmede şoyle takdîm eder:
“Mu’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-EnfÂl, 2)
Demek ki zikirden murÂd edilen; yalnızca dil ile tekrarlamaktan ibÂret değildir. BilÂkis, dilin telÂffuz ettiği isme Âit mÂnÂların tefekkuruyle yureklerin urpermesi ve kalplerin zÂkir hÂle gelmesidir.
Hazret-i MevlÂnÂ, gonul feyzinden mahrum bir hÂlde, sırf şekilde kalarak ibadet eden kimselere şoyle seslenir:
“Ey gÂfil! Keşke secde ettiğin zaman, yuzunu samimiyetle Hakk’a cevirebilseydin de «Yucelerin yucesi olan Rabbim, her turlu noksan sıfattan munezzehtir.» demenin mÂnÂsını lÂyıkıyla idrÂk edebilseydin. Yani sırf şekil secdesi değil, (seni mîrÂca cıkaracak bir) gonul secdesi yapabilseydin!..”
İhlÂs, takvÂ, huşû gibi kalbî meziyetlerden mahrum, gÂfilÂne ed edilen ibadetler; fÂnî ortaklar ve mÂnevî kirlerle doludur. Bu sebeple ibadetleri hÂlisÂne îf etmek zarûrîdir. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Dîninde ihlÂslı ol! Boyle yaparsan, az amel bile sana kÂfi gelir.” buyrulmaktadır. (HÂkim, Mustedrek, IV, 341)
Yani mÂsiv duşuncelerinden arınmış, hÂlis bir kalple yapılan sÂlih ameller, az bile olsa, Hak katında cok kıymetlidirler. Bunun zıddına, huşû, huzur ve ihlÂstan uzak, gÂfil bir kalple îf edilen ameller ise -kemmiyet bakımından ne kadar cok olursa olsun- gercek kıymetlerinden fire verirler.
Nitekim CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede:
“O ki, hanginizin daha guzel amel edeceğini sınamak icin olumu ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mulk, 2) buyuruyor. Dikkat edilirse CenÂb-ı Hak; “اَكْثَرُ عَمَلًا” değil “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. Yani kimin “daha cok” amel edeceğine değil, “daha guzel” amel edeceğine ehemmiyet veriyor.
Şu rivÂyet, bu hususta ne guzel bir misaldir:
Bir gun İbn-i Mes’ûd -radıyallÂhu anh- tÂbiîn neslinden dostlarına dedi ki:
“–Sizler, RasûlullÂh’ın ashÂbından daha cok (nÂfile) oruc tutuyor, namaz kılıyor ve sÂlih amellere gayret ediyorsunuz. Fakat onlar, sizden daha hayırlıydı.”
“–Bu nasıl oluyor?” diye sorulunca da:
“–Onlar, dunyaya karşı sizden cok daha zÂhid, Âhirete de sizden daha cok rağbetli idiler.” buyurdu. (HÂkim, Mustedrek, 4/135)
Demek ki amellerin kıymeti, sahip olunan gonul kıvamıyla doğrudan irtibatlıdır.
VelhÂsıl zikrin nûru, zikredenin hÂli nisbetindedir. Tasavvufî terbiyede de bir insanın mÂnevî derecesi, onun evrÂd ve ezkÂrının belli zaman aralıklarıyla yukselmesine değil, hÂlinin terfî etmesine bağlıdır. Yani ibadetlerinin kalp ve beden Âhengi icinde olması, ahlÂkının ve bilhassa merhametinin tekÂmul etmesi, insanî munÂsebetlerinde ve muÂmelÂtında ÂdÂb-ı muÂşerete titizlik gostermesi gibi hususlara bağlıdır.
Hak katında makbul olan zikir de; sozde değil, ozde zikirdir. Yani kālden hÂle ve amele intikÂl eden zikirdir. Kişinin şahsiyet ve karakterinde tesirleri gorulen, sÂlih amellerle teʼyid edilen zikirdir.
ŞÃ‚yet zikir, kişiyi tefekkur derinliğine goturmuyor, gonlu huzûra kavuşturmuyorsa; ahlÂkı tekÂmul ettirmiyor, davranışlara nezÂket ve zarÂfet katmıyorsa; takv hassÂsiyeti kazandırmıyor ve sÂlih amellere rağbeti artırmıyorsa; bu hÂl, zikrin ÂdÂbına riÂyetsizliğin bir gostergesidir.]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“Hakkʼa eren, sırf hurmeti muhÂfaza ettiği icin ermiştir. Yolda kalan da, sırf hurmeti terk ettiği icin geri kalmıştır.” [4]
[MÂnevî terbiye yolculuğunda ÂdÂba riÂyet, maksada ulaşmanın ilk şartıdır. CenÂb-ı Hakkʼın rız ve muhabbetine vuslat da, Oʼnun emirlerini îf etmek kadar, bu emirleri “tÂzîm li-emrillÂh” dustûrunca, yuksek bir tÂzîm ile, yani edep ve hurmetle yerine getirmeye bağlıdır.
Allah icin yapılan butun ibadet ve hizmetleri, îman aşkıyla, muhabbetle, vecd ile îf etmek, son derece muhim bir kulluk edebidir. Zira CenÂb-ı Hakkʼın bizim ibadet ve hizmetlerimize ihtiyacı yoktur.
Nitekim bir kişi gelip:
“–Bana oyle bir şey oğret ki, kurtuluşuma vesîle olsun!” dediğinde, BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri ona şu nasihatte bulunmuştur:
“–Şu iki cumleyi aklında tut, ilim olarak bunu bilmen sana kÂfîdir:
1– Hak TeÂl sana şah damarından daha yakındır, her şeyi bilir ve gorur.
2– Allah TeÂlÂ’nın, senin ameline ihtiyacı yoktur. (Aksine senin O’na muhtac olduğunun idrÂki icinde, şukur duygularıyla sÂlih ameller işlemeye bak!)”[5]
VelhÂsıl Hak katında muhim olan; kulluk vazifelerimizin îfÂsı kadar, onların îfÂsı esnÂsında sergileyeceğimiz kalbî durumumuzdur. Yani samimiyet, gayret, iştiyak ve hurmetimizin hangi seviyede olduğudur.
Enes bin MÂlik -radıyallÂhu anh-;
“Amelde edep, onun kabûlune işarettir.” buyurmuştur.
Hak dostları da;
“İbadet, insanı Cennetʼe goturur. İbadette edep ve tÂzîm ise kulu AllÂh’a goturur, Hakk’a yaklaştırır.” demişlerdir.
Nitekim bu hassÂsiyetin bir tezÂhuru sadedinde, SÂmi Efendi ve Mûs Efendi Hazretleri, namaza gosterdikleri tÂzîm gereği, seccÂdenin puskullerinin dahî duzgun olmasına dikkat ederlerdi.]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“«LÂ ilÂhe illÂllah» sozu, Cennet’in anahtarıdır. Fakat şu bir gercektir ki, dişleri olmayan anahtar kapıyı acmaz. Kelime-i tevhîd anahtarının dişleri ise şunlardır:
1) Yalan, iftira, dedikodu, gıybet ve boş sozlerden arınmış bir dil.
2) Hîle ve desîselerden, gunahların kasvetinden temizlenmiş bir kalp.
3) Haram ve şupheli şeylerden korunmuş bir mide.
4) (Gurur, kibir, gosteriş gibi) nefsÂnî arzulardan ve bid’atlerden uzak amel-i sÂlihler.”[6]
[Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:
“Kimin son sozu; «LÂ ilÂhe illÂllÂh: Allah’tan başka ilÂh yoktur.» olursa, o kişi Cennetʼe girer.” (Ebû DÂvûd, CenÂiz, 15-16/3116; Ahmed, V, 247)
Fakat son sozumuzun kelime-i tevhîd olmasını istiyorsak, hayatımızın her safhasını tevhîd muhtevÂsında yaşamaya gayret etmemiz zarûrîdir. Zira diğer bir hadîs-i şerîfte de şoyle buyrulur:
“Nasıl yaşarsanız oyle olursunuz, nasıl olurseniz oyle diriltilirsiniz!..” (MunÂvî, Feyzu’l-Kadîr, V, 663)
Hayatımızı kelime-i tevhîdʼin belirlediği istikÂmet uzere yaşamak icin de, aklımızı, kalbimizi, dilimizi, midemizi, velhÂsıl butun ÂzÂlarımızı ve onlarla sergilediğimiz davranışlarımızı, tevhîd inancına gore, Âdeta bir suzgecten gecirmeliyiz. HelÂl-haram, hak-bÂtıl, hayır-şer, doğru-yanlış, sevap-gunah gibi hususlarda, tevhîdin rehberliği altında hayatımızı tanzim etmeliyiz.
Unutmayalım ki tevhîd inancının asl ortaklığa tahammulu yoktur. Tevhîd ehli bir musluman, nasıl ki dış dunyadaki bÂtıl ilÂhları reddedip yalnız CenÂb-ı Hakkʼı Rab olarak bilirse; ic dunyasından da, tevhîdin mÂn ve rûhuyla tezat teşkil eden butun hÂl ve tavırları bertaraf etmelidir. Hazret-i İbrahimʼin, puthÂnedeki putları kırması gibi, îmÂnın mekÂnı olan kalbini de gurur, kibir, riyÂ, ucub, hevÂ, heves gibi nefsÂnî putlardan temizlemelidir. Zira Âyet-i kerîmede:
“(Ey Peygamber!)Hev ve hevesini (kotu duygularını ve nefsÂnî ihtiraslarını) kendisine ilÂh edineni gordun mu?” (el-FurkÂn, 43)
Hadîs-i şerîfte de:
“AllÂh’a gore gok kubbe altında ibadet edilen sahte ilÂhlar arasında, peşine duşulen hevÂdan daha ağırı ve daha kotusu yoktur.” buyrulmaktadır. (Heysemî, I, 188)
Demek ki kelime-i tevhîdin hakîkatinde derinleşerek, gercek mÂnÂda tevhîd ehli olabilmek icin; kulu Rabbinden gÂfil bırakan butun hev ve hevesleri “L ilÂhe” diyerek kalpten silip atmak gerekir. Daha sonra da kalbin bu arı-duru zemininde “İllÂllÂh” hakîkatini sÂbitleyip, gonul tahtını yalnızca AllÂh’a tahsis etmek îcÂb eder.
Hazret-i İbrahim -aleyhisselÂm- butun fÂnî muhabbetleri gonlunden bertaraf etti, kalbi CenÂb-ı Hakkʼın cemÂlî tecellîlerinin mazharı oldu. Boylece CenÂb-ı Hakkʼın dostluğuna kavuştu.
Bu sebeple tasavvuftaki mÂnevî tekÂmulun birinci basamağı “اَلتَّخَلِّي” yani ic Âlemi Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden, samimî tevbe, istiğfar ve nedÂmet gozyaşlarıyla tahliye etmek;
İkinci basamağı “اَلتَّحَلِّي” yani CenÂb-ı Hakkʼın rız ve muhabbetini celbedecek guzel ahlÂk ve sÂlih amellerle hÂllenmek;
Ucuncu basamağı ise “اَلتَّجَلِّي” yani mÂrifetullah ve muhabbetullah tecellîlerinden hisseler almaktır…]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri, CenÂb-ı Hakkʼa bir munÂcÂtında şoyle der:
“İlÂhî, benim Sana olan muhabbetime şaşmıyorum. Zira ben hakir bir kulum. Ben asıl, Sen’in beni kulun olarak sevmene şaşıyorum. Cunku Sen, Yuce bir Rab olduğun hÂlde (ne kadar merhametlisin ki), zelil bir kulu seviyorsun!”[7]
[Kulun CenÂb-ı Hakkʼı sevmesi, Oʼna itaati, ibadeti, yalvarışı, Oʼnun uğrundaki fedakÂrlıkları, CenÂb-ı Hakkʼa hicbir şey kazandırmaz. Zira O, Samedʼdir, yani herkes ve her şey Oʼna muhtac, fakat O her turlu ihtiyactan munezzeh ve mustağnîdir. Dolayısıyla CenÂb-ı Hakkʼa olan ibadet ve tÂatlerimiz, Oʼna bir ikram değil, Oʼnun bize bir ikramıdır.
Şeyh SÂdîʼnin buyurduğu gibi:
“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı icin AllÂh’a şukret. Zira Hak TeÂl seni lûtuf ve ihsÂnıyla boş bırakmadı.
PÂdişÃ‚ha hizmet eden, ona minnet yukleyemez. Seni istihdÂm ettiği icin sen ona minnettÂr ol.”
Dolayısıyla CenÂb-ı Hakkʼa şukredebilmek ve Oʼna kullukta bulunabilmek, muʼmin icin en buyuk nîmet, izzet, ve saÂdettir.
Kulluktaki aşk, şevk ve heyecan noksanlığı ise; buyuk bir îman zaafı, maddî-mÂnevî nîmetlere karşı nankorluk ve bir nifak alÂmetidir. Nitekim Âyet-i kerîmede munÂfıklar ve gÂfiller hakkında şoyle buyrulmaktadır:
“…Onlar namaza kalktıkları zaman uşenerek, tembel tembel, isteksizce kalkarlar, insanlara gosteriş yaparlar ve AllÂhʼı da pek az hatırlarına getirirler.” (en-NisÂ, 142)
Bu itibarla muʼmin, Allah icin olan butun ibadetlerini, infaklarını, hizmet ve fedakÂrlıklarını, en ufak bir ic sıkıntısı duymadan, bilÂkis şevk ve heyecanla, seve seve, canına minnet bilerek îf etmelidir ki Rabbinin muhabbet ve rızÂsına nÂil olsun.
Bize bir insan, cok kıymetli hediyeler getirse, fakat onları abus ve alık bir cehre ile, gonulsuz ve isteksiz olarak verecek olsa; onu kabul etmek icimizden gelmez. Fakat cÂn u gonulden ve edeple takdim edilen en sade bir ikramı dahî, buyuk bir huzurla kabul eder, verene muhabbet duyarız.
Kulun Rabbine arz ettiği duÂ, kulluk ve ibadetler de bunun gibidir. Allah icin yaptığımız amellerimizi ne kadar aşkla, şevkle, heyecanla îf edersek, onların ind-i ilÂhîdeki kıymetleri de o derece yuksek olur.
Diğer taraftan muʼmin, kendisini yoktan var eden Rabbi icin ne yapsa az olduğu şuuruyla, dÂimÂ, hiclik, yokluk, acziyet ve tevÂzû hÂlinde olmalıdır. Asl amellerine mağrur olmamalı; rahmet ve mağfiretini umîd ederek Rabbine sığınmalıdır.
Nitekim ilim ve irfanda “guneşler guneşi” denilen Hak dostu HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri de, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi icin husn-i hÂtime duÂsı talep etmiştir. Kardeşine yazdığı bir mektubunda da hiclik ve tevÂzû hissiyÂtını şoyle ifÂde etmiştir:
“…AllÂh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu gunden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum… Eğer kendi nefsini butun hayırlı işlerde iflÂs etmiş olarak gormuyorsan, bu, cehÂletin en son noktasıdır. Kendini iflÂs etmiş olarak gorunce de sakın AllÂh’ın rahmetinden umîdini kesme! Zira AllÂh’ın fazl u ihsÂnı, kul icin butun insanların ve cinle*rin amelinden daha hayırlıdır…”
Âyet-i kerîmede:
“RahmÂnʼın (rahmetinin tecellî ettiği o has) kulları, yeryuzunde tevÂzû ile yururler…” (el-FurkÂn, 63) buyrulmaktadır.
Yani kÂmil muʼminler, Hakkʼın kudret ve azameti karşısında hiclik hissiyÂtı icinde, acziyet ve kusurlarını mudrik hÂlde yaşarlar. Cunku Hakkʼın nîmetlerinin şukur borcunu tam olarak odeyebilmek imkÂnsızdır.
Zira CenÂb-ı Hak bizi yaratmış, varlıklar icinde eşref-i mahlûkat olan “insan” kılmış, insanlar icinde ehl-i îmÂn eylemiş, en sevgili Rasûlʼune ummet olma izzetini bahşetmiş, KurʼÂn-ı Kerîmʼe muhÂtap olmakla şereflendirmiştir. Butun bunlar, omur boyu şukur secdesinden başımızı kaldırmasak, yine de şukrunu îf edemeyeceğimiz muazzam nÂiliyetlerdir.
Hak dostlarının bu husustaki gonul ufkuna, BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleriʼnin şu hÂli ne guzel bir misal teşkil etmektedir:
BÂyezîd Hazretleri bir gun muridleriyle daracık bir yoldan giderken, karşılarına bir kopek cıkar. O Ârifler SultÂnı geri cekilir ve kopeğe yol verilmesini soyler. Muridlerinden biri, icinden:
“–Allah TeÂl insanı mukerrem (ustun) kılmışken, BÂyezîd Hazretleri muridlerini de geri cekip kopeğe yol verdi. Bu ne acÂyip bir hÂl!” der.
Hazret, onun bu hissiyÂtına vÂkıf olarak şu îzahta bulunur:
“–Gonlumde oyle bir zuhûrat oldu ki, sanki o kopek hÂl lisÂnıyla bana; «Benim kusurum ne idi ki ezelde kopeklik postunu sırtıma gecirdiler. Sen ne yaptın ki sana Âriflerin SultÂnı hil’atini giydirdiler? Bu hÂlin sırrı nedir?» dedi. İşte bunun icin ona yol verdim.”[8]
Demek ki AllÂh’ın herhangi bir mahlûkunu gorduğumuz zaman; “Ben onun, o da benim yerimde olabilirdi.” diye duşunup CenÂb-ı Hakk’ın bu muazzam nîmet, ihsan ve ikramına karşı şukrumuzu artırmalıyız.
Ote yandan:
“Sonra o gun (dunyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.” (et-TekÂsur, 8) Âyetinin tefekkurunde derinleşerek -farkında olduğumuz ve olmadığımız- butun nîmetleri icin, Rabbimizʼi hamd ile tesbîh etmeliyiz. LÂyıkıyla şukredebilmekten Âciz olduğumuz icin de, affımızı dileyip istiğfÂra devam etmeliyiz.
Nitekim bu Âyet-i kerîme nÂzil olduğunda, hicbir şeyi olmayan muhtac bir sahÂbî ayağa kalkarak;
“–Benim uzerimde (hesabı verilecek) nîmetlerden bir şey var mı?” diye sordu. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;
“–(İstifÂde ettiğin) ağacın golgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (ictiğin) soğuk su.” cevÂbını verdi. (Bkz. Suyûtî, VIII, 619) Boylece, hicbir şeyi olmadığını duşunen bir insanın dahî, Âhirette hesabı verilecek nice nîmetlerle perverde bulunduğuna işaret buyurdu.
VelhÂsıl muʼmin, CenÂb-ı Hakkʼı sevip Oʼna kullukta bulunmayı, şukrunden Âciz olduğu nîmetlerin en buyuğu bilmelidir. Zira CenÂb-ı Hak, sevdiği kuluna sevgisini bahşeder. Bu bakımdan, AllÂhʼın rızÂsını ve muhabbetini celb edecek olan ibadet, hizmet ve fedakÂrlıkları, canımıza minnet bilmemiz gerekir.
Hadîs-i şerîfte buyrulduğu uzere:
“DÂvud Peygamber şoyle du ederdi:
«AllÂh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim…»” (Tirmizî, DeavÂt, 72)
Demek ki CenÂb-ı Hakkʼın sevgisine ulaştıracak vesîleleri arayıp onlara sımsıkı sarılmalıyız. Şuphesiz ki bu vesîlelerin en buyuğu; AllÂhʼın en sevdiği kulu olan Habîbullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sunneti uzere yaşamaktır. Zira Oʼnun soz, fiil ve hÂlleri; murÂd-ı ilÂhîyi ifÂde eden KurʼÂn-ı Kerîmʼin canlı bir tefsiri mÂhiyetindedir.
Bu itibarla AllÂhʼın Habîbiʼni gucumuz nisbetinde ornek almaya gayret etmemiz, CenÂb-ı Hakkʼın sevgisine en buyuk vesîledir…]
CenÂb-ı Hak cumlemizi, muhabbet ve rızÂsına medÂr olacak hÂl ve amellere -lûtf u keremiyle- muvaffak eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Sehlegî, en-Nûr, sf. 170; AbbÂs, Ebû Yezîd, sf. 73.
[2] AttÂr, Tezkire, sf. 201; SerrÂc, sf. 316; AbbÂs, Ebû Yezîd, sf. 98.
[3] AttÂr, Tezkire, sf. 198.
[4] Prof. Dr. S. Uludağ, BÂyezîd-i BistÂmî, sf. 187, TDV Yayınları, Ankara 1994.
[5] AttÂr, Tezkire, sf. 191.
[6] HÂnî, HadÂik, sf. 320.
[7] Ebû Nuaym, Hilye, X, 34.
[8] AttÂr, Tezkire, sf. 179.
Altınoluk Dergisi
__________________
BÂyezîd-i BistÂmî (rahmetullÂhi aleyh) -1-
Dini Bilgiler0 Mesaj
●25 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaþam & Danýþman
- Eðitim Öðretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- BÂyezîd-i BistÂmî (rahmetullÂhi aleyh) -1-