Allah'a İman Ne Demektir?

Allah TeĂ‚lĂ‚'nın varlığına ve birliğine inanmak ve O'nu sıfat ve isimleriyle guzelce tanımaktır.

Allah'a îman, butun dinlerin temelidir. Allah'a inanma, O'na dayanma ve ibĂ‚dette bulunma ihtiyacı, insanda yaratılıştan vardır. Bu duygu, insanla beraber doğmuş ve her devirde de olagelmiştir.

Allah'ın varlığının delillerinden biri de budur. Cunku fıtrat yalan soylemez. İnsan fıtratında, madem, bir yuce Yaratıcıya inanıp dayanma, O'na ibĂ‚det etme, yalvarıp dileklerine karşılık bulma ihtiyacı vardır; oyleyse o yuce Yaradanın vĂ‚r olmaması mumkun değildir. Bu, fıtratın inkĂ‚rı demek olur. Başka hicbir delil olmasa bile, bu fıtrat ve vicdan delili, Allah'ın varlığını anlamamız icin kĂ‚fi bir ışıktır.

Aslında, Allah'ı inkĂ‚ra yeltenenler bile, başları dara geldiği zaman yine Allah'a yonelmek, O'ndan yardım dilemek zorunda kalırlar. Fakat darlıktan kurtulur kurtulmaz yine eski hallerine donerler. Bunun misallerini pek cok gormuş ve duymuşuzdur. Bu hususa Kur'Ă‚n-ı Kerîm şu şekilde işĂ‚ret buyurmaktadır:

"İnsana bir zarar dokunduğu zaman, yan ustu yatarak, yahut oturarak veya ayakta iken bize yalvarır. Fakat ondan (ilticĂ‚sına sebeb olan o) zararı kaldırdığımız zaman, sanki kendine dokunan bir zarardan dolayı bize yalvaran o değilmiş gibi hareket eder. (Eski sapıklığına devam eder.)" (Yûnus: 12).

"Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlĂ‚s ile Allah'a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya cıkarıp kurtardığımızda, hemen şirk koşarlar." (Ankebût: 65).

Allah'ın ZĂ‚tını Gormemiz ve MĂ‚hiyetini İdrĂ‚k Etmemiz Mumkun mudur?

İnsanın Allah TeĂ‚lĂ‚'nın zĂ‚tını bu dunyada gorebilmesi mumkun olmadığı gibi, gercek mĂ‚hiyetini kavrayabilmesi de imkĂ‚nsızdır.

Cunku, insan aklı ve duyguları mahduttur. Allah'ın mĂ‚hiyetini kavramaya musĂ‚id değildir. Fakat mahlûkata bakıp O'nun varlığını ve birliğini anlamaya, sonsuz kudretini ve diğer sıfat ve isimlerini bilmeye guc yetirebilir.

Bunun icindir ki Allah TeĂ‚lĂ‚, bizi zĂ‚tını ve mĂ‚hiyetini duşunmekten men'etmiş, yalnızca kendisinin varlığını ve birliğini bilmemizi ve sıfat ve isimlerini tanımamızı emretmiştir.

Bir hadîs-i şerîfte meĂ‚len şoyle buyurulur:

"Allah'ın varlığını, birliğini anlamak icin goklere bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın ve butun bunların yaratılışındaki akıllara hayret veren incelikleri, bunların kendilerinden olamıyacağını duşunun. Cunku bunlar, Allah'ın varlık ve birliğini gosteren alĂ‚metlerdir. Fakat Allah'ın zĂ‚tını, mĂ‚hiyetini duşunmeyin. 'Allah acaba şoyle midir, boyle midir? O'nun gormesi, işitmesi nasıldır?' diye duşunmeye kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez. Ne kadar calışsanız da bunu hakkıyla bilemezsiniz, idrĂ‚k edemezsiniz. Şaşırırsınız. Bilgi ve gorgu olculeriniz buna yetmez."

Aslında biraz duşunecek olursak, Allah'ın zĂ‚tî mĂ‚hiyetini kavramanın mumkun olmadığını aklen bile anlayabiliriz. Yumurta icindeki bir civcivden yumurtanın dışındaki Ă‚lemi idrĂ‚k etmesi elbette beklenemez. İnsan aklı da şu muhteşem kĂ‚inatı ve kĂ‚inat icindeki Allah'ın yarattığı Ă‚lemleri bilme, tanıma bakımından, yumurta icindeki civcivden farksızdır. Bu bakımdan, aklın son derece sınırlı idrĂ‚k kapasitesiyle kĂ‚inat HĂ‚likının zĂ‚tını ve mĂ‚hiyetini kavrayabilmesi muhĂ‚l icinde muhĂ‚ldir.

Mehmed Kırkıncı bu hususu şu şekilde izah etmektedir:

"Bir insanın mağarada buyuyup hic ışık yuzu gormediğini ve kendisinin bir gun sabahın erken saatlerinde ve daha guneş doğmadan dunya yuzune cıkarıldığını farzediniz. Her tarafı dolduran ışıktan derhal gozleri kamaşan bu şahsa, bu ışığın bir guneşten geldiği soylense o adam guneşi ziyadesiyle merak edecek ve onu tanımaya calışacaktır.

Şimdi bu adamın, hayĂ‚linde nasıl canlandırırsa canlandırsın, guneşi kat'iyyen anlayamayacağı ve her defasında guneş yerine başka şeyler tahayyul edeceği Ă‚şikĂ‚rdır. Cunku, guneşi etrafında gorduğu şeylere kıyas edeceğinden yapacağı her kıyas yanlış olacak ve isabet kaydetmiyecektir.

Guneşe inanmak o adam icin îmanın bir ruknu olsa, o, guneşi her nasıl tasavvur ederse etsin her hĂ‚lukĂ‚rda şirke duşecektir. Onun yapacağı tek şey, bu ışığın bir guneşten geldiğini ve fakat o guneşin mahiyetini bilemeyeceğini idrĂ‚k etmektir. Zaten ondan istenen îman da bundan ibarettir.

Temsildeki adamın guneşi anlayamaması gibi, her bir insan da kendi beden memleketini idare eden ve ruh denilen sultanın mahiyetini bilememektedir. Bizler, bedenimizin ruhla kaim olduğunu, onun bu bedenden ayrılması hĂ‚linde bu binanın yıkılacağını ve o sultanın goz penceresiyle bu Ă‚lemi seyrettiğini, kulak cihazıyla sesler Ă‚lemini temaşa ettiğini, dil terazisiyle de butun tadları tarttığını... bildiğimiz hĂ‚lde, ruhun mĂ‚hiyetini bilemiyoruz. Onun mĂ‚hiyeti hakkında her ne soylesek, hilĂ‚f-ı hakikat olacağı gibi, ruhun zĂ‚tını her ne tarzda tahayyul veya tasavvur etsek onun hakkında yanlışlığa duşmuş olacağız.

İşte, gormediği bir guneşin zĂ‚tını anlamaktan Ă‚ciz ve kendi ruhunun mĂ‚hiyetini bilmekten eli kısa olan insanın, zaman ve mekĂ‚ndan munezzeh, umum Ă‚lemlerin HĂ‚lik-ı ZulcelĂ‚lini ve MĂ‚lik-i ZulkemĂ‚lini (hĂ‚şĂ‚) zĂ‚tiyle anlamaya calışması, ne derece buyuk bir dalĂ‚let dîvĂ‚neliğidir ve insanı başaşağı şirke yuvarlayan bir duşunce sapıklığıdır, kıyĂ‚s ediniz." (Hikmet Pırıltıları)



Allah'a İmanın İnsan Hayatına Te'sirleri Nelerdir?

Allah'a inanan ve O'na sevgiyle bağlanan insanın mĂ‚nevî ufku kĂ‚inat kadar geniş, huzûru ve neş'esi Cennet bahcesi gibi daima taze ve olumsuzur.

Gozlerinde îman nuru parlar, sozlerinde hakikat, sevgi ve neş'e cağlar.

İş ve hareketlerinde ahlĂ‚k, vekar ve isabet goze carpar.

O, insanları hilkat itibariyle kardeşi bilir, onlara lutuf ve merhamet gozuyle bakar.

Şefkatlidir, insanların dertlerine bir karşılık beklemeden koşar. Boynu bukuklerin gonlunu alır, yetimleri bağrına basar.

KĂ‚inatla ve icindeki varlıklarla unsiyet icindedir. Tanış gibidir. Hicbir hĂ‚dise, onu korkutmaz, gozunu yıldırmaz. Kalbindeki îman kuvveti ile kĂ‚inata bile meydan okuyabilir.

Allah'ın kendisine bahşettiği nimetlerden O'nun iradesine uygun şekilde faydalanır ve tadar.

Olumden korkmaz. Zira, olumu bir hiclik ve yokluk kuyusu değil, hakikî hayatın ve ebedî saadetin başlangıc kapısı kabûl eder.

Dunyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi olan Allah'ın rızĂ‚sı ve izni dairesinde yer, icer ve rahatla yaşar. Misafirlik muddeti bitince de bu misafirhaneden huzurla ayrılıp ebedî mekĂ‚nına gider.

Allah'a inanan ve sevgiyle bağlanan kimse, inancsızlığın verdiği korkunc ızdırap ve elemlerden kurtulur.

Allah'a inanan kimsenin, kendine de, başkalarına da hicbir zararı dokunmaz. Kanunun olmadığı yerlerde bile Allah'ın onu her an gorduğu inancı, işlediği kotuluklerin cezasız kalmayacağı korkusu, onu kotuluklerden alıkor. Değil kotuluk, bil'akis elinden geldiğince herkese iyilik yapmaya, faydalı olmaya calışır.

Ruhunu iyi duşuncelerle doldurur, yuksek ahlĂ‚ka erer, icinden kotu hisleri kovar.

Allah'a inanmak ve O'na bağlanmak, insanı aynı zamanda gercek hurriyetine kavuşturur. Zira her şey'in Allah tarafından yaratıldığını bilen insan, yaratıklara değil, yaratana kul olur. Mahlûkattan değil, HĂ‚lıkdan korkar. Yalnız Allah'a guvenir, dayanır, O'ndan ister, O'na sığınır. Kula kul olmaz. Kimseye el acıp dilencilik ve dalkavukluk yapmaz.



Allah Sevgisi ve Allah Korkusu

İslĂ‚m'ın insanlara oğrettiği ilĂ‚hî esaslardan biri de, Allah'ı sevmek ve O'ndan korkmaktır.

Mu'min; nimeti, lutfu ve keremi sonsuz olan Rabbine karşı buyuk bir sevgi ve hurmetle bağlanacak, O'nun rahmet ve merhametinin her şey'i kuşattığını duşunecek, ne kadar gunahkĂ‚r olursa olsun, O'nun afvından umidini kesmiyecektir. Yuce Allah'ın rahmet, sevgi ve şefkati sonsuz ise de, bunun yanında kahr ve azĂ‚bının şiddetli olduğunu da unutmayarak O'ndan korkacak, gazabından emin olmayacaktır.

Korkunun ifratından yeis, yani, umidsizlik doğar. Pek fazla umidlenmek ise, insanı gaflete atar ve Ă‚kıbeti umursamamaya goturur. Bu bakımdan Allah'ın azĂ‚bından emîn olmak da, rahmetinden umîd kesmek de dînimizde yasaklanmıştır.

Şu halde mu'minin kalbi, Rabbinin huzurunda, korku ile umid arasında O'na lĂ‚yık bir kul olma heyecaniyle carpmalıdır.

Kur'Ă‚n-ı Kerîm'de mu'minlerin bu vasfına şu şekilde dikkat cekilmektedir:

"Mu'minler, Allah'ın rahmetini umarlar ve azĂ‚bından da korkarlar..." (İsrĂ‚: 57).

"Allah'a korku ve umid icinde dua ediniz" (A'rĂ‚f: 56) buyurulmaktadır.

İmanın kemĂ‚line delĂ‚let eden bu hĂ‚le beyne'l-havf ve'r-recĂ‚, yani, korku ile umid arasında olma hĂ‚li adı verilir.

Gercekten de Allah'a olan îmanın kemĂ‚li, sadece Allah'ı sevmek veya sadece O'ndan korkmakla gercekleşemez. İkisinin bir arada bulunması gerekir. İnsan, sevginin vereceği nazlanma ve şımarıklıktan ve rahmetine guven duygusunun sevkedeceği taşkınlık ve itĂ‚atsizlikten, ancak Allah korkusu ile kurtulabilir...

Sadece korkunun vereceği ye's ve umidsizlik halinden insanı kurtaracak da, Allah sevgisi, rahmetinin genişliğine ve afvının sonsuzluğuna olan inanctır. Bu sebeble "Hayrın başı Allah sevgisi; hikmetin başı da Allah korkusudur" denilmiştir.

Aslında, Allah'a olan sevgi kadar, O'ndan korkmak da son derece tatlı ve zevkli bir haldir...

Allah korkusunda nasıl bir lezzet ve ruhî haz olduğu şu şekilde izah edilmiştir:

"Ârif-i billĂ‚h, aczden, mehafetullah'dan (Allah korkusundan) telezzuz eder. Evet, havf'da (Allah korkusunda) lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir cocuğun aklı bulunsa ve ondan suĂ‚l edilse, "En leziz ve en tatlı hĂ‚letin nedir?" Belki diyecek: "Aczimi ve za'fımı anlayıp validemin şefkatli sinesine sığındığım hĂ‚lettir..."

Halbuki butun vĂ‚lidelerin şefkatleri ancak bir lem'a-i tecellî-i rahmettir (Allah'ın rahmetinin kucuk bir tecellîsidir).

Onun icindir ki kĂ‚mil insanlar, aczde ve havfullah'da oyle bir lezzet bulmuşlar ki kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah'a acz ile sığınmışlar, aczi ve havfı (korkuyu) kendilerine şefaatcı yapmışlar..." (Sozler)

Allah'ı sevmek ve O'ndan korkmak hususunda Peygamberimiz de şoyle buyurmuşlardır:

- "Mu'min kimse, Allah'ın azab ve ikabının miktarını bilseydi, hicbir kimse Cenneti umid etmezdi. KĂ‚fir de Allah'ın rahmetinin ne kadar cok olduğunu bilseydi hic kimse O'nun rahmetinden umid kesmezdi."

- "Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır, Cehennem de boyle..."

- "Sağılan sut memeye girmediği gibi Allah korkusundan ağlayan kimse de Cehenneme girmez. Allah yolunda carpışırken husule gelen tozla Cehennemin dumanı birleşmez."

- "Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur.

- "Herhangi biriniz olurken Allah'a husn-i zan etmeksizin (afv ve mağfiret edeceğini ummaksızın) olmesin."


Allah'ın Sıfatları

Her Muslumanın, Allah'ın butun kemĂ‚l sıfatlarına sahip, noksan sıfatların hepsinden de uzak olduğuna inanması farzdır.

Allah TeĂ‚lĂ‚ hakkında kabûl edilmesi vĂ‚cib olan kemĂ‚l sıfatları başlıca iki kısma ayrılır:

1. Tenzihî ve selbî sıfatlar

2. ZĂ‚tî ve subûtî sıfatlar

Tenzihî ve selbî sıfatlar şunlardır: Vucud, Kıdem, Beka, VahdĂ‚niyet, Muhalefetun lil-havĂ‚dis, Kıyam bi-nefsihî.

ZĂ‚tî ve subûtî sıfatlar ise şunlardır: Hayat, İlim, Semi', Basar, İrĂ‚de, Kudret, KelĂ‚m, Tekvîn.

Şimdi bunları sırası ile inceleyelim:

1- TENZİHÎ ve SELBÎ SIFATLAR

Vucûd:

Bu sıfat, Allah TeĂ‚lĂ‚'nın vĂ‚r olduğunu ifĂ‚de eder. Allah TeĂ‚lĂ‚'nın varlığı başka bir varlığa bağlı olmayıp, zĂ‚tının îcabıdır. Yani vucûdu, zĂ‚tıyla kaimdir ve zĂ‚tının vĂ‚cib bir sıfatıdır. Bu sebeble Hak TeĂ‚lĂ‚'ya VĂ‚cibu'l-Vucûd denilmiştir. BĂ‚zı KelĂ‚m Ă‚limleri, Vucûd sıfatına, sıfat-ı nefsiyye adını vermişlerdir.

Vucûd'un zıddı olan adem (yok olma) Allah TeĂ‚lĂ‚ hakkında muhaldir.

Allah'ın yok olduğunu iddiĂ‚ etmek, kĂ‚inatı ve icindeki varlıkları inkĂ‚r etmeyi gerektirir. Cunku her şey'i yaratan ve vĂ‚r eden O'dur.

Kıdem:

Kıdem, Allah TeĂ‚lĂ‚'nın varlığının başlangıcı olmaması demektir. Allah TeĂ‚lĂ‚ kadîmdir, ezelîdir. Yani once yok iken sonradan vĂ‚r olmuş değildir. Gecmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, CenĂ‚b-ı Hakk'ın vĂ‚r olmadığı bir an, bir zaman, tasavvur edilemez. Aslında zaman ve mekĂ‚nı yaratan da O'dur. Allah TeĂ‚lĂ‚ zaman ve mekĂ‚n kayıtlarından munezzeh, ezelî ve kadîm bir ZĂ‚t-ı ZulcelĂ‚ldir.

Kıdem'in zıddı olan hudûs (sonradan olma, belli bir zamanda yaratılma) Allah TeĂ‚lĂ‚ hakkında muhaldir.

Beka:

Beka, Allah TeĂ‚lĂ‚'nın varlığının sonu olmaması, daima var bulunması demektir.

Allah TeĂ‚lĂ‚'nın varlığının başlangıcı olmadığı gibi, sonu ve nihayeti de yoktur. O hem kadîm ve ezelî, hem de bĂ‚ki ve ebedîdir. ZĂ‚ten kıdemi sĂ‚bit olan bir varlığın, bekası da vĂ‚cib olur.

Beka'nın zıddı fena, yani, bir sonu olmaktır. Bu ise, Allah TeĂ‚lĂ‚ hakkında muhaldir.

Muhalefetun lil-havÂdis:

Allah'ın, sonradan vucud bulan varlıklara benzememesi demektir.

Allah TeĂ‚lĂ‚ ne zĂ‚tında, ne de sıfatlarında kendi yarattığı varlıklara benzemez.

Biz Allah'ı nasıl duşunursek duşunelim, O, hĂ‚tır ve hayĂ‚limize gelenlerin hepsinden başkadır. Cunku hĂ‚tıra gelenlerin hepsi hĂ‚dis, yani, sonradan yaratılmış, yok iken vĂ‚r edilmiş şeylerdir. Allah TeĂ‚lĂ‚ ise, vucûdu vĂ‚cib, kadîm ve bĂ‚kî, her şeyden mustağnî, her turlu noksandan uzak, butun kemĂ‚l sıfatlara sahip olan İlĂ‚hî ve mukaddes bir zĂ‚tdır.

Şubhe yok ki, boyle yuce bir ZĂ‚t, once yok iken sonra vĂ‚r olan, bil'Ă‚hare tekrar zeval bulan varlıklara benzemez.

Nitekim CenĂ‚b-ı Hak kendi zĂ‚tını Kur'Ă‚n-ı Kerîm'de:

"Onun "Hak TeĂ‚lĂ‚'nın) benzeri yoktur. O, her şey'i işitici ve gorucudur" (Şûra: 11) sozleriyle tavsif etmiştir.

Peygamber Efendimiz de (asm) bu mĂ‚nayı te'yiden:

"Her ne ki senin aklına geliyor, işte Allah TeĂ‚lĂ‚ onun gayrısıdır" buyurmuştur.

Kıyam Bi-nefsihî:

Allah TeĂ‚lĂ‚'nın, başka bir varlığa ve hicbir mekĂ‚na muhtac olmadan zĂ‚tı ile kaim olması demektir.

Mevcudatın hepsi, sonradan vucuda gelmiştir. Bu sebeble de bir Yaradana ve bir mekĂ‚na muhtacdırlar. Buna mukabil her şeyin yaratıcısı olan Allah TeĂ‚lĂ‚'nın vucûdu, zĂ‚tının gereğidir ve varlığı hicbir şey'e muhtac değildir.

Şayet Allah da vĂ‚r olabilmek icin başka bir varlığa muhtac olsa idi, O da mahlûk olur ve her şey'in HĂ‚likı ve başlangıcı olmazdı.

Halbuki O, her şey'in HĂ‚likı ve yaratıcısıdır. O'ndan başka her şey mahlûktur. HĂ‚lık ise, mahlûkuna asla muhtac olmaz.

Vahdaniyet:

Allah'ın bir olması demektir.

Vahdaniyet, Allah TeĂ‚lĂ‚'nın kemal sıfatlarının en onemlisidir. Cunku bu sıfat, Allah TeĂ‚lĂ‚'nın zĂ‚tında, sıfatlarında, fiillerinde bir olduğunu; saltanat ve icraatında ortaksız bulunduğunu ifade etmektedir.

Bu sıfatın zıddı olan birden fazla olmak (taaddud) ve bir ortağı bulunmak (teşerruk) Allah hakkında muhaldir.

İslĂ‚m dîninde, hattĂ‚ butun hak dinlerde, tevhid, yani, Allah'ın birliği (tevhid) akîdesi, îman esaslarının ve tum dinî inancların temelini teşkîl eder. Kalbde tevhid akîdesi bulunmadıkca, Allah indinde hicbir inanc, hicbir amel, makbûl değildir. Bu sebeble İslĂ‚miyet, beşeriyete her şeyden once tevhid inancını sunmuş ve butun insanlığı Allah'ı birlemeğe, şerîk ve nazîrden tenzîhe cağırmıştır. Hak dinler ile bĂ‚tıl dinlerin ayrıldığı en muhim nokta da, bu husustur. Cunku bĂ‚tıl dinler de Allah'ın varlığını kabûl etmekte, fakat İlĂ‚hî sıfatlarda, bilhĂ‚ssa, vahdaniyet sıfatında hatĂ‚ya duşerek, O'na nazîr ve ortaklar koşmaktadırlar.

Bu bakımdan, Allah'ın varlığını kabûlden sonra en muhim hakikat, tevhid inancı olmaktadır. Tevhid inancı olmadan Allah'a îmanın bir mĂ‚nası ve değeri kalmamaktadır.

Kur'an'da Allah'ın birliği ve tevhid inancı uzerinde duran Ă‚yetlerden bĂ‚zıları şunlardır:

"De ki Allah birdir." (İhlĂ‚s: 1).

"Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (FĂ‚tır: 3).

"Onunla (Allah ile) birlikte hicbir ilĂ‚h yoktur. (Eğer olsaydı) her ilĂ‚h kendi yarattığını kabûllenir (ve korur) ve mutlaka birisi diğerine galebe eder (ustun gelir)di." (Mu'minûn: 91).

"Yer ve gokte Allah'tan başka ilĂ‚hlar olsaydı, yerin de, goğun de nizĂ‚mı bozulur, harĂ‚b olurdu." (EnbiyĂ‚: 22).

2- ÊZÂTÎ ve SUBÛTÎ SIFATLAR

Bu sıfatlar, selbî sıfatlar gibi Allah'ı noksanlıklardan tenzîh eden îtibarî vasıflar olmayıp, CenĂ‚b-ı Hakk'ın zĂ‚tı ile kĂ‚im olan ezelî ve hakikî sıfatlardır.

Bu sıfatlara ayrıca sıfat-ı meĂ‚nî ve sıfat-ı ilmî de denir.

Subûtî sıfatlar, Eş'arîlere gore 7, MĂ‚turidîlere gore, 8'dir. Şimdi bunları sırası ile inceleyelim:

HayÂt:

CenĂ‚b-ı Hakk'ın hayat sĂ‚hibi olması, hayat sıfatiyle muttasıf bulunması demektir.

CenĂ‚b-ı Hak hakkında vĂ‚cib olan bu sıfat, mahlûkatta gorulen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan gecici ve maddî bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Butun hayatların kaynağı olan hakikî hayattır.

Hayat sıfatı, İlim, İrĂ‚de, Kudret gibi kemĂ‚l sıfatlariyle yakından ilgilidir. Bu sıfatların sĂ‚hibi bir zĂ‚tın, hayat sĂ‚hibi olması zarurîdir. Cunku olu bir varlığın ilim, irade ve kudret gibi kemĂ‚lĂ‚tın sĂ‚hibi olacağı duşunulemez.

Bunun icindir ki, hayat sıfatını, CenĂ‚b-ı Hakk'ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla vasıflanmasını sağlayan ezelî bir sıfattır, diye tĂ‚rif etmişlerdir.

Hayat sıfatının zıddı memĂ‚t, yani, olu olmaktır. Bu ise Allah hakkında muhaldir.

İlim:

Allah TeĂ‚lĂ‚'nın her şey'i bilmesi, ilminin her şey'i kuşatması demektir.

Bu Ă‚lemi en guzel şekilde, en mukemmel bir nizĂ‚m uzere yaratan ve onu idare eden ZĂ‚t-ı Akdes'in, yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir. Zira hakikatı, faydası, luzum ve hikmeti bilinmeyen bir şey, nasıl yaratılabilir? O halde yaratıcının bir şey'i yaratabilmesi icin, evvelĂ‚ ilim sĂ‚hibi olması, sonra o ilmin icablarına gore yaratması şarttır. Bundan başka, îman ve sĂ‚lih amel sĂ‚hiplerini mukĂ‚fatlandırmak, isyan eden ve kotu yolda olanları da cezalandırmak, ancak bu kimselerin yaptıklarını butun teferruatı ile bilmekle mumkundur.

İlmin zıddı cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Butun bunlar Hak TeĂ‚lĂ‚ hakkında muhaldir.

İrĂ‚de:

Allah'ın bir şey'in şoyle olup da boyle olmamasını dilemesi; her şey'i dilediği gibi tayin ve tesbit etmesi demektir.

Allah TeĂ‚lĂ‚ kĂ‚mil bir irĂ‚de sahibidir. Bu kĂ‚inatı ezelî olan irĂ‚desine uygun olarak yaratımştır.

Bu kĂ‚inatta olmuş ve olacak her şey Allah'ın dilemesi ve irĂ‚de etmesiyle olmuş veya olacaktır. O'nun her dilediği mutlaka olur, dilemediği de asla vucûd bulmaz. Bu hususta Kur'an'da:

"Allah dilediğini yaratır. Bir işe hukmederse (yani onu dilerse) ona ancak 'ol' der, o da oluverir" (Âl-i İmrĂ‚n: 47) buyrulur. Hadîs-i şerîfte de: "Allah'ın dilediği oldu, dilemediği de olmadı" denilmiştir.

İrĂ‚de sıfatından başka meşîet adında mustakil bir sıfat yoktur.

Cunku, irade ve meşîet aynı mĂ‚naya gelir. Nitekim meşîet, Kur'an'da ve hadîslerde irĂ‚de mĂ‚nasına kullanılmıştır.

Kudret:

Kudret, Hak TeĂ‚lĂ‚'nın varlıklar uzerinde irĂ‚de ve ilmine uygun olarak te'sir ve tasarruf etmesi, her şey'i yapmağa ve yaratmaya gucu yetmesi demektir.

Allah TeĂ‚lĂ‚'nın sonsuz bir kudret sahibi olduğuna ve her şey'e kadir bulunduğuna, gormekte olduğumuz şu kĂ‚inat ve ihtiva ettiği guzellik ve şaşmaz nizam en buyuk delildir.

Tekvin:

Tekvin; îcad ve yaratma demektir. Tekvin'i mĂ‚dum (yok) olan bir şey'i yokluktan cıkarmak, vucûda getirmek diye îzah etmişlerdir.

Tekvin, Ehl-i Sunnet'in iki hak itikadî mezhebinden biri olan MĂ‚turidîlere gore, ilim, irade ve kudret sıfatından ayrı bir sıfattır.

Yine MĂ‚turidîlere gore, Hak TeĂ‚lĂ‚'nın yaratmak, rızık ve nimet vermek, azĂ‚b vermek, diriltmek, oldurmek gibi butun fiilleri, tekvin sıfatına rĂ‚cidir. Onun eser ve tecellîsi sayılır. Bunlara sıfat-ı fi'liyye (fiilî sıfatlar) da denilir.

Kudret ve tekvin, birer kemal sıfatı olup zıdları olan acz, Allah hakkında muhaldir.

Eş'arîlere gore ise: Allah'ın tekvin sıfatı diye ayrı, mustakil bir sıfatı yoktur. Tekvin, kudret sıfatının makdûrata (yaratılması takdîr edilmiş şeylere) yaratma Ă‚nında taallûkundan ibarettir. Yani tekvin, kudret sıfatı icinde itibarî bir vasıf olmaktadır.

Allah TeĂ‚lĂ‚'ya Mukevvin isminin verilmesi, O'na, kudret sıfatından ayrı, Tekvin adında bir sıfatın isnĂ‚d edilmesini gerektirmez. İcad etmek, yaratmak, bilfiil vucuda getirmek, Hak TeĂ‚lĂ‚'nın Kudret sıfatıyla olur.

MĂ‚turidîler Tekvin sıfatını Kudret sıfatından ayrı bir sıfat kabûl ettiklerinden, zĂ‚tî ve subûtî sıfatları 8 olarak sayarlar. Eş'arîlere gore ise bu sıfatlar 7'dir (SıfĂ‚t-ı Seb'a).

Semi' ve Basar:

Allah'ın her şey'i işitip, her işi gormesi demektir.

Sem' ve basar sıfatları da Allah'ın ezelî ve ebedî kemĂ‚l sıfatlarındandır.

Allah'ın işitip gormesine, uzaklık - yakınlık, gizlilik - acıklık, karanlık - aydınlık gibi mefhumlar bir engel teşkil edemezler.

O, icimizdeki fısıltıları, kalbden ve gonulden yaptığımız duaları işitir. Hikmetine uygun şekilde karşılık verir.

Hak TeĂ‚lĂ‚'nın Semî' ve Basîr, yani, her şey'i en iyi işitici ve en iyi gorucu olduğu, Kur'Ă‚n-ı Kerîm'de defalarca zikredilmiştir.

Sem' ve Basar sıfatları birer kemĂ‚l sıfatı olduğundan, zıdları olan a'mĂ‚lık (gormemek) ve sağırlık (işitmemek) ZĂ‚t-ı BĂ‚rî hakkında muhal olan noksan vasıflardandır.

KelÂm:

Allah TeĂ‚lĂ‚'nın harfe ve sese muhtac olmadan konuşması demektir.

Allah TeĂ‚lĂ‚'nın kelĂ‚m, yani, soyleme, konuşma sıfatı vardır. Bu sıfat ezelî ve ebedîdir. Bu sebeble Allah'a Mutekellim denilir. Kur'Ă‚n-ı Kerîm'e de KelĂ‚mullah tabir edilir.

Allah'ın peygamberlerine bildirdiği vahiyler, onlara verdiği İlĂ‚hî kitablar, mahlûkatına gonderdiği ilhamlar, hep O'nun KelĂ‚m sıfatının bir tecellîsidir.


ALLAH'IN VARLIĞINI İSBAT EDEN DELİLLER (İSBÂT-I VÂCİB)
Allah'ın varlığını bize bildiren ve anlatan pek cok delil vardır. Bu delilleri başlıca 3 grupta toplamak mumkundur:

1. Dış Ă‚lemden yani, kĂ‚inattan cıkarılan tabiî deliller,

2. Akıl yoluyla elde edilen "metafizik" deliller.

3. İnsan tabiatından cıkarılan ahlĂ‚kî ve vicdanî deliller...

Dış Âlemden Cıkarılan Tabiî Deliller:

Allah'ın varlığına en buyuk delil, şu muhteşem kĂ‚inat ve o kĂ‚inat icinde yaşayan varlıklar, cereyan eden işler ve olaylardır. KĂ‚inat, Ă‚deta bir kitab gibi, her cumlesi, her satırı, her kelimesi ve her harfiyle Allah'ın varlığını gostermekte; birliğini isbat etmektedir.

KĂ‚inatın Allah'ın varlığına olan bu şehadeti, şu cumlede vecîz bir şekilde ifade edilmiştir:

"KĂ‚inatta atomlardan galaksilere kadar her bir varlıkta, Allah'ın varlığına ve birliğine delĂ‚let eden nice Ă‚yetler, işaretler, şehadetler vardır."

"Allah'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır" sozu de aynı mĂ‚nayı ifade etmektedir.

KĂ‚inat kitabının ihtiva ettiği bu delilleri, başlıca 4 grupta toplayabiliriz:

1. Hudûs (sonradan vĂ‚r olma) delilleri: Bunlar kĂ‚inatta gorulen varlıkların hal ve sıfatlarından cıkarılan delillerdir.

2. İmkĂ‚n delilleri: Bunlar, Ă‚lemin yoktan vĂ‚r edilmesinden cıkarılan delillerdir.

3. Hareket delili: Maddede bulunan hareket ozelliğinden cıkarılan delildir.

4. İbdĂ‚ ve gĂ‚ye delili: Âlemdeki nizamdan ve her şey'in bir gĂ‚yeye gore yaratıldığı esasından cıkarılan delildir.

Şimdi bunları kısaca gorelim:

I - Hudûs delilleri:

Bu Ă‚lemin hĂ‚dis olduğuna, yani, sonradan vĂ‚r olduğu ve bu bakımdan evveli olmayan kadîm bir yaratıcıya muhtac bulunduğuna dair bircok deliller ile surulmuştur. Bunları iki delil halinde hulĂ‚sa etmek mumkundur:

1. Cisimlerin hudûsu esasına dayanan delil.

2. İhtirĂ‚ (îcad etme) delili.

1 - Cisimlerin hudûsu esasına dayanan delil, İslĂ‚m İlĂ‚hiyat Ă‚limleri olan KelĂ‚mcıların delilidir. Bu delili şoyle bir kıyasla beyĂ‚n ederler:

Bu Ă‚lem, sûreti ve maddesiyle hĂ‚distir. Yani, cisimlerin sûreti de, maddesi de yok iken sonradan vĂ‚r edilmiştir.

Her hĂ‚dis mutlak bir muhdise (mûcid ve yaratıcıya) muhtactır. O halde bu Ă‚lem de bir muhdise muhtactır.

O da Allah TeĂ‚lĂ‚'dır.

2 - İhtirĂ‚ delili:

Bu delil, Kur'an'da zikri gecen bir delildir. Kur'an'da yaratılış keyfiyetinden soz eden butun Ă‚yetler, ihtirĂ‚, yani, îcad delilini ifade etmektedir. Bu delili Kur'an'da ilk defa İslĂ‚m filozofu İbn-i Ruşd bulmuş ve ifade etmiştir.

Bu delilin hulĂ‚sası ise şudur:

Gokler ve yer, bitkiler ve hayvanlar v.b. gorunen her şey, ihtirĂ‚ (îcad) olunmuştur.

Her ihtirĂ‚ olunana bir ihtirĂ‚ edici lĂ‚zımdır.

O halde şu mevcûdatın da bir ihtirĂ‚ edicisi vardır.

O da Allah TeĂ‚lĂ‚'dır.

II -İmkĂ‚n esasına dayanan deliller:

Bu metodla Allah'ın varlığını isbat, bĂ‚zı kelĂ‚m Ă‚limleri ile İslĂ‚m feylesoflarının yoludur. Bu deliller de pek coktur. En meşhuru, "Bu Ă‚lemin mumkin olması delili"dir. Bu delil, kıyas yoluyla şoyle ifade edilmiştir:

Bu Ă‚lem bir mumkinler mecmuasıdır. (Mumkin; vucudu da, ademi de eşit olan, yani, vĂ‚r olması da yok olması da aklen cĂ‚iz bulunan şey demektir.)

Her mumkin, vĂ‚r olabilmesi icin yokluğuna varlığını tercih edecek bir mureccihe, muessir bir kuvvete muhtactır.

O halde mumkinler topluluğu olan bu Ă‚lem de, vĂ‚r olabilmek icin boyle muessir bir kuvvete muhtactır.

O muessir kuvvet de, bu Ă‚lemin dışında, vucûdu zĂ‚tına vĂ‚cib olan bir varlıktır. O da Allah'tır.

III - Maddede bulunan hareket vasıtasıyla Allah'ı isbat delili:

BĂ‚zı ilĂ‚hiyatcılar da, hudûs delilinde zikri gecen maddenin daima hareket hĂ‚linde oluşundan cıkarılan bir delil ile, Allah'ı isbat ederler. Bu delilin hulĂ‚sası da şudur:

Şu Ă‚lemde bulunan madde ve ondaki hareket, bugun ilmen sĂ‚bittir.

Bu madde ve ondaki hareket, ezelî değildir.

Vucûdu vĂ‚cib olan Allah'ın îcadı ve tahrîki iledir.

Gercekten de gunumuzdeki gelişmeler, kĂ‚inatla ilgili ortaya konulan yeni bilgi ve teoriler, bize kĂ‚inatın kadîm ve ezelî olamıyacağını apacık gostermektedir. BilhĂ‚ssa kĂ‚inatın doğuşu ile ilgili Bigbang teorisi, maddenin ezeliyet ve kıdemini temelden yıkmıştır.

IV - İbdĂ‚' ve gĂ‚ye delili:

İbdĂ‚': Bir şey'i, benzeri veya orneği olmadan guzel ve mukemmel bir şekilde vucuda getirmektir.

GĂ‚ye ise, bir şey'in neticesi; o şey'in varlığına bağlı fayda ve onun vucudunu gerektiren hikmet demektir.

Bu delil, Sokrat'tan bu yana, butun ilĂ‚hiyatcı filozofların onem verdiği bir delildir. Diğer bir adı da "Nizam" delilidir. Kur'an-ı Kerîm'de Ă‚lemdeki ibdĂ‚ ve gĂ‚yeyi belirten pek cok Ă‚yet vardır. Buyuk İslĂ‚m filozofu İbn-i Ruşd bu bakımdan bu delili, Kur'an'ın delillerinden sayar ve "inĂ‚yet delili" adını verir.

Bu delil, kĂ‚inatı ve kĂ‚inatın cuzlerini ve nevilerini bozulmaktan, dağılmaktan kurtarıp butun hususiyetleriyle birlikte intizam altına alan ve kĂ‚inata hayat veren muhteşem bir nizamın varlığı esasına dayanmaktadır.

KĂ‚inatta tecelli eden butun hikmetlerin, faydaların menşe'i bu nizamdır. Kur'an'da varlıkların menfaat ve maslahatlarından bahseden butun Ă‚yetler, bu nizamı gostermektedir. Binaenaleyh butun maslahatların ve menfaatlerin mercii olan ve kĂ‚inata hayat veren boyle bir nizam, elbette bir NĂ‚zım'ın vucuduna delĂ‚let eder. Ayrıca o NĂ‚zımın kasd ve hikmetini de gozler onune serer.

KĂ‚inat nizamının varlığı, bugun ilim ve fenler tarafından butun acıklığı ile ortaya konulmuştur. Cunku, fen ilimlerindeki kullî kanunlar ve umumî prensipler, kĂ‚inat nizamının yukseklik ve guzelliğinin reddi imkĂ‚nsız şĂ‚hidleridirler. Nizam olmasa, kulliyet ve kanuniyetten soz edilemez, fen ilimlerinin varlığından bahsedilemezdi.

Allah'ın varlığını isbat sadedinde dış Ă‚lemden cıkarılan tabiî delillerin hulĂ‚sası budur. Konuyu İbn-Ruşd'un şu cumlesiyle tamamlıyalım:

"Allah'ın varlığını tam mĂ‚nasıyla anlamak ve bu hususta tam bir bilgi sahibi olmak isteyenler icin, yeryuzundeki varlıkları incelemeleri vĂ‚cibdir. [Bu hususta yazılan ilmî eser ve incelemeleri okumak da kifĂ‚yet eder]. İnsanı Allah'ı bilmeye ve O'na inanmaya goturen en doğru yol da budur..."

Akıl Yoluyla Cıkarılan Metafizik Deliller:

Batılı ilĂ‚hiyatcı filozoflar, Allah'ın varlığını isbat icin bircok aklî deliller ileri surmuşlerdir. Bunların en muhimi, modern felsefenin kurucusu olarak bilinen meşhur Fransız filozofu Dekart (Descartes) tarafından ifade edilen, "kemĂ‚l" ve "nĂ‚mutenĂ‚hî" fikirlerine istinad ettirilen iki metafizik delildir. Bu iki delil, birbirinin tamamlayıcısı mahiyetindedir. HulĂ‚sası şudur:

İnsanın noksan bir varlık olmasına rağmen, nĂ‚mutenĂ‚hî (sonsuzluk) fikrini taşıması; kemĂ‚l sıfatlarına sĂ‚hip, nĂ‚mutenĂ‚hî bir varlığın vucudunu gostermektedir. O da butun kemĂ‚llerin ve sonsuzluğun sĂ‚hibi Allah'tır.

Beşer Tabiatından Cıkarılan AhlĂ‚kî ve VicdĂ‚nî Deliller:

Bu konuda ileri surulen başlıca deliller şunlardır:

1. İnsanlık tarihi ve umumun şehĂ‚deti delili:

İnsanlık tarihi bize en ilkel devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda din inancının ve Allah fikrinin var olduğunu gostermektedir. Butun insanlar her asırda İlĂ‚hî bir kudretin varlığına inanagelmişler ve bir dine sĂ‚hip olmuşlardır. Nereye gidilmişse orada basit ve bĂ‚tıl bile olsa, din ve Allah fikrine rastlanmıştır. Gecmiş devirlerde ceşitli şekillerde putlara tapanlar, ateşi, yıldızları takdîs edenler dahi butun bunların ustunde buyuk bir kudretin vĂ‚r olduğuna, her şey'i yaratan ve terbiye eden, esirgeyen sonsuz bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar; dış Ă‚lemde taptıkları şeyleri O'na yaklaşmak icin birer vesile edinmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini tanımayan milletlerde gorulen bu mutlak inanc birliği; din fikrinin umumî, Allah inancını fıtrî olduğunu isbat etmektedir.

Fıtrat yalan soylemeyeceği icin, butun insanlar arasında gorulen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsız bir şey olamaz. O halde insanlık tarihinin ittifakla kabûl ettiği Allah fikri, şubhe goturmez bir gerceği ortaya koymakta ve CenĂ‚b-ı Hakk'ın varlığına kuvvetli bir delil teşkil etmektedir.

2. İnsanın fıtratından ve taşıdığı duygulardan cıkarılan deliller:

İnsanın duygularında, arzu ve isteklerinde bir sonsuzluk vardır. Ruhunda hayra ve guzelliğe doğru buyuk bir meyil ve sonsuz bir hasret mevcuttur. Sonra insanlarda akıl ve idrĂ‚k, irade ve ihtiyar da bulunmaktadır. Mahdut ve noksan olduğu halde, sonsuz bir hayra ve en mukemmele doğru yonelen bu duygular, şubhe yok ki, sonsuz ve ekmel olan bir varlığın yani Allah'ın mevcudiyetini isbat etmektedir.

Ayrıca, insan fıtrat ve vicdanında, duşmanlarına mukabil istinad noktası, ihtiyacları karşısında da istimdad noktası olmak uzere iki zarurî hakikat vardır. Bu hakikatler, ancak Allah'ın varlığına dayanır ve O'nun sonsuz kudretinden yardım gorurse bir mĂ‚na ve değer kazanabilir. Her vicdanda ve fıtratta bulunan bu istinad ve istimdat noktaları, Allah'ın varlığını gosteren birer pencere olmaktadır. Bu bakımdan insan aklı, duşunme melekesini kaybetse bile, vicdan Allah'ı unutmaz.

Allah'ın varlığını isbat icin serdedilen delillerin umumî bir değerlendirilmesini yapacak olursak:

KelĂ‚mcıların kullandıkları hudûs ve imkĂ‚n delilleri, uzun ve anlaşılması zor delillerdir. Bu sebeble vehimlerden uzak kalamamıştır.

Filozof ve ilĂ‚hiyatcıların aklî delilleri ise, o da vesveselerden butunuyle uzak değildir.

Bunlar dışında, Kur'an'ın ortaya koyduğu 2 delil vardır ki, bunlar Allah'ın varlığını isbat (isbĂ‚t-ı vĂ‚cib) konusunda serdedilen delillerin en kuvvetlisi, en sağlamı, tereddudlerden en uzak olanıdır. Bu iki delilden birisi, nizam veya diğer ifadeyle inĂ‚yet ve gĂ‚ye delilidir. İkincisi de ihtirĂ‚ delilidir... Bunları yukarıda kısaca izah etmiştik...


TEVHİD DELİLLERİ
Burhan-ı Temanu':

İslĂ‚m İlĂ‚hiyat Ă‚limleri (KelĂ‚mcılar) Allah'ın birliğini isbat icin ceşitli deliller zikretmişlerdir. Bunların en onemlisi Burhan-ı temanu' delilidir.

Her akl-ı selim sĂ‚hibi bilir ki, ulûhiyet sıfatına sahip olan ve vucudu haricten bir varlığın değil, zĂ‚tının gereği bulunan varlık, tam bir kudret mĂ‚liki, mutlak bir hukum ve galebe sĂ‚hibidir. Bu hĂ‚l, ulûhiyetin îcabıdır. O halde ilĂ‚h olan varlığın kudret ve kuvveti karşısında durabilecek bir rakibi bulunmaması gerekir. Aksi takdirde kudreti noksan, kendisi nĂ‚kıs bir varlık olur. Boyle bir varlık da ilĂ‚h olamaz.

Şimdi her bakımdan birbirine denk iki ilĂ‚h bulunduğunu farz edelim. Yaratmakta ve hukmetmekte bağımsız hareket etmeleri ilĂ‚hlığın tabiatı icabı bulunduğundan, bu iki ilĂ‚hın her zaman ittifak edip anlaşmaları imkĂ‚nsızdır. Tam bir kudret ve galebe sahibi olan her bir ilĂ‚hın, kendi arzusuna muhalefet edilmesine rıza gostermesi de muhaldir.

Şu halde, her bakımdan birbirine eşit iki ilĂ‚hın bulunduğunu farzettiğimizde, aralarında ihtilĂ‚f ve arzularında catışma olacağı kesindir.

Boyle bir ihtilĂ‚f sonunda, meselĂ‚ ilĂ‚hların biri bir şey'in olmasını, diğeri de olmamasını istese, aklen şu uc ihtimalden biri olacağı muhakkaktır.

1. Ya iki ilĂ‚hın da dediği olacaktır.

2. Veya her ikisinin de dediği olmayacaktır.

3. Yahut ilĂ‚hlardan birinin istediği olurken, diğerininki olmayacaktır.

Bu ihtimallerden herbiri de aklen muhal ve imkĂ‚nsızdır.

Her ikisinin de istediği olsa, bir anda bir şey'in hem olması, hem de olmaması, yani, vucud ve adem gibi iki zıddın bir araya gelmesi durumu ortaya cıkar ki, bu mantıken imkĂ‚nsızdır.

Her iki ilĂ‚hın da istediklerinin olmaması, bir anda bir şey'in hem vucuddan, hem de ademden mahrum kalması, yani, zıdların ortadan kalkması demektir ki, bu da aklen ve mantıken muhaldir.

Bundan başka, istekleri yerine gelmeyen ilĂ‚hların acziyete duşmeleri de soz konusudur. Âciz olan varlıklar ise, ilĂ‚h olamazlar, bir şey yaratamazlar.

Ucuncu ihtimal gereğince, ilĂ‚hlardan birisinin arzusu tahakkuk eder, diğerininki tahakkuk etmezse; arzusu yerine gelmeyen ilĂ‚h Ă‚ciz olur, Ă‚ciz olan ise ilĂ‚h olamaz.

Ayrıca ulûhiyet sıfatlarında eşit olduklarını zikrettiğimiz iki ilĂ‚htan birinin Ă‚ciz olduğu sabit olunca, Ă‚ciz olana eşit olan diğerinin de Ă‚ciz olacağı sabit olur. Boylece her iki ilĂ‚hın da aczi lĂ‚zım gelir. Âciz olan varlıklar da ilĂ‚h olamazlar.

Bu şekilde butun ihtimallerin bĂ‚tıl olduğu ortaya cıkınca, iki ilĂ‚h faraziyesinin bĂ‚tıl olduğu da kendiliğinden sabit olur. O halde ilĂ‚h tektir. O da vucudu ezelî, ebedî, zĂ‚tının gereği, mutlak kemal, mutlak kudret ve azamet sĂ‚hibi olan Hak TeĂ‚lĂ‚'dır.

Bu delile, Burhan-ı TemĂ‚nu' adı verilmiştir.

Tevhidi isbĂ‚t eden daha başka deliller de ileri surulmuştur. Muhim gorduğumuz bĂ‚zılarına kısaca temas edelim:

"HĂ‚kimiyetin ortak tanımaması" delili:

HĂ‚kimiyetin en esaslı ve vazgecilmez kanunu, istiklĂ‚liyettir. Yani, gayrın mudahalesini ve saltanata ortaklığını reddir.

HĂ‚kimiyetin zayıf bir golgesine ve kucuk bir cilvesine mazhar olan Ă‚ciz insanların bile, istiklĂ‚liyetlerini muhafaza icin dış mudahaleleri nasıl şiddetle reddettiği ve kendi işine başkalarının karışmasına nasıl musamahasız davrandığı meydandadır. HattĂ‚ hĂ‚kimiyetine karışabilir tevehhumuyle, en dindar padişahlar bile, mĂ‚sum cocuklarını ve sevdikleri kardeşlerini oldurtmuşlerdir. Bu da hĂ‚kimiyette gayrın mudahalesine yer olmadığı gerceğinin ne derece kat'î ve esaslı olarak hukmettiğini apacık gostermektedir.

Acaba Ă‚ciz ve yardıma muhtac insanlardaki hĂ‚kimiyetin bir golgesi bu derece mudahaleyi reddeder, hĂ‚kimiyetinde iştirĂ‚ki kabûl etmez, istiklĂ‚liyetini ne pahasına olursa olsun muhafazaya calışırsa; elbette "rububiyet derecesinde mutlak hĂ‚kimiyeti, ulûhiyet derecesinde mutlak Ă‚miriyeti, ehadiyet derecesinde mutlak istiklĂ‚liyeti olan" CenĂ‚b-ı Hakk'ın ne derece şerikten, ortaktan, nazîrden, rakipten uzak olacağı anlaşılır.

Bu bakımdan istiklĂ‚liyet ve infirad (teklik), Allah'ın mutlak hĂ‚kimiyetinin zaruri bir neticesidir.

Nizam delîli:

KĂ‚inat yuzunde zerrelerden yıldızlara kadar varlıkların tek tek herbirinde ve umumunda gorulen nihayet derecede mukemmel bir nizam ve intizam, tevhide en buyuk delil, en parlak burhandır. Cunku kĂ‚inattaki ilĂ‚hî icraat ve îcada, bir tek SĂ‚ni'den başkasının mudahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve muvazene bozulacak ve her tarafta intizamsızlık eseri gorunecekti.

Zerrelerden yıldızlara kadar hicbir şeyde, hicbir karışıklık, intizamsızlık gorulmemektedir. Bu hal, gayet parlak bir şekilde SĂ‚ni'in vahdetine, mulkunde ortağı, yardımcısı, rakîbi olmadığına şehadet etmektedir.

"Vahdette kolaylık, kesrette zorluk olduğu" delîli:

Eşyanın îcadı, bir tek SĂ‚ni' ve HĂ‚lika verilirse, bir tek varlık gibi kolay olur. Eğer tabiata, tesadufe isnad edilirse, bir tek sinek, semĂ‚vĂ‚t kadar; bir cicek bir bahar kadar; bir meyve bir bahce kadar, zor ve muşkilĂ‚tlı olur. KĂ‚inatta eşyanın îcadında nihayetsiz bir suhûlet ve kolaylık gorulduğune gore, SĂ‚ni'in tek ve vĂ‚hid olduğu anlaşılır...


ŞİRK: Şirk nedir?
Şirk kelimesi, ortaklık demek olup, tevhid kelimesinin zıddıdır. Şerik ise, ortak demektir.

Kur'Ă‚n-ı Kerîm insanları tevhide, yani, Allah'ın birliğini kabûle dĂ‚vet etmiş, O'na zĂ‚tında, sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik (ortak) kılmaktan şiddetle men'etmiştir.

Kur'Ă‚n-ı Kerîm, ayrıca şirkin pek buyuk bir gunah ve zulum olduğunu, Hak TeĂ‚lĂ‚'nın kendisine şirk koşulmasını asla afvetmiyeceğini, bundan başka olan gunahları - dileyeceği kimseler icin - afv edeceğini de bildirmiştir.

Yeryuzundeki herşey kendi emrine ve hizmetine verilmiş ve idaresine terkedilmiş olan insanın, kendi hizmetinde olan bĂ‚zı varlıkları ilĂ‚h kabûl ederek Allah'ı bırakıp onlara ibĂ‚det etmesi ve onları Allah'a şerik koşması gercekten son derece ağır bir gunah, buyuk bir zulumdur.

Şirkin gunah ve zulum oluşu, sadece Allah'ın hukukuna karşı bir tecavuz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı zamanda kĂ‚inatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da buyuk bir hakaret ve tecavuzdur.

Şirkin nevileri
Şirkin başlıca nevileri şunlardır:

1. Allah'ı bırakarak, O'ndan başka canlı veya cansız varlıklara tapmak ve onlara ibĂ‚det etmektir.

Hayır ilĂ‚hı, şer ilĂ‚hı diye iki ayrı ilĂ‚ha tapan Mecusîlerin şirki bu nevidendir.

2. Allah'a inanmakla beraber, O'na başka varlıkları şerik (ortak) koşmak, yani, Allah'tan başka bĂ‚zı varlıkların da ulûhiyet sıfatı ile muttasıf olduğuna inanmaktır.

Hıristiyanlıktaki teslis akîdesi bu kısma girer...

3. Bu Ă‚lemin yaratıcısının bir olduğunu kabûl etmekle birlikte, O'na yakınlığı te'min icin, put, heykel gibi cansız eşyaya ibĂ‚det etmektir. Putperestlik bu kısma girer.

4. Şirkin diğer bir şekli de, insanların bĂ‚zı insanları Rab kabûl etmeleri, yani, onlara koru korune inanarak, Allah'ın emir ve yasakları yerine onların emirlerini yapmaları, yasaklarından kacmalarıdır. Kur'Ă‚n-ı Kerîm'de Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların da rĂ‚hiblerini Allah'tan başka birer rab edindikleri beyan edilmektedir.

5. Şirkin en yaygın gorulen bir şekli de, insanın kendi heves ve suflî arzularına perestiş edip koru korune uyması, hevĂ‚sını kendine bir nevi ilĂ‚h edinmesidir.

Kur'an'da:

"Kendi heves ve arzûlarını ilĂ‚h ve mĂ‚bud edinen kimseyi gordun mu?" buyurulmak suretiyle bu gibiler kotulenmiştir.

6. Bir de gizli şirk vardır ki, bu da riyĂ‚dır. Yani ibadeti ve iyilikleri yalnızca Allah rızĂ‚sı icin yapmak yerine, başkaları gorsunler, beğensinler diye yapmak demektir. Boyle yapılan bir ibadette, bir nevi Allah'a şirk koşulmuş olmaktadır. Peygamberimiz bunu şirk-i hafî olarak vasıflandırmıştır.

Mu'min gizli - Ă‚şikĂ‚r, acık - kapalı her turlu şirkten dikkatle kacınmalıdır. Hakikî tevhide ancak bu şekilde ulaşılır.

Kur'Ă‚n-ı Kerîm'de şirkin butun nevileri şiddetle reddedilmiş; hakikî tevhid inancı butun insanlığa telkin edilmiştir.



Allah Herkesten Razı olsun İnşallah...
__________________