“Ey Suvari! His yolu eşeklerin yoludur / Sakın eşeklere karışma insanlığından utan!”

“His yolu” insanın bilgi kaynaklarının en alt katmanı olan beş duyuyu ifade etmektedir. Beş duyu insan ve diğer canlılar arasında muşterek olduğu icin “eşeklerin yolu” olarak nitelendirilmektedir. Hatta diğer canlıların duyuları insanlardan daha gelişmiştir. Kopeklerin insan kulağının algılayamayacağı frekanstaki sesleri duyabildiği, kartalların gozlerinin cok uzak mesafeden bile gorebildiği bilinmektedir. Keza, koku alma, dokunarak cismin tum ozelliklerini belirleyebilme, tadarak yenilebilir nesnelerin zararlı veya faydalı olduğunu anlayabilme gibi ozelliklerin, hayvanlarda insanlardan daha gelişmiş olduğu malumdur. Beş duyu insan icin tek bilgi kaynağı değildir. Hayvanlardan farklı olarak insanlar muhakeme –aklı kullanma- ile bilgi sahibi olurlar. Akıl beş duyudan farklı, ondan daha yukarıda bir konumda olan bilgi kaynağımızdır. Bu ikisi dışında bir ucuncu bilgi kaynağı daha vardır. Bu, insanın “ruh”, “gonul” “kalp” gibi isimler verilen manevi gucudur.

Bilgi kaynaklarının bu uc katmanı aynı zamanda varlıkların katmanlarıyla ilgilidir. Somut varlıkları algılamak icin beş duyu yeterlidir. Keza somut olan ama beş duyunun algı alanı icinde olmayan varlıkların bilgisine akıl ile ulaşılır. Somut olmayan varlıkların bilgisine ise hem beş duyu hem aklın katılımıyla beslenen “ruh” ile ulaşılır. “Ruh akıl ve ilimle dost olduğunda / Artık Turkceyle Arapcayla işi olmaz” mısralarında, bu ucuncu katman olan bilginin (anlamların) temel taşıyıcısı olan sozcuklere bile ihtiyac kalmayacağı soylenmektedir.

Beş duyu ile yetinmek, aklın ve ruhun beslenmemesi, insanı bedenin kalın duvarları icinde mahpus eder. Sadece yemek, icmek, sıcaktan ve soğuktan korunmak gayesi gutmek, keyif aldığı şeylerden başka hicbir şeyle ilgilenmemek, insanı hayvanlık derecesine duşurur. Cunku işin ozunde beş duyu bedenle alakalıdır. Bedenin ihtiyaclarını gidermek icin vardır. Bedenle sınırlıdır. Beş duyu ile gerceğe ulaşılmaz. Otelerden haber alınmaz. Beş duyu ile ulaşılan varlık bilgisi sadece insanın hayatını devam ettirecek kadar işe yarar. Bu ise hayvanlarla muşterektir. İnsan olmak icin oteye gecmek lazımdır.

“Bir başka beş duyu daha var bildiğin gibi değil / O beş duyu kırmızı altın bunun gibi bakır değil”

“Mahşer yerinde kurulmuşsa pazarın / Altının yanında değeri olur mu bakırın”

İnsan icinde –manevi Âleminde- bu beş duyudan başka yetenekler saklamaktadır. Goze ihtiyacı olmadan gorebileceği, kulağa ihtiyacı olmaksızın duyabileceği deruni hassalara sahiptir. Bunlar o bilinen beş duyudan cok daha değerli cok daha onemlidir. Cunku hakikate bunlarla ulaşılır. Bu Âlem bir gun terk edilecek, yeniden yaratılma anında yani mahşerde kÂr ve zarar hesabına oturulacaktır. İşte orada bu beş duyunun ancak bakır değerinde olduğu gorulecektir. Oysa deruni hassaları ona nispetle altın gibidir. “Altının yanında değeri olur mu bakırın” mısraında beş duyu ile edilen kÂrın hic değil ama diğerine gore daha az değer ifade ettiği beyan edilmektedir.

“Bedenin hisleri, karanlığın kalın duvarlarında esir / Ruhun hisleri parlak guneşten beslenir”

Cunku beş duyu bedenle sınırlıdır. Beş duyuyu cok da doğru sonuclara goturmeyen beden besler. Bu yuzden beş duyu bilgi kaynağı olarak cok guvenilir değildir. Goz şaşabilir, kulak yanlış duyabilir. Beş duyunun karanlığın kalın duvarlarında esir olması hakikate uzaklığını ifade eder. Manevi Âlemin hakikati bu Âleme gore guneş gibidir. Bu Âlem oraya gore karanlık duvarların arkasıdır. Ruh o buyuk hakikat guneşinden beslenir. Duyular ona gore cok kısıtlıdır.

“Ey bu gaybi hissi gayb Âleminde tutan / Musa’nın eli gibi olan gonlunu koynunda nurlandır”

Hazreti Musa’nın mucizelerinden bir tanesi parlayan eli idi. Elini koynuna sokar, cıkardığında teninin esmer rengi, zıddına beyaz bir ışıkla parlardı. O kadar parlar idi ki gece karanlığında onun nuruyla yolunu bulması mumkundu. Hazreti Musa’nın eli “Yedi Beyza” tabir edilirdi. “Musa’nın eli gibi olan gonlunu” mısraında insanın gonlu Yedi Beyza’ya teşbih edilmekte ve bu teşbih her ikisinin de insanın koynunda “beyazlaşacağı” noktasından yapılmaktadır. Koynundaki gonlunu arındırırsan nurlanır, onun parıltısı karanlıklar icinde sana yol gosterir denmektedir.

“Ey marifet guneşi sıfatı olan / Gokteki guneş ona nispetle zerre gibidir”

KÂinatta esas olan zulmettir. Karanlık icindeki kÂinatı aydınlatan guneştir. Eğer guneş olmasa surekli bir karanlık icinde olacaktık. İnsan algısı her ne kadar doğal seyri icinde bunun aksi olduğu yanılgısı icinde ise de her sabah guneşin doğuşu başlı başına bir mucizedir. Guneşin nuru bize gormediklerimizi gosterir, bilmediklerimizi oğretir. Gormek ve bilmek de varlıklar gibi katmanlar hÂlindedir. “Şeriat – Tarikat – Marifet – Hakikat” basamaklarında “marifet” beş duyumuzla algıladığımız guneşten daha buyuktur. Oyle buyuktur ki “Gokteki guneş ona nispetle zerre gibidir” Cunku onun ulaştırdığı hakikat, somut varlıkların bilgisine nispetle oyle buyuk, oyle tasavvuru mumkun olmayandır.

Bizim tasavvurumuz beş duyumuzla algıladığımız kadarıyla sınırlıdır. Bu yuzden haberi gelen o buyuk hakikati gerektiği gibi anlamaktan aciziz. Coğu zaman celişkiler icinde kalırız. Celişki icinde kalışımız o Âleme ait değil bizim algımızın sınırlı oluşundandır. İşte bu yuzden beş duyu ile yetinmek eşeklik yoluna giriş ve ona razı oluştur.

“Bazen guneş bazen derya oluruz / GÂh Kaf Dağı gÂh Anka kuşuyuz”

“Ne o ne bu zatına nispet edilmez / Ne vehim ne zan seni anlamaz”

“Ruh akıl ve ilimle dost olduğunda / Artık Turkceyle Arapcayla işi olmaz”

Varlıkların derecelenmesinde yapılan tanımlardan biri, “mahiyeti malum, hakikati mechul varlıklar” “hakikati malum, mahiyeti mechul varlıklar” şeklindedir. “Kaf Dağı” ve “Anka Kuşu” birinci kategoriye ornektir. Bunların hakikati malum mahiyeti mechuldur. Kaf Dağı dunyada olan ve dunyadan buyuk olan efsanevi bir dağdır. Keza Anka Kuşu da oraya gidebilecek cesamette bir kuştur. Guneş veya derya olmak, Kaf Dağı veya Anka kuşu olmak, hakikati bilinen ama mahiyeti algılanamayandır. Cunku insan aklı ve tahayyulu tasavvurunun sınırları dışındadır. Ona ulaşmak icin bu dunyaya, bedene, maddi varlığa ait butun tanım ve tariflerden vazgecmek lazımdır. Bunun yolu ise beş duyuya hapsolmaktan kurtulmak, insan bilincini ozgurluğe kavuşturmaktır. İşte o zaman lafızlara ihtiyac kalmayacaktır. Sessiz ve sozsuz bir dil kazanılacak anlamlara o dil ile ulaşılacaktır.

“Ey suretleri yaratan zat-ı pak! / Muvahhit de muşebbih de hayran sana”

“Bazen muşebbih tevhit ehlidir / Tevhit ehli bazen tehdit edilir”

“Muvahhit” terim olarak; tevhit ehli Allah’ı şirkten ve teşbihten tenzih ederek iman etmeyi başaran insan demektir. İman da esas olan bu mertebedir. Cunku her insan bir şekilde yaratıcısına ulaşır. İman etmek doğru olarak iman etmeyi gerektirir. O tektir, eşsiz ve benzersizdir. Zamandan, mekÂndan, cisimden, tariften, tasvirden munezzehtir. Onun tekliğine halel getirecek bir tasavvur şirk –ona ortak koşmak- olur. Ayeti kerimelerin ve hadisi şeriflerin sınırlarına riayet edilerek teşekkul etmiş iman ehline “muvahhit” denir. Onu bu sınırların dışına taşarak, aklının ve algısının aczine mağlup olup da yaratılmış herhangi bir varlığa benzetenler,-mesela Allah’ın eli vardır, yurumesi vardır, cismi vardır diyenler- ise “muşebbihe” denir. İnsan ister muşebbihe ister muvahhit olsun sonucta ona hayrandır, onun buyukluğune karşı boyun eğmiştir. Kaldı ki bu meselenin sınırları yazılı tariflerle veya dışarıdan bir olcme bicme ile de tayin ve tespit edilemez. Muvahhit oyle bir hata yapar ki, muşebbihden daha cok cezayı hak eder. Bununla tehdit edilir. Muşebbih tasavvurundaki noksana ve hataya rağmen oyle muhabbet besler ki, muvahhitten daha muvahhit olabilir. Cunku o butun bu tariflerin, tasvirlerin, tabirlerin otesindedir.

“GÂh mestane olur da Ebul-Hasan der / “GÂh Ey Yaşı kucuk, bedeni taze! Diye seslenir”

“GÂh kendi nakşını viran eder / Boylece sevgiliyi her şeyden tenzih eder”

Onun tabir, tasvir ve tariflerin otesinde oluşunu hisseden insanı kÂmiller kendilerini kaybederler. Cezbeye duşerler. Adeta otelerden gelen mesaj, onları bilindik butun tabiat kanunlarının dışına cıkarır. Mesela, kendi etraflarında donmeye başlarlar. O donuş kendilerinden vazgeciş mertebesine cıktı mı ayakları yerden kesilir. Ozgur kalan bilincin peşine duşen beden maddi olmaktan cıkar, manaya donuşur. Beden ruh olur. O insanların hayranlığı mestanelik –kendini kaybediş- verir. Ne soyleyeceğini bilemez. Bir bakarsın “Ey Hasan’ın babası” demiş, bir bakarsın “Ey kucuk yaşlı, taze bedenli” diye seslenmiş.

Bu hitaplar Hazreti Mevlana’nın manevi evladı Husamettin’edir. Hallaca ait Arapca bir şiirin bir mısraını tekrar etmektedir. “Ya sağires-sinni ve ya ratibel-beden” İşte bu mestane oluşun ileri merhalesi kendi suretini yıkabilmektir. “Kendi nakşını viran etmek” mısraı onun aşk ve muhabbetiyle duşulen cezbeyi, bedeninden vazgecip onda yok olmayı ifade eder. İşte o zaman gercekten tenzih etmiş gercekten tevhit ehli olmuş olur.

“His gozuyle gormek mutezile yoludur / Akıl gozu ise Sunniliktir, visale ermektir”

“Hislerinin maskarası olan muteziledir / Sunni gibi gorunse de dalalettedir”

“Hissi gecemeyen muteziledir bunu bil / Gerci Sunni’yim der amma ki değil”

“Hislerinle sınırlı kalmamaktır Sunnilik / Ruh ve akıl gozuyle gorenler goruş sahibidir”

Kendi nakşını viran edip visale erebilmek icin beş duyu ile yetinmeyi bırakmak gerekir. Dunya gozunu aşıp akıl gozuyle gorebilmektir esas olan. Mutezile ve Ehli Sunnet mezheplerini de boyle anlamak gerekir. Yoksa kayıtlı tarifler uzerinden kendini tanımlamak yanıltıcı olur. Ben Sunni’yim demek veya ben Mutezileden değilim demek cok bir şey ifade etmez. Asıl beş duyun ile yetiniyor musun yoksa onu aşmak icin bir caba icinde misin? Ona bakmak lazım. Eğer beş duyunu aşmak icin bir caba icinde değilsen, sadece maddi Âlemin icine kendini hapsetmişsen, varlıklarla kurduğun ilişki, karnını doyurmak, şehvetini gidermek, keyif ve haz almak, boburlenmek, mal sahibi olmak, guclu olmak duzeyinde ise ben Ehli Sunnet mezhebindenim, doğru yoldayım, Mutezile değilim demenin hicbir anlamı yoktur. Gercekte Mutezile olan sensin.

Mutezile mezhebi, insan iradesini yok sayan Cebriye mezhebine karşı olarak ortaya cıkmıştır. Kuran ayetlerini akıl cercevesinde yorumlayan metotlarına bağlı olarak insan iradesini mutlak kabul etmişlerdir. “Kul Kendi fiilinin yaratıcısıdır” “Allah cuzziyatı yaratmaz” “Allah adildir o yuzden kotulere ceza iyilere mukÂfat vermek ona vaciptir” “Kuran mahlûktur, Allah’ın kelamı denmesi onun ezeli ve ebedi saymak olduğu icin şirktir” gibi temel goruşlerine “usul-i hamse” (beş esas) denir. İki yuz yıl kadar hÂkimiyet kurmuşlar, siyasi iktidarın eliyle kendileri gibi duşunmeyenlere zulum ve işkence uygulamışlar daha sonra tarih sahnesinden cekilmişlerdir. Ancak koklu fikirlerinin bircoğu bugune kadar taşınmıştır. Akılcı oldukları icin batılı duşunce tarzının etkisinde kalanlar gunumuzde de onların yontemlerine başvurmaktadır. HÂliyle aklı aşmayı teklif eden tasavvufla bircok yonden celişir hatta catışırlar. Ehli Sunnet ise insan iradesini yok sayan hatta bunu insanın hicbir sorumluluğu yoktur derecesine goturen cebriye ile mutezile arasında bir orta yoldur. “Maturidilik” ve “Eş’airilik” gibi iki ana kaynaktan gelir.

“Hayvani his şevketli şahı gorebilseydi / Okuz de eşek de gorurdu o hazreti”

“Eğer sende o hususi his olmayaydı / Hayvan hissi değil hissin diğeri”

“Âdemoğlu histe muşterek ise neden daha yuce olsun? / Nasıl hayvanla ortak bir hisle sırra mahrem olsun?”

“Onun sureti vardır veya yoktur demek / Suret ehlini şek icinde bırakıp mağlup etmektir”

“Onun sureti var mı yoksa sureti yok mu bahsi bil ki / Suretten kurtulanlar icindir kabukta kalanlar icin değil”

“Kor isen korlere teklif yoktur yok kor değilsen / Sabır darlıktan kurtuluşun anahtarıdır”

“Sabır gozden perdeyi bertaraf eder / Goğsu acar da kıymet ve şeref sahibi eder”

Bu bolumdeki mısralar konuyu başlangıc noktasına geri donduren mısralardır. Beş duyu ile yetinmenin insanlıktan uzaklaşma olduğuna işaret edilmekte, insan olmanın farkının ancak bu beş duyuyu aşma cabasıyla ortaya cıkacağı soylenmektedir. Beş duyu ile hakikat bulunabilse okuzler ve eşekler de hakikate ulaşabilirdi, senin bunlardan hicbir ustunluğun kalmazdı ifadeleri sert bir analojidir. Cıkış yolu ise “sabır” terimiyle gosterilmektedir. Bu bir mertebe yukselişidir. Birdenbire ve kolayca olmaz. Bir ust mertebeye gore bir alt mertebe “ferec-sıkıntı, bela, musibet”tir. Sabır ise bunlardan kurtuluşun yegÂne anahtarıdır.



Alıntı;
M. Sait Karacorlu


__________________