BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“AllÂh’ın velî kullarını sev, sevgini belli et ve kendini onlara sevdir ki, onlar da seni sevsinler. Allah TeÂl her gun ve her gece evliyÂsının kalbine yetmiş kez nazar eder. Ola ki bir velîsinin kalbinde senin ismine nazar eder de, seni sever ve gunahlarını affeder.”[1]
[AllÂhʼın affına, rızÂsına ve muhabbetine nÂil olabilmek niyetiyle, Oʼnun velî kullarına muhabbet duymak, buyuk bir saÂdet vesîlesidir. LÂkin; “Ben Allah dostlarını seviyorum.” demekle iş bitmez. Bu sevginin, hÂl ve davranışlarla ispatlanması zarurîdir.
Hakkʼın velî kullarına muhabbetin ilk şartı, onlara hurmet ve edep duygularıyla yaklaşmaktır. İkinci olarak da onların hÂl ve davranışlarını, hayata bakış tarzlarını, helÂl-haram hassÂsiyetlerini, hak-bÂtıl anlayışlarını, hayır-şer telÂkkîlerini, şefkat, merhamet ve comertliklerini, velhÂsıl butun hissiyat, fikriyat ve muÂmelÂtıyla şahsiyetlerini, imkÂn nisbetinde ornek almaktır.
Şu hÂdise ne kadar ibretlidir:
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri bir gun yolda gidiyor, bir genc de ayak izlerine basarak onu takip ediyordu. Şeyhin uzerinde bir kurk vardı. Genc:
“–Efendim! Kurkunuzden bir parca verseniz de bereket ve feyzinizden istifÂde etsek!” dedi.
Hazret ona şu hikmetli cevÂbı verdi:
“–Değil kurkunu, bizzat BÂyezîd’in derisini giysen, onun yaptığı amelleri yapmadıkca bir fayda goremezsin!”[2]
Yani ehlullÂhʼtan mÂnen istifÂdenin ilk şartı, onlardan gorup oğrendiklerimizi, istîdÂdımız ve tÂkatimiz olcusunde hayatımıza tatbik etmemiz ve onlar gibi yaşamaya gayret gostermemizdir.
Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri şoyle buyurur:
“Ey insanlar! «Kişi sevdiğiyle beraberdir.»[3] hadîsini yanlış anlamayın! (Gucunuz nisbetinde) sÂlihlerin amelini işlemedikce, sÂlihlerden olamazsınız. Zira yahudî ve hristiyanlar da kendilerince peygamberlerini sevdiklerini iddi ederler; fakat (hÂl, ahlÂk ve yaşayışları itibÂriyle) onlarla değildirler.” (İhyÂ, c. II, s. 402)
VelhÂsıl AllÂhʼın velî kullarıyla beraber olmak ve gonullerinde bir yer edinmek istiyorsak, CenÂb-ı Hakkʼın rÂzı olacağı hÂl, ahlÂk ve vasıflara burunerek hayatımızı o Hak dostlarının gosterdiği istikÂmette tanzim etmeye calışmamız zarurîdir.]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“Aşırı arzularla (nefsÂnî ihtiraslarla) gonul Âlemini mahvedeni, lÂnet kefenine sarıp nedÂmet toprağına gomerler. (Suflî

[Bu dunyada Hakkʼa vuslatın yolu, “olmeden evvel olmek” sırrına nÂil olmaktan gecer. Bunun icin de nefsÂnî arzuları bertaraf edip CenÂb-ı Hakkʼa tam bir teslîmiyetle rÂm olmak gerekir. Yani ilÂhî emir ve nehiylere, en ufak bir ic sıkıntısı veya uşengeclik duymadan, cÂn u gonulden boyun eğmek ve aşkla, şevkle kullukta bulunmak îcÂb eder.
CenÂb-ı Hak biz kullarını, Yuce ZÂtʼına kulluk etmemiz icin halketti. Gonulleri, nazargÂh-ı ilÂhîsi kıldı. Kalpleri, îman nûrunun yerleşip karar kıldığı yuce bir mekÂn eyledi. Yine kalbi -meşrû da olsa- fÂnî muhabbetlerin harmanı olsun diye yaratmadı. Hele de nefsÂnî ihtirasların ve suflî cÂzibelerin bir mezbeleliği olsun diye asl yaratmadı.
BilÂkis gonul tahtını, yalnızca ZÂt-ı İlÂhîʼsine tahsis etmemiz icin yarattı. Gonulleri, cemÂlî esmÂsının tecellî edeceği, mucellÂ, pÂk ve berrak bir ayna olması icin halketti. Boylece kullarıyla “dost” olmayı murÂd eyledi.
Bu dunyada Allah ile dost olan îmanlı gonulleri ise, son nefeste, kabirde, mahşerde, hesapta ve Sıratʼta da sahipsiz ve hÂmîsiz bırakmayacağını mujdeledi. Nitekim Âyet-i kerîmede şoyle buyrulmaktadır:
“Bilesiniz ki, AllÂhʼın dostlarına korku yoktur; onlar uzulmeyecekler de. Onlar, îman edip de takvÂya ermiş olanlardır. Dunya hayatında da Âhirette de onlara mujde vardır. AllÂh’ın sozlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, buyuk kurtuluşun kendisidir.” (Yûnus, 62-64)
Gonlun en buyuk bahtiyarlığı; fÂnî cÂzibelerin esaretinden kurtularak CenÂb-ı Hakkʼın dostluğuna liyÂkat kazanabilmesidir. Karşılaştığı ilÂhî imtihanlarda; sabır, sebat, hamd, şukur, rız ve teslîmiyetle olgunlaşa olgunlaşa, ilÂhî muhabbete lÂyık hÂle gelebilmesidir.
Bunun icinse, meşrû olmayan fÂnî muhabbetler, arzular ve cÂzibeler hususunda nefse mukÂvemet etmek ve onu susturabilmek, birinci adımdır.
İkinci adımda ise, zevc-zevce, evlÂt, mal-mulk, makam-mevkî gibi meşrû muhabbetlere de haddinden fazla bağlanmayıp o safhada takılı kalmamak gerekir. Bunların birer imtihan vesîlesi olduğunu duşunup onlara lÂyık oldukları olcude kıymet ve ehemmiyet vermek îcÂb eder.
Ucuncu basamakta ise fÂnî muhabbetleri, “el-Vedûd” yani butun muhabbetlerin kaynağı olan CenÂb-ı Hakkʼın muhabbetine gonlu hazırlayan bir merhale olarak telÂkkî etmek gerekir. Tıpkı LeylÂʼdan Mevl aşkına yukselen Mecnun gibi…
Unutmayalım ki hayattaki butun fÂnî muhabbetler birer “Leyl” hukmundedir. Kiminde LeylÂ, karşı cinstir. Kiminde para-puldur. Kiminde makam-mevkîdir. Kimindeyse şan-şohrettir.
Eğer Mecnun, LeylÂʼya takılıp kalsaydı; insanlık tarihinde gelip gecen sayısız Mecnunʼdan biri olur, cismi gibi ismiyle de olur gider, bir daha hatırlanmazdı. Fakat fÂnî muhabbetleri gonlune bir basamak edinip mecÂzî aşktan hakîkî aşka, yani muhabbetullÂhʼa ulaşması neticesinde, butun fÂnî muhabbetler gozunden duştu. Kıyamete kadar gelecek olan Ârif ve Âşık muʼminlerin gonul ufkunda yıldızlaşacak kadar, mustesn bir şahsiyet hÂline geldi.]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“Kalbimi semÂya goturduler. Butun melekûtun cevresini dolaşıp geri dondu. Kalbime:
«–Oradan ne getirdin?» diye sordum:
«–Muhabbet ve rızÂ! Zira orada bu ikisinin rağbet gorduğunu muşÃ‚hede ettim.» dedi.”[5]
[CenÂb-ı Hak, velî kullarına zaman zaman birtakım mÂnevî hÂller, kalbî keşifler, sunûhat, zuhûrat ve ilhamlar ihsÂn edebilir. Bunlar bÂzen ruyÂda, bÂzen uyku ile uyanıklık arasında, bÂzen de derin tefekkur ve murÂkabe esnÂsında gercekleşir. BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleriʼnin bu beyanları da -AllÂhu a‘lem- bu minvaldeki bir muşÃ‚hedenin eseridir. Bu nevî ifadeler, şerʼî bir hukum vasfı taşımasa da, mÂrifetullah yolunun samimî yolcularına yuksek ufuklar acar.
Hakîkaten muhabbet ve rızÂ, îman nûrunun tecellîgÂhı olan kalbin en muhim iki amelidir. Bu ikisi, muʼminin Hakkʼa giden gonul yolculuğundaki terakkîsinin de en buyuk sermayeleridir.
Zira îmÂnın temelinde de muhabbet vardır. Îman, bir bakıma AllÂhʼa ve Oʼnun sevdiklerine duyulan sonsuz bir muhabbetle bağlılıktır. Muhabbetin kantarı ise fedakÂrlıktır. Dolayısıyla, seven, sevgisi olcusunde fedakÂrlık yapmayı, en buyuk nîmet, lezzet ve saÂdet bilmelidir.
CenÂb-ı Hakkʼı gercekten seven bir kul, Oʼnun kendisi hakkındaki -kahır veya lûtuf- butun takdîrini de sever. Bu ise rız hÂlidir. Hatt CenÂb-ı Hakkʼa muhabbetle dolu olan bir kalp, Oʼnun kendisi hakkındaki takdîrini; kendi niyet, hayal ve arzularından cok daha hayırlı olarak telÂkkî eder.
RızÂ; itmiʼnÂna ermiş, yani Rabbinin zikriyle mÂnen huzura kavuşmuş nefsin en buyuk vasıflarından biridir. Nitekim CenÂb-ı Hak, Peygamber Efendimizʼin yanında bulunan muʼminlerden bahsederken:
“…Onlar Allahʼtan lûtuf ve rız isterler…” (el-Fetih, 29) buyurmaktadır.
AllÂhʼın bizden rÂzı olmasını istiyorsak, evvel Oʼnun bizim hakkımızdaki takdîrine rız gostermeli, Rabbimizʼe dÂim hamd ve şukur hÂlinde bulunmalıyız.
Dunya, ilÂhî imtihan mekÂnı olduğu icin, hayat dÂim kahır ve lûtuf tecellîlerinin med-cezirleri icinde devam eder. Peygamberler, bu imtihanlarda nasıl muvaffak olabileceğimiz hususunda, en buyuk ornek şahsiyetlerimizdir:
Mesel Eyyûb -aleyhisselÂm-… Yaşadığı birbirinden ağır imtihanlar neticesinde servet gitti, evlÂt gitti, sıhhat gitti. Fakat o, şikÂyet ve feryÂd etmek yerine, dÂim CenÂb-ı Hakkʼa hamd etti, şukretti. Rabbine olan rız ve teslîmiyetinden en ufak bir tÂviz vermedi.
Onun hÂline dayanamayan hanımı:
“–Sen bir peygambersin; duÂn makbûldur. Du et de şi*fÂya nÂil ol!” dediğinde ise Hazret-i Eyyûb -aleyhisselÂm- şu mukÂbelede bulundu:
“–Hanım! Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henuz o kadar olmadı. Ancak birkac senedir muzdaribim. CenÂb-ı Hak’tan sıhhat talep etmeye teed*dub ederim!”
Butun ilÂhî imtihanlar karşısında sergilediği mustesn rız hÂli sebebiyle CenÂb-ı Hakkʼın “ne guzel kul”[6] iltifatına mazhar oldu.
Diğer taraftan, insanlık tarihi boyunca, dunya serveti ve saltanatı bakımından hicbir insanın, Hazret-i Suleyman -aleyhisselÂm-’ın seviyesinde olması mumkun değildir. LÂkin dunya cÂzibeleri, Hazret-i Suleyman’ın gonlunu meşgul etmedi. Onun kalbi, dunyevî zenginliklerin kasası olmadı. Dunya saltanatı, onun Allah ile beraberliğine mÂnî olmadı. Sahip olduğu guc ve kudret, onun Hakkʼa kulluktaki tevÂzû, huşû, hiclik ve yokluk hissiyÂtını bozmadı. O, butun nîmetlerin CenÂb-ı Hakʼtan olduğunu bilip hicbir zaman şımarmadı. BilÂkis dÂimÂ:
“‒Ben fakirim. Fakire, fakirlerle ulfet etmek yaraşır!” hissiyÂtıyla; hamd, şukur, rız ve bilhassa tevÂzû hÂlinde yaşadı.
Bu fazîleti sebebiyle o da CenÂb-ı Hakkʼın “ne guzel kul”[7] iltifatına mazhar oldu.
Demek ki darlıkta ve zorlukta isyan etmeyerek sabır silÂhına sarılmalıyız. Varlıkta da şımarmayıp taşkınlıktan sakınmalıyız. Boylece her hÂlukÂrda takdîr-i ilÂhîden rÂzı olmalıyız. Zira bu hÂl; CenÂb-ı Hakkʼın rızÂsına nÂiliyet vesîlesidir.
Nitekim “ağniyÂ-i şÃ‚kirîn / şukur ehli zenginler” ile “fukarÂ-i sÂbirîn / sabır ehli fakirler”, CenÂb-ı Hakkʼın rızÂsına nÂiliyet hususunda aynı mevkîdedirler.
Fakat bu; “…Kullarımdan şukredenler pek azdır!” (Sebe’, 13) ilÂhî beyÂnı vechile, nÂdir gorulebilen bir kulluk mertebesidir. Zira pek cok kalbî merhale kat edildikten sonra sergilenebilen bir fazîlettir.]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“Her kim kendine bakıp ibadetini ihlÂslı gorur, keşif sahibi olduğunu hesÂb eder ve nefislerin en cirkefi olarak kendi nefsini gormezse, hicbir mÂnevî mertebede onun yeri yoktur.”[8]
[KurʼÂn-ı Kerîmʼde, CenÂb-ı Hakkʼın rahmetine mazhar olan has kullardan bahsedilirken:
“RahmÂnʼın kulları onlardır ki, yeryuzunde tevÂzû ile yururler…” (el-FurkÂn, 63) buyrulmaktadır.
MutevÂzı muʼmin; comerttir, merhametlidir, temiz bir vicdana sahiptir, hizmet ehlidir. FÂnî varlığından sıyrılmış bir hÂlde kendisini hizmet kervanının en gerisinde kabul eden bir gonul neferidir.
Hazret-i MevlÂnÂ;
“TevÂzû ve mahviyette toprak gibi ol.” buyurur. Zira toprak, ayaklar altında ezilmesine rağmen, uzerinde gezen canlıların butun curûfunu alıp temizler ve yetiştirdiği turlu nebÂtÂt ile devamlı ikram ve ihsan hÂlinde olur.
Muʼmin, en başta Rabbine karşı tevÂzûyu hicbir zaman elden bırakmamalıdır. Rabbinin sonsuz kudret ve azameti karşısında, kendisinin acziyet, hiclik ve yokluğunu unutmamalıdır. Oʼna kullukta bulunabilmenin bile Oʼnun buyuk bir ikrÂmı olduğu hissiyÂtı icinde, ne kadar kullukta bulunursa bulunsun asl şımarmamalı, gurur ve kibre kapılmamalıdır. BilÂkis, bildiği ve bilmediği hata ve kusurlarının istiğfÂrıyla meşgul olmalıdır.
Zira CenÂb-ı Hak:
“AllÂhʼın yardımı ve zaferi gelip de insanların boluk boluk AllÂhʼın dînine girmekte olduklarını gorduğun vakit, Rabbine hamdederek Oʼnu tesbîh et ve Oʼndan mağfiret dile…” (en-Nasr, 1-3) buyurmaktadır.
En buyuk ornek şahsiyetimiz ve rehberimiz olan Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, vefatlarına seksen gun kala nÂzil olan bu sûreyi, sık sık okur ve muktezÂsınca amel ederlerdi.
Demek ki butun nîmetler CenÂb-ı Hakkʼın bir ihsÂnıdır. Kul, herhangi bir nîmete veya muvaffakıyete erdiği zaman, bundan nefsine bir pay cıkarmamalı; “Ben yaptım, ben başardım.” dememelidir. BilÂkis; “Sen lûtfettin. Senʼin ihsÂnındır y Rabbi!..” demelidir. Bildiği ve bilmediği, farkında olduğu ve olmadığı sayısız nîmetleri icin, Rabbine lÂyıkıyla şukredememekten dolayı da, tevbe ve istiğfÂrı hicbir zaman ihmÂl etmemelidir.]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“Kibirli kişi, asl mÂrifetin kokusunu koklayamaz. Bunun icin on sekiz bin Âlemde kendi nefsinden daha kotu bir nefs gormemelidir.”[9]
[Kibir, koku Cehennemʼde bulunan cirkin bir huydur. Hakkʼa kulluğun fÂrik vasfı olan tevÂzuun zıddıdır. Tevhîd akîdesi gibi, CenÂb-ı Hakkʼın kibriy sıfatının da, yani buyukluk ve ululuk vasfının da, asl ortaklığa tahammulu yoktur. Kibir ise, butun nîmet veya muvaffakıyetleri lûtfeden AllÂhʼa ortaklık alÂmetidir. Zira nîmeti Allahʼtan bilmek yerine, kendine izÂfe etme ve nefsine pay cıkarma gafletidir.
KÂrun, Allah TeÂlÂ’nın kendisine bircok ihsanda bulunduğu, zuhd ve takv sahibi bir kul idi. Ustelik TevrÂt’ı en iyi tefsir eden kimseydi. CenÂb-ı Hak ona bir imtihan olarak buyuk hazineler verdi. KÂrun, bu ilÂhî ihsanlar icin şukredeceği yerde, gurur, kibir ve enÂniyete kapılarak servetini Âdeta put hÂline getirdi. Oyle ki Mûs -aleyhisselÂm-, KÂrun’a zekÂtının hesabını bildirince o:
“–Bunları ben kendi ilmimle kazandım!” diye buyuklenerek îtiraz etti. Neticede, dayanıp guvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gomulerek, zelil bir hÂlde helÂk edildi.
Ebrehe de, o zamanın tankları sayılan fillerle KÂbeʼyi yıkmak icin yola cıkmıştı. CenÂb-ı Hak EbÂbil kuşlarını gonderdi. Bu kucuk kuşlar vÂsıtasıyla, o koca fil ordusunu helÂk etti. LÂkin Ebreheʼyi bir ibret olsun diye orada oldurmedi. Onu, gurur ve kibirle cıktığı yurduna zelil hÂlde geri dondurdu ve orada helÂk etti.
Bunun icindir ki Hak dostu Ârif kullar, nefislerine karşı dÂim teyakkuz hÂlinde bulunmuş, en ufak bir gurur, kibir ve enÂniyet durumunda derhÂl kendi nefislerine haddini bildirmişlerdir.
Bu hususta Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh-ʼın şu hÂli ne kadar hikmetlidir:
AshÂb-ı kirÂmdan Zeyd bin SÂbit -radıyallÂhu anh- anlatıyor:
“Halîfe Hazret-i Omer’in uzerinde bir elbise gordum; on yedi tÂne yaması vardı. Ağlayarak evime dondum. Bir muddet sonra tekrar yola cıktım. Yine Hazret-i Omer’le karşılaştım. Omzuna bir su kırbası koymuş, insanların arasından yuruyup gidiyordu. Ona hayretle:
«‒Ey Mu’minlerin Emîri!» dedim. Bana:
«‒Sus, konuşma! Sebebini sana daha sonra anlatacağım!» buyurdu.
Onunla birlikte yurudum. Yaşlı bir kadının evine girip suyu onun kaplarına boşalttı. Sonra birlikte Hazret-i Omer’in evine donduk. Ona nicin boyle yaptığını sordum. Şoyle buyurdu:
«‒Sen gittikten sonra yanıma Rum ve Fars elcileri geldi. Bana;
“‒Allah sana hayırlar, iyilikler versin ey Omer! Butun insanlar senin ilmin, fazîletin ve adÂletin hususunda ittifak ettiler!” dediler.
Onlar yanımdan cıkınca bana, kendimi beğenme duyguları geldi. Ben de hemen kalkıp nefsime o gorduğun şeyleri yaptım.»” (Muhibbu’t-Taberî, er-RiyÂdu’n-Nadra, II, 380)
“Kim nefsini bilirse Rabbini de bilir.” buyrulduğu uzere, mÂrifetullÂhʼa eren, yani CenÂb-ı Hakkʼı kalben tanıyan ve Oʼnunla beraberliğin feyz ve rûhÂniyeti icinde yaşayan ehl-i irfÂnın en buyuk mucadelesi, nefislerine karşı verdikleri ic mucadeledir. Zira nefs, ne kadar terbiye edilirse edilsin, yine de şerrinden emin olunamayan bir imtihan unsurudur.
Merhum Necip FÂzılʼın Yunus Emre adlı tiyatro eserinde, bu hususla ilgili hikmet dolu bir sahne vardır. HulÂsa olarak şoyledir:
Yunus Emre Hazretleri, şeyhi Taptuk Babaʼnın dergÂhında, nefsini terbiye etmek icin “erbaîn”e girer. Kırkıncı gun, nefsine sahip olup olamayacağı hususunda bir imtihandan gecirilir.
Derviş Yunus, cilehÂnenin kapısında bir kadın sesi duyar. Gelen, -guyÂ- şeyhinin kızıdır. Yunus kapıyı acmaz. Kız ise, turlu diller dokerek kapıyı actırmaya calışır.
“‒Ey Yunus! Kırk gundur burada cile cektin. Kendini benimle bir imtihan et.” der. Yunus, bu nefs imtihanıyla yuzleşmek icin kapıyı actığında, karşısında “Siyahlı Adam”ı bulur.
Siyahlı Adam; Yunusʼun riyÂzet ve mucÂhedeleri neticesinde ic dunyasından cıkıp karşısında belirmiş olan nefsinden başkası değildir. Yunus, onu kovarak kendisinden uzaklaştırmaya calışır. O ise bir golge gibi sahibinden ayrılmaz. Ustelik turlu vesveseler ve zehirli fikirlerle, Yunusʼu cıktığı yoldan geri dondurmek ister. Onu, servet, şehvet ve şohret vaatleriyle, nefsine karşı verdiği amansız mucadeleden vazgecirmeye calışır.
Yunus, Siyahlı Adamʼı, yani nefsini yakalamışken, onu oldurmek ve artık onun sıkıntılarından tamamen ÂzÂde bir omur surmek ister. Siyahlı Adamʼı boğmaya kalkışır, boğamaz. Su testisini Siyahlı Adamʼın kafasına carpar. Fakat testi, bir golgenin icinden gecer gibi gidip duvarda patlar.
Neticede Yunus, nefsini olduremeyeceğini, fakat onu “LÂ ilÂhe illÂllah” zikriyle zincire vurabileceğini anlar. Zikri duyan ilÂhlık dÂvÂsındaki nefs, Âdeta carpılmışa donerek geri cekilip odadan cıkar.
Sonra Taptuk Babaʼnın sesi duyulur. Yunus, bu sefer de nefsinin, şeyhi kılığında geldiğini duşunerek tereddut eder. Fakat Taptuk Baba, gelenin kendisi olduğunu, nefsinin ise zincire vurulmuş hÂlde bulunduğunu soyleyerek kapıyı actırır. Ardından, buradaki cilesinin bittiğini, artık son nefese kadar surecek buyuk cilehÂnedeki cilesine başlayacağını haber vererek onu “er meydanı” dediği dış dunyaya cıkarır. DergÂha dağdan odun taşımakla vazifelendirir. Ardından da, kızını ona nikÂhlayacağını soyleyip şu nasihatte bulunur:
“‒(Yunus!) Hicbir hak yeme! Nefsin hakkını da… Nefsin hakkı, şerîatte yazılı olduğu kadar… Ne bir lokma eksik, ne bir lokma fazla… Nefsi zincire vurmak boyle olur. Nefsini oldurmeye calışma! (Zira nefs olmez. Sen onu) îmÂna getirmeye calış! Allah onu yenmek icin yarattı seni!..”[10]
VelhÂsıl nefs, her yere ve her kılığa girer. Sahibini bir golge gibi takip eder. Onu butunuyle bertaraf etmek ne mumkundur ne de makbuldur. Makbul olan; onun gucunu mÂnevî terbiye ile kontrol altına alarak Hakkʼa kulluğa rÂm etmektir.
İmÂm GazÂlî Hazretleri bu hakîkati ne guzel hulÂsa eder:
“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikÂmete kendini bırakırsa, helÂk olması mukadderdir… O hÂlde nefsinin dizginlerini sımsıkı tut ve bineğinden istifÂde etmeye bak!..”]
CenÂb-ı Hak biz Âciz kullarını goz acıp kapayıncaya kadar da olsa nefsimizin eline bırakmasın. Cumlemizi, ihlÂsını koruduğu sÂlih kullarının arasına lûtf u keremiyle kabul buyursun. Kalplerimizi, ihlÂs, takvÂ, rızÂ, muhabbet ve mÂrifet nurlarıyla munevver kılsın.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] AbbÂs, Ebû Yezîd, sf. 70; Sehlegî, en-Nûr, sf. 99, 115.
[2] AttÂr, Tezkire, sf. 191.
[3] BuhÂrî, Edeb, 96.
[4] Prof. Dr. Suleyman Uludağ, BÂyezîd-i BistÂmî, sf. 187, TDV Yayınları, Ankara 1994.
[5] AttÂr, Tezkire, sf. 202.
[6] Bkz. SÂd, 44.
[7] Bkz. SÂd, 30.
[8] Prof. Dr. S. Uludağ, BÂyezîd-i BistÂmî, sf. 187.
[9] Prof. Dr. S. Uludağ, BÂyezîd-i BistÂmî, sf. 189.
[10] Bkz. N. F. Kısakurek, Yunus Emre, sf. 36-44, Buyuk Doğu Yayınları, İstanbul 1984.
Alıntı;
Altınoluk Dergisi
__________________