Hak Dostlarından Hikmetler
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“Âlim ve Ârif zÂtlar, şu hakîkat uzerinde ittifak etmişlerdir ki, bir kimsenin kendi nefsini beğenmesi, başkalarını hor gormesi ve diğer insanlardan daha takv sahibi olduğuna inanması, buyuk gunahların en buyuklerindendir.”[1]
[AllÂhʼın kullarını kucuk goren, hakîkatte AllÂhʼa karşı kendini kucuk duşurmuş olur. Zira hadîs-i şerîfte buyrulduğu uzere:
“İnsana gunah olarak, musluman kardeşini kucuk gormesi yeter.” (Muslim, Birr, 32)
CenÂb-ı Hakkʼın kardeş kıldığı muslumanların, birlik, beraberlik, kaynaşma ve dayanışmasına en buyuk engel teşkil eden, gurur, kibir, enÂniyet ve ustunluk iddiÂları; esÂsen, butun sermayesi “yokluk” ve “hiclik” olan insanoğlu icin, en buyuk haddini bilmezliktir. Zira insanın sahip olduğunu duşunduğu maddî-mÂnevî butun nîmet, imkÂn ve meziyetler; butunuyle CenÂb-ı Hakkʼın lûtfudur. Yani hakîkatte AllÂhʼa aittir. İnsan, ancak bir emanetcidir.
İnsanın, emÂnetcisi olduğu nîmetleri kendisinin zannederek bundan nefsine pay cıkarması; CenÂb-ı Hakkʼın “kibriy” sıfatıyla ortaklığa kalkışması demektir. LÂkin tevhîd akîdesinin hicbir şekilde ortaklığa tahammulu yoktur. Bu yuzden ortaklığa kalkışan, kahrolur gider. Nefsini buyuk ve aziz tutan; rezil ve zelil olmaktan kurtulamaz.
Ote yandan, başkalarını hor gorerek kendini beğenmek kadar, insanı mÂnen helÂk eden bir başka felÂket yoktur. Bunun icindir ki MevlÂn Hazretleri bircok mÂnevî tehlikeden selÂmetin; hiclik, yokluk ve tevÂzûya burunmekle mumkun olacağını, şu teşbihle ifÂde etmiştir:
“Kılıc, boynu olanın boynunu keser!.. Golge, yerlere doşenmiş olduğundan, hicbir kılıc darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz.”
Yine MevlÂn Hazretleri;
“TevÂzû ve mahviyette toprak gibi ol!..” buyurmuştur.
Nasıl ki toprak, ayaklar altında ezilir, butun mahlûkÂtın curûfunu kabullenir, sîneye ceker, icinde kaybedip hazmeder, sonra da bunları, tertemiz cicekler, meyveler, gıdÂlar hÂlinde takdim ederse; mutevÂzı bir muʼmin de aynen oyle olur.
MutevÂzı muʼmin affedicidir. Affede affede, ilÂhî affa lÂyık olmanın gayreti icinde bulunur.
MutevÂzı muʼmin, kotuluğe dahî iyilikle mukÂbele eder. Bu yolda başına gelen ez ve cefÂları da, kendisi icin bir tezkiye ve ecir vesîlesi addeder.
MutevÂzı muʼmin, comert olur. Cunku kendinde bir varlık gormez, elindeki varlığı kendine izÂfe etmez. Kendini bir emÂnetci gorur. Bu yuzden, Hakʼtan geleni yine Oʼnun yolunda sarf etmek, mutevÂzı kullara zor gelmez. BilÂkis infÂk edebilmek, onlar icin tÂrifsiz bir lezzet hÂline gelir.
MutevÂzı muʼmin, hizmet ehli olur. Yuksek bir mesʼûliyet duygusu icinde, kendisini Allah rızÂsı icin hizmet etmekle mukellef gorur.
MutevÂzı muʼmin, fedakÂrdır, zariftir, ince ruhludur…
VelhÂsıl, pek cok guzel hasletin kendisine bağlı bulunduğu mustesn bir fazîlet olan tevÂzû, kÂmil muʼminlerin alÂmet-i fÂrikasıdır.]
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“Senin gıybetini yapsalar bile, sen kimsenin gıybetini yapma!”[2]
[Gıybet; yani bir kimseyi gıyÂbında hoşlanmayacağı şekilde anmak, KurʼÂn ve Sunnetʼin şiddetle nehyettiği cok ağır bir curumdur. Nitekim gıybet, KurʼÂn-ı Kerîmʼde “olu kardeşinin etini yemek”[3] gibi iğrenc bir fiil olarak tasvir edilmektedir.
Gıybetin temelinde, enÂniyet/benlik duygusu yatar. Zira gıybet, başkasını tenkit ederek, dolaylı yoldan kendini ustun gormektir. Yani bir başkasındaki kotu huyun kendisinde bulunmadığını, dolayısıyla kendisinin ondan daha iyi olduğunu îm etmektir. Netice itibÂriyle bir ovunme, boburlenme ve buyukluk taslama tezÂhurudur.
İnsanın şeref ve haysiyetine kasteden gıybet curmune aynıyla mukÂbelede bulunmak, yani gıybete gıybetle karşılık vermek ise, ham insanların davranış şeklidir. Şu hÂdiseler, gıybete mÂruz kalan olgun bir muʼminin sergileyeceği davranış uslûbunu, ne guzel îzah etmektedir:
Bir kişi TÂbiîn neslinin buyuklerinden İmÂm ŞÃ‚bî’ye hakÂret etmişti. Hazret gayet yumuşak bir uslûpla ona şu cevabı verdi:
“–Dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yanlış ise seni affetsin!”
Fudayl bin IyÂz Hazretleri’ne de:
“–Falanca sizin haysiyetinize dil uzatıyor.” denilmişti.
Hazret ise:
“–VallÂhi ben ona değil, ona o sozleri soyleten iblise ofkeleniyorum.” karşılığını verip şu niyazda bulundu:
“–AllÂh’ım! Eğer o kişi doğru soyluyorsa beni bağışla, yok yalan soyluyorsa onu bağışla!..”
İşte, îmÂnı kemÂle ermiş bir muʼmin, karşılaştığı kotuluklere kotulukle mukÂbele etmek yerine, onu en guzel bir sûrette, iyilik ve guzellikle savmanın cok daha hayırlı olduğunu bildiren şu ilÂhî tÂlimatlara itaat hÂlinde olur:
“Bir kotuluğun cezÂsı, onun gibi bir kotuluktur (ona denk bir cezÂdır). Fakat kim affeder ve arayı duzeltirse, onun mukÂfatı AllÂh’a Âittir…” (eş-ŞûrÂ, 40)
“İyilikle kotuluk bir olmaz. Sen (kotuluğu) en guzel bir şekilde onle. O zaman seninle arasında duşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)
Yine gıybet ve benzeri butun kotuluklere karşı kÂmil bir muʼminin nasıl davranması gerektiğini, şu hadîs-i şerîf ne guzel hulÂsa etmektedir:
“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenÂlık yapanlara da fenÂlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenÂlık yapanlara karşı aynı şekilde mukÂbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir.” (Tirmîzî, Birr, 63)
Kotuluğe iyilikle mukÂbele edebilmenin mÂnÂsını da doğru anlamak îcÂb eder. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bir gun:
“–Din kardeşin zÂlim de olsa mazlum da olsa, ona yardım et!” buyurmuşlardı. Bir sahÂbî:
“–YÂ RasûlÂllah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zÂlimse nasıl yardım edeyim?” dedi. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–Onu zulumden alıkoyar, zulmune mÂnî olursun. Şuphesiz ki bu, ona yardım etmektir.” buyurdu. (BuhÂrî, MezÂlim 4, İkrÂh 6; Tirmizî, Fiten, 68)
Dolayısıyla bir yerde gıybet edildiğine şÃ‚hit olan bir muʼmin, munÂsip bir lisanla gerekli îkÂzı yapmalı, şÃ‚yet vazgecmezler ise o gunaha ortak olmamak icin orada durmamalıdır.
Hak dostlarından Abdullah Dehlevî Hazretleri, bulunduğu meclislerde luzumsuz sozler sarf edilmesine musaade etmezdi. Birisi gıybet etse hemen ona mÂnî olur ve:
“–O soylediğin soze ben daha lÂyıkım!” derdi.
Oruclu olduğu bir gun, yanında sultÂnı kotulediler. Hazret:
“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.
Bir talebesi:
“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:
“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, soyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.[4]
Kotuluğu iyilikle bertaraf edebilmek, “sÂlih ve muslih” kulların, yani hem kendisi istikÂmet uzere olan, hem de başkalarının da ıslÂhı icin gayret eden kÂmil muʼminlerin sanatıdır. Nitekim Hak dostlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri, kendisinin gıybetini yapan birine kızıp ofkelenmek yerine, ona hediye gondererek teşekkur ederdi.
Zira İmÂm ŞÃ‚rÂnî -rahmetullÂhi aleyh- der ki:
“Ben ille de birinin gıybetini yapacak olsam, once anamın-babamın gıybetini yapardım. Cunku gıybet eden insan, evvel kendi sevaplarını, gıybetini yaptığı kişiye bağışlamış, verecek sevÂbı kalmamışsa da onun gunahlarını kendi uzerine yuklenmiş olur.”
Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de, sÂlih zÂtların guzel ahlÂkına dÂir pek mÂnidar bir misÂli şoyle haber vermiştir:
Bir gun ashÂbına:
“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan Âciz midir?” diye suÂl eden Allah Rasûlu’ne oradaki sahÂbîler:
“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular.
Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle buyurdu:
“–Sizden onceki kavimlerden birine mensup biriydi. O;
«‒Bana hakÂret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helÂl ediyorum.» derdi.” (Ebû DÂvûd, Edeb, 36/4887)
AllÂhʼın kullarını affede affede ilÂhî affa lÂyık olabilme hassasiyetinin ne kadar muhteşem bir tezÂhuru… Yaratanʼdan oturu yaratılanlara şefkatin ne mustesn bir misÂli… Eziyetlerine maruz kaldığı kimselerin hesap gununde kendisi sebebiyle zor duruma duşmemeleri icin onlara merhamet ederek ilÂhî rahmeti umîd etmenin ne guzel bir numûnesi…]
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“Asıl iş; benliği yok etmek, cok gayret gostermek, ahde vef ve mevcuda kanaat etmektir.”[5]
[İslÂm medeniyetinin irfan mektepleri olan dergÂhların duvarlarını, mÂnevî îkaz ve tÂlimatlar ihtiv eden pek cok husn-i hat levhaları suslerdi. Bunlardan birinde de “hîc” yazardı. Bu ifÂde; mÂnen olgunlaşma yolunda her şeyin, enÂniyet/benlik ve nefsÂniyeti bertaraf edip hicliği idrÂk ettikten sonra başladığını telkin etmekteydi.
Hakîkaten, ilÂhî sır ve hikmetlerden nasîb alabilmek, nefsÂnî arzulardan sıyrılıp “hiclik” hÂline varabildikten sonra başlar. Bunun icindir ki tasavvufun gÂyesi de; ilÂhî kudret, azamet ve saltanat karşısında, kulun kendi Âcizliğini idrÂk ederek Rabbine tam bir teslîmiyetle itaat etmesidir.
Unutmayalım ki bu Dunyaʼya sıfır sermaye ile geldik. CenÂb-ı Hak, insanı yok kadar bir maddeden, ustelik atılmış bir necÂset damlasından yaratıp Dunyaʼya acziyet icinde gonderiyor ki, insan, aslını ve menşeini duşunup haddini bilsin. Hiclik, yokluk ve Âcizliğini idrÂk etsin de kendisini yoktan var eden Rabbine isyÂna kalkışmasın.
Nitekim CenÂb-ı Hak, yoldan cıkan insanların durumunu îzah ederken de bu hakîkate dikkat cekerek şoyle buyuruyor:
“İnsan, Bizʼim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı gormedi mi ki, kalkmış, apacık bir duşman kesilmiştir.” (YÂsîn, 77; Bkz. en-Nahl, 4)
Bunun icindir ki;
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
“Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” buyrulmuştur.
İnsan; hicliğini idrÂk edebildiği nisbette Rabbine yaklaşır. Rabbine yakın bir kul ise; dÂim hamd, şukur ve rız hÂlinde bulunur. CenÂb-ı Hakkʼın kendisi icin takdir ettiğinin, kendisi icin en hayırlısı olduğuna inanarak, gonul huzuruna erişir. Rabbine daha da yakın olabilme iştiyÂkıyla, son nefesine kadar kulluk gayretini artırmanın derdinde olur.
Butun nîmetlerin CenÂb-ı Hakʼtan olduğunu bilip Oʼna şukretmek, en guzel vef tezÂhurudur. Bunun aksine, nîmetleri nefsine izÂfe etmek ise en cirkin vefÂsızlık ve nankorluktur. Bu itibarla insan, nereden geldiğini, aslının ne olduğunu unutmamalıdır ki kendisine ihsÂn edilen sayısız nîmetlerin kadrini idrÂk edip o nîmetlerin gercek sahibine şukredebilsin.
ÎmÂnın ilk adımı; dil ile “l ilÂhe” diyerek Allahʼtan başka hicbir ilÂh olmadığını ifÂde ederken, kalpte put hÂline gelmiş olan ve kulu Rabbinden uzaklaştıran, gurur, kibir, varlık ve benlik iddiÂsı gibi butun nefsÂnî takıntılardan da ic Âlemi temizleyebilmektir.
Nasıl ki değerli mucevherat, kirli ve lekeli kaplara konulmayıp, tertemiz, pırıl pırıl ve en mûten mahfazalarda saklanırsa, gonul Âlemi de mÂnen temizlenmeli ki, orada ilÂhî rahmet tecellî etsin.
Rabbimiz, bir imtihan unsuru olarak bizlere, fucur ve takvÂya meyledebilme husûsiyeti vermiş ve:
“Nefsini kotuluklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kotuluklere gomen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 9-10) buyurmuştur.
Bunun icindir ki peygamberlerin en muhim vazifelerinden biri de, insanların ic Âlemlerini temizlemek olmuştur.
Zira butun ibadet ve muÂmelÂtımız, ancak temiz bir kalple makbul olur. Nasıl ki, kirli bir kabın icine bir menb suyu dokulse o menb suyunun butun berraklık ve lezzeti kaybolur, o kirli kap, icine konulan temiz suyu da kirletirse, kalp de bunun gibidir. Kalp, mÂnevî kirlerden temizlenmelidir ki sÂlih amellerden feyz alsın; KurʼÂn-ı Kerîmʼin, hadîs-i şerîflerin, kÂinattaki ilÂhî azamet ve kudret tecellîlerinin hikmetleriyle derinleşebilsin.
Tasavvufun gÂyesi de, kulun ic Âleminde bu sÂfiyet ve kemÂlÂtı temin edebilmektir. Zira CenÂb-ı Hak:
“(İnsanların dirileceği) o gun, ne mal fayda verir ne de evlÂt. Ancak AllÂhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o gunde fayda bulur).” (eş-ŞuarÂ, 88-89) buyurmaktadır.
Yani Rabbimiz bizi dunyaya tertemiz gonderdiği gibi, yine tertemiz bir kalple huzuruna donmemizi arzu etmektedir.]
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“Sırat koprusu kıldan ince, kılıctan keskincedir. Dunya hayatında İslÂm’ı yaşamak da boyledir. İslÂm’ı tam olarak yaşamaya gayret etmek, Sırat koprusunden gecmek gibidir. Burada nefse karşı mucÂdele gucluğune katlananlar, orada SırÂt’ı kolay ve rahat gececeklerdir. İslÂm’a uymayan, hev ve heveslerine duşkun olanlar ise, SırÂt’ı gecerken cok buyuk zorluk ve meşakkatlerle karşılaşacaklardır.
Bunun icindir ki Allah TeÂlÂ, İslÂm’ın gosterdiği doğru yola «SırÂt-ı Mustakîm» ismini vermiştir. Bu isim benzerliği, İslÂm yolunda bulunmanın, Sırat koprusunu gecmek gibi olduğunu gostermektedir…”[6]
[Hepimiz bu fÂnî dunyaya birer Âhiret yolcusu olarak gonderildik. Zira, Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin her vesîleyle buyurduğu uzere; “Esas hayat Âhiret hayatıdır.” (BuhÂrî, Rikāk, 1)
O hÂlde bir sureliğine konakladığımız şu dunya misafirhÂnesinde kalıcıymış gibi, yerli edÂsıyla oturmak; telÂfîsi imkÂnsız bir aldanıştır. Cunku dunya hayatının tekrarı yoktur.
Bugun fÂnî bir mevkî elde etmek icin girilen pek cok imtihanın, kazanılamadığı takdirde tekrarı ve telÂfî imkÂnı vardır. LÂkin dunyaya bir defalığına geldik ve buraya tekrar dondurulmeyeceğiz.
Nitekim bu hakîkatten gÂfil şekilde omurlerini ziyÂn edenlerin Âhiretteki hazin hÂli, Âyet-i kerîmede şoyle tasvir ediliyor:
“Onlar orada (Cehennemʼde);
«‒Ey Rabbimiz! Bizi buradan cıkar ki (dunyada iken) işlemekte olduğumuzdan başka, sÂlih ameller işleyelim.» diye feryat ederler.
(Onlara şoyle denilir: )
«‒Size, duşunecek kimsenin duşunup oğut alabileceği kadar bir omur vermedik mi? Size uyarıcı (bir peygamber) de gelmişti. (Nicin inanmadınız?) Oyleyse tadın (azÂbı)! Cunku zÂlimler icin (artık) hicbir yardımcı yoktur!»” (FÂtır, 37)
Diğer bir Âyet-i kerîmede de Rabbimiz şu îkazda bulunuyor:
“Herhangi birinize olum gelip de;
«‒Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip sÂlihlerden olsam!» demeden once, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın!” (el-MunÂfikûn, 10)
O hÂlde, her Ânını dikkatle değerlendirmemiz gereken omrumuz hızla eriyip giderken tembellik etmek, sorumsuzca yan gelip yatmak, boşa vakit gecirmek, uhrevî faydası olmayan mÂlÂyÂnî meşgalelerle oyalanmak; yarın kabir ve kıyamette tÂrifsiz bir pişmanlığa sebep olacaktır.
Zira bir hadîs-i şerîfte bildirildiği uzere, gayret-i dîniyye sahibi sÂlih muʼminler bile, son nefesten sonra pişmanlık duyacaklardır. Onlar Âdeta;
“‒Keşke dunyada daha cok sÂlih ameller işleseydik, niye imkÂnımız varken şu hayrı da yapmadık, yazık, nice fırsatı kacırdık!..” diye hayıflanacaklardır.
Dînî gayretlerden uzak, gÂfilÂne bir hayat yaşayanlar da o gun hazin bir Âkıbete dûcÂr olacak ve;
“‒Keşke şu kotulukleri yapmasaydık, şu gunahı işlemeseydik, tevbe edip hÂlimizi ıslah etseydik…” diye, derin bir nedÂmete buruneceklerdir.[7]
Ebedî Âleme intikÂl eden her insan, saÂdetini de felÂketini de bu dunyadan kendisi goturecek. Dunya tarlasında ektiğini, mahşer meydanında bicecek. Bugun tarlasını boş bırakan, yarın Âhirette cok muhtac olduğu ecirlerden mahrum kalacak. Tarlasına gunah ve isyan tohumları eken ise, can yakıcı bir azÂbın nedÂmetinden başka bir şey elde edemeyecek.
ÎmÂn edip sÂlih ameller işleyenler, bunların uhrevî mukÂfatlarına nÂil olurken, bunun aksine, îmansızlık, fısk u fucur, zulum ve haksızlıklara dalanlar da butun bu yaptıklarının uhrevî cezÂlarına dûcÂr olacaklar.
VelhÂsıl; mahşer, hesap, SırÂt, Cennet, Cehennem, hep bu dunyadaki hÂl ve hareketlerimize gore tecellî edecek. O hÂlde bugun gec kalmadan nefsimizi terbiye edip ilÂhî emir ve nehiylere tam bir teslîmiyetle itaat etmeliyiz.
CenÂb-ı Hak;
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) buyuruyor.
Yani bugun emrolunduğumuz gibi, sırÂt-ı mustakîm uzere dosdoğru yurumeliyiz ki, yarın Âhiretteki SırÂtʼı selÂmetle gecebilmeyi Yuce Rabbimiz nasîp ve muyesser eylesin.
Bunun icin, ibadette, muÂmelÂtta, ahlÂkta, kulluk hayatının her safhasında ve her nefeste ilÂhî muşÃ‚hedenin altında olduğumuzun idrÂki icinde bulunmalıyız. Zira Hak TeÂl Âyet-i kerîmelerde:
“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)
“Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer…” (el-EnfÂl, 24) buyuruyor.
İşte CenÂb-ı Hak, bu maiyyet ve ihsan şuuru icinde nefsimizi ıslah edip buyuk bir titizlikle sırÂt-ı mustakîm uzere yurumemizi arzu ediyor.
Omer bin Abdulaziz -rahmetullÂhi aleyh-:
“Âhirette nereye gitmek istiyorsanız, hazırlığınızı ona gore yapın!” buyuruyor. Bizler de buyuk bir takv hassÂsiyeti icinde yaşamaya gayret edelim ki, İslÂmʼın dosdoğru yolundan ayaklarımız kaymasın. KurʼÂn ve Sunnetʼin tasvip etmediği yanlış yollara sapmayıp istikÂmetimizi muhÂfaza edelim ki, Âhirette gitmek istediğimiz adrese selÂmetle varabilelim.]
CenÂb-ı Hak cumlemizi, ilÂhî rahmet ve mağfiretine mazhar kıldığı bahtiyar kulları arasına lûtf u keremiyle ilhÂk eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Es‘ad SÂhib, Buğyetu’l-VÂcid, s. 117, no: 13.
[2] Es‘ad SÂhib, Buğyetu’l-VÂcid, s. 138-141, no: 28.
[3] Bkz. el-HucurÂt, 12.
[4] Abdulganî bin Ebî Saîd, Huvelganî RisÂlesi, s. 152.
[5] Es‘ad SÂhib, Buğyetu’l-VÂcid, s. 81, no: 5.
[6] Kemahlı Feyzullah, Herkese LÂzım Olan ÎmÂn, İstanbul 1997, s. 56.
[7] Bkz. Tirmizî, Zuhd, 59/2403.
Alıntı;
Altınoluk Dergisi
__________________
HÂlid-i BağdÂdî (rahmetullÂhi aleyh) -5-
Dini Bilgiler0 Mesaj
●26 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaþam & Danýþman
- Eðitim Öðretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- HÂlid-i BağdÂdî (rahmetullÂhi aleyh) -5-