ŞİFÂ

Hem hastalıkların hem de gonullerin hekimi olan Lokman Hakîm Hazretleri’ne bir gun sormuşlar:

“–Efendim, hastalarımıza neler yedirelim? Ne tavsiye buyurursunuz?”

Lokman Hakîm şu guzel ve ozlu cevabı vermiş:

“–Hastalarınıza acı soz ve kalp kırıcı bir ifade yedirmeyin de, ondan başka ne yedirirseniz zararı olmaz inşĂ‚allah…”

Yani sadece tatlı dil ikrĂ‚m edin, şifĂ‚ bulur.

Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şoyle buyurmuştur:

“Ya hayır soyle yahut sus!” (Bkz. Muslim, ÎmĂ‚n, 77)

Demek ki;

İnsan ağzının kumandasını eline almalı! Sozleriyle de davranışlarıyla da kimseye diken olmamalı. BilĂ‚kis rûhundan rahmet taşırmalı. Gonullere dĂ‚imĂ‚ ferahlık neşretmeli. Ardında hep bir hayır duĂ‚, gok kubbede hoş bir sadĂ‚ bırakma gayretiyle hareket etmeli.

İşte Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın gonul semĂ‚mızda bıraktığı hoş bir sadĂ‚:

Hazret bir gun muridleriyle beraber Ilgın Kaplıcaları’na gider. O esnada hamamda cuzzamlılar yıkanmaktadır.

«Buyuk bir zĂ‚t teşrif etti!» diye telĂ‚şa kapılan hamam sahibi, bîcĂ‚re hastaları dışarıya cıkarmaya kalkar.

MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri ise buna mĂ‚ni olur. DerhĂ‚l cuzzamlıların olduğu havuza girer. Bu merhamet ve tevĂ‚zû karşısında cuzzamlılar feryĂ‚d ederek ağlamaya başlarlar. Bu hĂ‚li seyredenler de, bu Muhammedî ahlĂ‚k karşısında kendilerinden gecerler.

GUL OLMALI

Gul olmalı. Hem de dikenlere rağmen gul olmalı.

Kimseyi incitmemeli ve incinmemeli. Cunku gul olabilmek, dikenlere de sabredebilmektir. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ gul ve diken tefekkuruyle şunları soyler:

“Gulun dostu dikendir.”

Gul, dikene tahammul sayesinde tezkiye olur. Tezkiye ise; sabırdır, iptilĂ‚lara katlanmaktır.

“Gulun dikene katlanması onu guzel kokulu yaptı.”

Tahammul ve musĂ‚maha peygamberlerin ve Hak dostlarının şiĂ‚rıdır. Onlar gunah bataklığına batmış insanlara, yaralı bir kuşu şefkatle kurtarma hassĂ‚siyeti icinde yaklaşırlar.

Bugun bir fazîletler medeniyeti olarak andığımız asr-ı saĂ‚det toplumu; cĂ‚hiliyyenin zulum, cehĂ‚let karanlıkları icindeki insanlarını Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz’in «Kitap ve Hikmet»in nûruyla bir bir tezkiye etmesi sayesinde teşkil edildi. Bu elbette kolay olmadı.

Kimi bedevî gelip mescide bevletti. Efendimiz, yuzunu ekşitmedi, affetti. Guzelce oğretti.

Kimi geldi, kaba saba hitĂ‚b etti. Efendimiz, letĂ‚fetle mukabelede bulundu. ZarĂ‚feti tĂ‚lim buyurdu. NĂ‚danlıklara sabretti, irfĂ‚na kavuşturdu. Kabalıklara, cefĂ‚lara sabretti; incelik ve safĂ‚ kazandırdı.

Bin bir misalden biri:

Asr-ı saĂ‚dette bir icki mubtelĂ‚sı defalarca te’dib edildiği hĂ‚lde ickiden vazgecemiyordu. Ashabdan biri, bu kişi hakkında;

“–AllĂ‚h’ım ona lĂ‚net et! Bu sarhoş adam, ikide bir RasûlullĂ‚h’ın huzûruna getiriliyor ve (onu cok rahatsız ediyor)!” dedi.

Bunu işiten Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:

“–Ona lĂ‚net etmeyin. AllĂ‚h’a yeminle soyluyorum, bu adam hakkında bildiğim tek şey onun Allah ve Rasûlu’nu sevdiğidir.” (BuhĂ‚rî, Hudûd, 5)

Peygamberimiz; bu zarif muamelesiyle ve bu latif terbiyesiyle cĂ‚hiliyye karanlığındaki nice gonlu tertemiz eyledi.

Ehlullah HazerĂ‚tı da Peygamber Efendimiz’in nezĂ‚ket uslûbunu tevĂ‚rus ettiler ve yaşayarak yaşattılar.

MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri’nin şu kıssası guzel bir misaldir:

Bir gun sohbet esnasında bir sarhoş cıkagelir. Dervişler onu Ă‚detĂ‚ tartaklayarak dışarı cıkarmak isterler.

MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, onu dergĂ‚ha sığınan yaralı bir kuş gibi gorur, dervişana serzenişte bulunur ve derhĂ‚l onu bırakmalarını emrederek ilĂ‚ve eder:

“–Şarabı o icmiş, fakat siz sarhoş gibi davranıyorsunuz!”

Merhûm Ramazanoğlu Mahmud SĂ‚mî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin bir talebesi, gecirdiği bir buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı acan kişi;

“−Bu ne hĂ‚l! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca bitkin ve bîcĂ‚re adamcağız;

“−Beni merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek caresizliğini ifade eder.

Olup biteni iceriden işiten SĂ‚mi Efendi; hemen kapıya gelir ve o gonlu zedelenmiş talebesini iceriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrĂ‚ne olmuş gonlunu merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyĂ‚ eder. Bu rakîk gonul uslûbu ile irşĂ‚da mazhar olan o şahıs da, butun menfî hĂ‚llerinden kurtularak zamanla sĂ‚lihler zumresine dĂ‚hil olur.

Bu hassĂ‚siyet tasavvufta, «muĂ‚hezeyi nefse, musĂ‚mahayı gayra tevcih etmek» şeklinde kaideleştirilmiştir. Gunaha olan nefret, gunahkĂ‚ra taşıttırılmaz. Onun sırtından o yuku atmasına yardımcı olunur.

Bu sabır, CenĂ‚b-ı Hakk’ın da ahlĂ‚kıdır. O Sabûr’dur, cok sabredicidir. Halîm’dir; mĂ‚siyeti hemen cezalandırmayıp, tevbe ve istiğfar icin muhlet verendir. SettĂ‚r’dır, ayıpları ortendir.

Rabbimiz’in bu cemĂ‚lî sıfatlarıyla vasıflananlar, guzel ahlĂ‚kın kemĂ‚liyle nurlanırlar. MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri buyurur:

“Ayın geceye sabretmesi onu apaydın eder.”

Peygamberler ve Hak dostları, guzel ahlĂ‚kları, zarĂ‚fet ve nezĂ‚ketleriyle bir cĂ‚zibe merkezi olurlar. Sarhoşun tekkeye geldiği gibi; kanadı kırık kuşlar, ıslāh-ı hĂ‚lden umitvĂ‚r olamayan gunahkĂ‚rlar, kendilerine uzatılacak bir el arayan caresizler, onların gonul dergĂ‚hlarına koşarlar.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın; kendisini mucrim addederek acziyet ve Ă‚hiret endişesi icinde şu merhamet ve şefkat dileyen yalvarışı ne guzeldir:

“Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sĂ‚lihlerin umit etmesi gerekiyorsa, mucrimler kime gidip sığınsınlar?..”

“Ey ulu AllĂ‚h’ım! Eğer Sen yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mucrimler kime gidip yakarsınlar?.. (Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)”

Boyle bir yalvarış, takvĂ‚ sahiplerinin ahlĂ‚kıdır. Hak dostları, kendilerini dĂ‚imĂ‚ boyle bir acziyet icinde gorur ve mutevĂ‚zı bir gonulle bu şekilde feryat ve niyaz hĂ‚linde olurlar.

O perişan hĂ‚ldeki gunahkĂ‚rları hor gormek, mĂ‚nĂ‚ ehlinin sahip olması gereken hiclik ve mahviyete de sığmaz. İnsan ilĂ‚hî bir sırdır. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ der ki:

DEFİNEYE MÂLİK VÎRÂNELER VAR

“Defineler, cevherler hic sağlam bir ev icinde bulunur mu? Defineler dĂ‚imĂ‚ vîrĂ‚nelerde, yıkık yerlerdedir.”

Boyle kimseleri hor gorenlerin hĂ‚lini, camurdan yaratılan Âdem’i hor goren İblisin duştuğu duruma benzetir:

“Âdem’in mĂ‚nĂ‚ hazinesi de, yıkık yere; onun topraktan yaratılmış bedenine gomulmuştu.

Bu hĂ‚l lĂ‚netlenmiş şeytanın gozunu bağladı da Âdem’in icindeki hakikati goremedi. O toprağı hakîr gordu. Ona hor baktı. Fakat can, şeytana diyordu ki:

«Sen beni gaflete dûcĂ‚r olduğun icin goremiyorsun, cunku bu toprağım sana engel olmaktadır.»”

HĂ‚lbuki insan aslı itibarıyla mukerrem olup, kişi Ă‚rızî gunah ve isyanlarla o aslı kirletmiştir. Kirler bertarĂ‚f edilirse, yine tertemiz bir cevher ortaya cıkacaktır.

Bu sebeple Hak dostları; kimsenin ıslah ve hidĂ‚yetinden umit kesmeksizin, sırĂ‚t-ı mustakîme davete devam ederler.

MĂ‚ruf-i Kerhî -kuddise sirruh- Dicle kenarından geciyordu. Bir boluk gafil genc de, orada şarap icip eğleniyorlardı. MĂ‚ruf Hazretleri’ni gorunce, işlemekte oldukları mel‘anet sebebiyle kendilerine bedduĂ‚ edeceğini duşunerek keyifleri kactı. Bunun da kızgınlığıyla iclerinden biri dayanamayıp kalktı ve mustehzî bir tavırla;

“–YĂ‚ Şeyh! Haydi durma, bizim şu anda Dicle’nin azgın sularına gark olmamız icin hemen bedduĂ‚na başla!” dedi.

MĂ‚ruf Hazretleri hicbir gazap emĂ‚resi gostermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve;

“–YĂ‚ İlĂ‚hî! Bu yiğitlere dunyada hoş dirlik verdiğin gibi, Ă‚hirette de dirlik ver.” dedi.

Ummadıkları bu ifadeler karşısında gencler;

“–YĂ‚ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu dediklerinize bir mĂ‚nĂ‚ veremedik!” dediler.

İhlĂ‚s ve takvĂ‚sı sebebiyle şu kısacık sozlerine CenĂ‚b-ı Hakk’ın tesir bereketi lutfettiği MĂ‚ruf-i Kerhî Hazretleri şoyle dedi:

“–EvlĂ‚tlarım! Hak TeĂ‚lĂ‚, size Ă‚hirette dirlik vermek isterse, tevbe etmenizi nasîb eyler.”

Yiğitler beklemedikleri bu muşfikāne tavır karşısında once bir muddet duşunceye ve nefs muhasebesine daldılar. Akabinde, iclerinde buyuk bir pişmanlık duydular. Derken intibĂ‚ha gelerek nedĂ‚met gozyaşları icinde şaraplarını doktuler, calgılarını kırdılar ve tevbe ettiler. Her iki cihĂ‚nın saĂ‚det ve selĂ‚metine tĂ‚lip oldular.

Zaten peygamberler ve Hak dostlarının gayreti îman-kufur mucadelesinde, îmĂ‚nın galebe calması icindir. İnsanları cehennemden kurtarıp cennete dĂ‚vet etmektir. Oyle ki rivĂ‚yete gore, cehennemin uzerinden gecen mu’minlere cehennem şoyle hitĂ‚b edecektir:

NÂRI NÛRA CEVİRMEK

“–Ey mu’min! Uzerimden cabuk gec, yoksa ateşimi sondureceksin!”

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ bu rivĂ‚yeti edebî lisanla şoyle şerh eder:

“Mu’minler mahşerde diyecekler ki:

«Ey melekler; cehennem herkesin, butun insanların muşterek bir yolu değil mi idi? (Bkz. Meryem, 71-72) Mu’minlerin de kĂ‚firlerin de oraya uğrayacakları, gececekleri bir yolda; biz bu yolda ne duman gorduk, ne de ateş…

İşte burası cennet; eman yurdu, emniyet yeri. Peki, o korkunc gecit, o felĂ‚ket uğrak nerede kaldı?»

Melekler onlara diyecekler ki:

«Hani gecerken filĂ‚n yerde gorduğunuz o yemyeşil bahce var ya!

Cehennem, o korkunc azap yeri, o şiddetli ceza mahalli işte orası idi. Ama rûhunuzun CenĂ‚b-ı Hakk’a olan sadĂ‚kati ve kulluğu neticesinde Hazret-i Allah, o cehennemi size gostermedi, size orası sadece bağlık, bahcelik ve ağaclık bir yer gorundu.

Siz de, bu cehennem huylu, ateşli fitneler ve fesatlar arayan nefsin yangınını; uğraştığınız, mucĂ‚hede ettiğiniz ibĂ‚detlerle, hayır ve hasenatlarla Allah rızĂ‚sı icin onun ateşini sondurdunuz.

Alev alev yanan şehvet ateşiniz; takvĂ‚ yeşilliği, hidĂ‚yet nûru oldu.

Hiddet, ofke ateşiniz; sabır ile, hoşgoru ile, yaptığınız hayır ve hasenatlarla hilm hĂ‚line geldi. CehĂ‚let karanlığı da kalbinizin gayretleriyle mĂ‚rifet oldu.

Hırs ve cimrilik ateşiniz comertliğe cevrildi. Diken gibi olan hasediniz gul bahcesine dondu.

Siz, Allah rızĂ‚sı icin; daha dunyada iken ateşlerinizin hepsini de birer birer sondurdunuz.

Ateş gibi nefsi gul bahcesi hĂ‚line getirdiniz; oraya vefĂ‚ tohumunu ektiniz.

O bahcede zikir bulbulleri, tesbih bulbulleri; cimenler, yeşillikler arasında, ırmak kıyısında otmeye koyuldular.

Hak davetcisi olan Peygamber’in davetine uydunuz; nefis cehennemine su dokup ateşini sondurdunuz.

İşte bu yuzden cehennem size yemyeşil ve turlu nimetleri ihtivĂ‚ eden bir gul bahcesi oldu.»

Ey oğul; iyiliğin karşılığı nedir? Lutuftur, ihsandır, fazlasıyla sevaptır.”

Dolayısıyla, mu’minler; gonuller kazanarak, dergĂ‚h hĂ‚line getirdikleri gonullerine herkesi davet ederek; îmĂ‚nı kufre galip getirmeye, cennetin nûruyla cehennemin ateşini sondurmeye gayret ederler. Gazab-ı ilĂ‚hîyi, rahmete dondurme niyazı icinde cırpınırlar.

Ancak;

HAKKIN HATIRI ÂLÎDİR

Peygamberler ve Hak dostlarının musĂ‚mahakĂ‚rlığı asla hakkı soylemekten cekinmek ve korkmaktan dolayı değildir. Onlar dĂ‚imĂ‚ en ağır şartlarda dahî hakikatin berrak aynası ve tercumanı olmuşlardır.

Buradaki musĂ‚maha ve yumuşaklık, muhatabın gonlune tesir etmek icindir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede;

“Ona yumuşak soz soyleyin. Belki oğut alır yahut korkar.” (TĂ‚hĂ‚, 44)

Mesnevî’de şoyle şerh edilir:

“Ey Musa! Zamanın Firavun’una karşı yumuşak soz soylemek, yumuşaklık gostermek gerek. Kaynayan yağa su dokersen ocağı harap edersin. Tencereyi de.

Yumuşak soyle. Doğru sozden başka bir soz soyleme, yumuşak soz*lerle vesveseler satmaya kalkışma. Toprak yemeye alışmış bir kişiye; «Şeker daha iyi, daha guzel.» de. Zararlı bir yumuşaklık gosterip, ona toprak verme.”

Yani, yumuşak soylemek; hakkı ketmetmek, doğru olmasa da muhatabın rĂ‚zı olacağı şeyleri ifade etmek değildir.

Hazret-i MevlÂn buyurur:

“Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bulbul, kuzgun bağırıyor diye guzelim sesini keser mi hic?”

Hak yolundakiler, zalimlerden korkmazlar. Onları kazanmak icin musĂ‚mahakĂ‚r bir uslûp kullanırlar.

HidĂ‚yete sırt cevirmiş, kalpleri muhurlu kimseler de bu dunya hayatında var olacaktır. Onların cefĂ‚larına sabretmek de mu’minlerin imtihanları arasındadır. MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri buyurur:

“Madeninde birkac gecer akcesi olan dağ, kazma yaralarıyla paramparca olur.”

Meyveli ağacın taşlandığı gibi, Hak ve hakikati tevzî edenlere de ta‘n ve iftiralar eksik olmaz. 15 asır sonra hĂ‚lĂ‚ Peygamber Efendimiz’e karikaturle, yazıyla hakaretler devam etmektedir. Bugun de kendi kirli ve gizli siyasetlerinin neticesi olarak zuhûr eden fitneleri bahane ederek yine insanlığa selĂ‚met getiren İslĂ‚m’a teror iftirasını atıyorlar.

Bunlar karşısında dĂ‚imĂ‚; İslĂ‚m’ı, Peygamber Efendimiz gibi temsil ederek, yeryuzunde Hakk’ın şahidi olmak mecburiyeti vardır. İslĂ‚m’ın vakar ve izzetini de musĂ‚mahakĂ‚r, mutebessim cehresini de bugun insanlık bizde gormelidir.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ bu cileli yolu, misallerle anlatır:

“Tatlı suyun başı kalabalık olur.”

“BelĂ‚lardan coğu peygamberlere gelir. Cunku ham adamları yola getirmek, zaten belĂ‚dır.”

Bu dertlerden Hak dostları uzulmez zira;

“Dert dĂ‚imĂ‚ insanı olgunlaştırır.”

Neticede dĂ‚imĂ‚ hakikat kazanır. Ters yuz edilen, hakikatin aksi şekilde gosterilen yalanlar, iftiralar dokulur ve hakikî cevherin ışıltısı parıldar. MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri der ki:

“Kim demiş gul, dikenin himayesinde yaşar? Dikenin itibarı ancak gul sayesindedir!”

Mahşer yerinde; kimin kıymetli, kimin değersiz, kimin galip kimin perişan olduğu ortaya cıkacaktır. Bunun icin esas hayatın Ă‚hiret olduğu şuuruyla, dĂ‚imĂ‚ o gunun şahĂ‚detnĂ‚mesine hazırlanmak elzemdir. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ buyurur:

“Sende ne var, sen ne elde ettin? Denizin dibinden nasıl bir inci cıkardın? Olum gununde bu kesinlik kazanacaktır.”

Olum; oncesi dunya hayatı, sonrası Ă‚hiret yurdu olan bir gecittir. Bu hikmetle, Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, vefat gecesini; «şeb-i arûs», «duğun gecesi, vuslat gecesi» diye adlandırmıştır.

MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri dunya ve Ă‚hireti şu guzel temsil ile anlatır:

“Ana karnındaki cocuğa birisi deseydi ki:

«Dışarıda pek duzgun, pek hoş bir dunya var. Enine boyuna geniş, bereketli bir yeryuzu var. Orada nice nimetler, nice sayısız yiyecek şeyler var. Dağlar, denizler, coller, bostanlar, bağlar, bahceler, cayırlıklar, cimenlikler var. Cok yuksek ve ışıklarla dolu aydınlık bir gokyuzu, guneş, ay, yıldızlar ve SuhĂ‚ yıldızı var. Orada guneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan ruzgĂ‚rlar eser. Bağlar, bahceler; gelinler gibi suslenmiş, sanki duğunler yapılmaktadır.

Dunyanın şaşılacak guzellikleri, acayip hĂ‚lleri dille anlatılamaz ki…

Sen ana rahminde, o karanlık yerde; sıkıntılar, mihnetler icindesin.

Ey cocuk! Sen, o daracık işkence yerinde carmıha gerilmiş, kan emmektesin. Hapse duşmuşsun; pislikler, eziyetler icindesin.»

Butun bu sozlere rağmen o cocuk; yine de kendi hĂ‚line bakardı, durumu gereği bir şikĂ‚yette bulunmazdı ve soylenenleri inkĂ‚r ederdi, anlatılan gercek haberlere inanmazdı.

«Bu soylenen sozler, olmayacak şeylerdir. Siz, cocuk kandırıyorsunuz, beni aldatıyorsunuz.» derdi.

İşte dunyadaki insanların coğu da boyledir, Hak dostlarının sozlerini, onların mĂ‚nĂ‚ Ă‚leminden haberlerini inkĂ‚r ederler. Hak dostları, onlara;

«Bu dunya pek karanlık, pek dar bir kuyu gibidir. Bu dunyanın otesinde ise, kokudan, renkten Ă‚zĂ‚de cok hoş bir dunya vardır.» der. Fakat bu soz, onların hicbirinin kulağına girmez.” (Mesnev&#238

Zira o işitmeyen gafiller, sefĂ‚letini saĂ‚det zannedenlerdir. Kalp Ă‚lemleri olmadığı icin gercek saĂ‚detin ne olduğunu bilemezler.

Rabbimiz, hepimizi dunya ve Ă‚hireti hakkıyla idrĂ‚k edebilenlerden eylesin.

CenĂ‚b-ı Hak; Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz’in sunnet ve sîretine ittibĂ‚ hĂ‚linde guller misĂ‚li yaşayıp husn-i hĂ‚time ile huzûruna varanlardan, mahşer yerinde yuzu ak olanlardan eylesin!..

Âmîn!..



Alıntı;
Yuzakı Dergisi-Yıl: 2015 Ay: Aralık Sayı: 130

__________________