İNSANDAKİ İKİ TEMÂYUL
CenÂb-ı Hak; insanı, cennete davet etmekte.
Ancak onu cennete ham ve nÂdÂn hÂliyle değil, terbiye olmuş bir kıvamda kabul etmekte.
Kotulukleri emredip duran bir nefs ile değil, zikrullah ile itmi’nÂna kavuşmuş bir gonul ile…
Mulevves duygularla dolu bir kalp ile değil, kalb-i selîm ile…
HÂsılı; sahih îman, sÂlih ameller ve guzel ahlÂk ile…
Bunların hepsi kÂmil bir insan şahsiyeti demek…
İnsanın cennete kabul edilebilmesi icin; CenÂb-ı Hakk’ın rÂzı olacağı bir şahsiyet inşÃ‚ etmesi, kÂmil bir insanın hasletlerini kazanması zarûrîdir.
YÂni;
İnsan mukerrem olacak ve muhteşem olan cennete lÂyık hÂle gelecek.
İnsanın fıtratında «ornek alma» ve «taklit» husûsiyetleri vardır ki, şahsiyetini bunlarla oluşturur. İnsanın bu ihtiyacı sebebiyle CenÂb-ı Hak, sadece kitap indirmekle iktif etmemiş; insanlığa ornek alıp, ittib edecekleri peygamberler de gondermiştir. Biz Âhirzaman ummetine ise HÂtemu’l-Enbiy Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bahş ve lutuf buyurmuştur.
CenÂb-ı Hak, en buyuk bir lutuf olarak bildirmektedir: « اللّٰهُ مَنَّ لَقَدْ » buyurmaktadır.
Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in mustesn sîretine ve muhteşem ahlÂkına tÂbî olmak, Hakk’ın rız ve muhabbetine nÂiliyetin vazgecilmez vesilesidir. Yani bir mu’min; ibÂdet ve davranışlarında Hazret-i Peygamber’in Sunnet’i istikametinde merhale kat etmedikce, İslÂm’ın hedeflediği ideal insan demek olan «insÂn-ı kÂmil» kıvÂmına vÂsıl olamaz. Dînin gercek huzur ve saÂdetine de eremez. Cunku CenÂb-ı Hak; İslÂm’ın hedeflemiş olduğu «kÂmil insan» modelini, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu, Âlemlere rahmet ve butun mu’minlere ornek bir şahsiyet eylemiştir.
Efendimiz’e ittibÂın bu ulvî mÂnÂsını ifade sadedinde Hazret-i MevlÂn şoyle buyurur:
“Gel ey gonul! Hakikî bayram, CenÂb-ı Muhammed’e vuslattır. Cunku cihanın aydınlığı, o mubÂrek varlığın cemÂlinin nûrundandır.”
İslÂm’ın; ihsan / takv / zuhd uzere sahÂbe gibi yaşanması demek olan tasavvufun gayesi, Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’e ittib eden, kÂmil insan şahsiyetini inşÃ‚ etmektir. KıyÂmet denilen o zor gunde O’nun gibi olmaya gayret edenler O’nun yanında olacaktır. Zira O buyurur:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” (BuhÂrî, Edeb, 96)
O’na ne kadar benzeyebiliyoruz?
O’nun ne kadar talebesi olabiliyoruz?
Gercek huzur, gercek saltanat ona benzeyebilmektir. Fahr-i KÂinÂt Efendimiz;
“En cok cile cemberinden gecen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, KıyÂmet, 34/2472)
Ancak cektiği cilelere rağmen O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- dÂim huzur dolu. Yedi evlÂdının altısını kaybetti, elleriyle defnetti yine huzur icinde oldu. Uhud’da fedakÂr amcası Hamza’yı, ciğerpÂresi Mus’ab bin Umeyr’i kaybetti, yine bir tevekkul ve teslîmiyet hÂlindeydi.
Mekke fethi gibi buyuk bir zafer karşısında devesinin uzerinde şukur secdesinde ve; “Esas hayat Âhirettir.” şuuruyla muvaffakiyeti AllÂh’a izÂfe hÂlinde…
En azılı duşmanlarının dilinde bile, O; -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- el-Emîn ve es-SÂdık…
O’na talebe olabilmek, huzurla dolmak, guvenilir ve doğru olmak, her şartta mutevÂzı ve sabır dolu olmak…
O’na talebe olmak, O’nun rûhÂnî dokusundan hisseler alabilmek…
Rabbimiz muvaffak eylesin…
Madde madde misallendirirsek;
İBÂDETTE RÛHÂNİYET
İbÂdet; gerek namaz, oruc gibi muayyen şekillerde, gerek hayatın butun safhalarında Rabbimiz’e kulluk etmek demektir.
İbÂdette zÂhir ve sûret mukemmel olması îcÂb eder, fakat asıl gaye, bÂtın ve sîrettir. Sormalıyız:
İbÂdetlerimiz, bizleri ne kadar vecd ve duygu derinliğine goturuyor?
Rabbimiz, namazda huşû istemekte, felÂha kavuşan mu’minleri;
اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Onlar ki, namazlarında huşû icindedirler.” (el-Mu’minûn, 2) diyerek vasfetmektedir.
Anlamamız îcÂb eder ki;
CenÂb-ı Hak, geometriden ibaret bir namaz istememektedir. Bedenin, kıblesi KÂbe’ye donduğu gibi; kalbin ibresi de Hakk’a yonelmelidir. Kalp ve beden, rûhÂnî bir Âhenk icinde olmalıdır.
Namaz, kulu MevlÂ’nın vuslat deryÂsına goturen ibÂdet pınarlarının en buyuğu ve ehemmiyetlisidir. Namaz; şumûl, muhtev ve rutbe bakımından butun ibÂdetlerin zirvesi ve ozudur.
Peygamber Efendimiz; “Gozumun nûrudur.” buyurduğu namazı işte bu kıvamda ed etmiştir. Hazret-i Âişe-radıyallÂhu anhÂ- anlatır:
“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- namaza durduğu zaman, yureğinden kazan kaynaması gibi ses duyulurdu. Ezan okunduğu zaman, AllÂh’ın huzûruna cıkacağı icin etrafındakileri tanımaz hÂle gelirdi.” (Ebû DÂvûd, SalÂt, 157; NesÂî, Sehv, 18)
O Varlık Nûru; “Şukreden bir kul olma” iştiyÂkıyla her vesileyle namaza koşmuş, secdeye kapanmıştır. Farzlara ilÂveten; farzların evvel ve Âhirindeki revÂtib sunnetler, duhÂ, işrak, evvÂbîn, teheccud, vudû (abdest), sefer, hÂcet, husûf-kusûf namazlarını da ed etmiştir.
CenÂb-ı Hak Kur’Ân-ı Kerim’de;
وَاسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ
“Sabır ve namazla yardım isteyin.” (el-Bakara, 45) buyurmuştur. Mu’min her vesileyle;
« اللّٰهِ اِلَى فَفِرُّوا / AllÂh’a koşun» (ez-ZÂriyÂt, 50) tÂlimÂtına teslim olarak secdelere koşmalıdır.
Huşû ile kılınan, rûhÂniyet veren bir namaz; kişiyi kotulukten alıkoyar.
CenÂb-ı Hak ile mulÂkat hÂlinde bir namaz; devrimizin hastalıkları olan psikolojik rahatsızlıklardan, vesveselerden, depresyon ve streslerden muhafaza eder.
Cunku huşû ile kılınan bir namaz sayesinde, insanın CenÂb-ı Hakk’a karşı tevekkul ve teslîmiyeti artar. Bu teslîmiyet neticesinde kişi, psikolojik rahatsızlıklardan muhafaza edilir.
İnsanî ve ictimÂî ilimlerle meşgul olan kişiler, toplumdaki ceşitli problem ve Ârızaların sebeplerini tespit icin uğraşırlar. HÂlbuki psikolojik ve sosyolojik sıkıntıların en buyuk Âmili, kulun Rabbiyle munasebetindeki Ârızalardır.
Rabbimiz’in istediği, Peygamberimiz’in gosterdiği şekilde namaz kılan bir toplum; bedenen ve rûhen sıhhatli olur. Nitekim asr-ı saÂdette Medine’ye bir doktor gelmişti. Yapacak bir iş bulamadı. Neticede Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ona ailesinin yanına donmesini tavsiye ettiler. Yine; bize gelen nakillere baktığımızda, asr-ı saÂdette psikolojik bir rahatsızlığa rastlamıyoruz. Zira zengini-fakiri, hastası-sağlamı, hepsi, İslÂm’ın lutfettiği bir huzuru yaşıyordu.
Namaz gibi diğer ibÂdetler de rûhÂnî gayelerine uygun şekilde ed edilmelidir.
Oruc, insanın nimetler karşısındaki şukrunu artırır.
Cunku muvakkat aclık, nimetlerin kadrini idrÂk ettirir.
Kalbin sabır ve metÂnetini kuvvetlendirir.
Yoksul, garip ve kimsesizlerin hÂlini yakînen anlamaya vesile olur.
ZekÂt, sadaka ve infak, kulun mes’ûliyetini bildirir. Kur’Ân-ı Kerim’de; zekÂt 32 yerde, sadaka 21 yerde ve infak da 72 yerde zikredilmektedir. Biz ehemmiyet verdiğimiz şeyleri tekrar tekrar soyleriz. Rabbimiz de bize 125 defa gerek zekÂt gerek sadaka gerek infak kabîlinden vermeyi emrederek, buna ne kadar ehemmiyet verdiğini tebÂruz ettirmektedir. İnfak husûsunda Âyet-i kerîmede şoyle buyurulur:
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِى السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ
“O takv sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah icin infÂk ederler…” (Âl-i İmrÂn, 134)
Anlamalıyız ki, infÂk icin maddî bakımdan zengin olmak şart değildir. Fakat gonul zengini olmak şarttır. Takv sahipleri Allah icin darlıkta dahî infÂk ederler. Bu işareti emir telÂkkî eden ashÂb-ı suffe talebeleri, yokluk icinde oldukları hÂlde, dağlara cıkıp odun toplayıp satmış ve bedelini Allah Rasûlu’nun onune koymuşlardır.
Hac ise mahşerin bir benzerini, daha bu dunyada iken yaşatarak; “Olmeden evvel olunuz!” sırrına ermeye vesile olan bir ibÂdettir. Yani fÂnî hayatın son giysisi olan kefene burunmenin bir misÂlidir. Hacda; «refes», «fısk» ve «cidÂl» yoktur. Yani şehevî arzular, fısk u fucur ve munakaşa yasaklanarak; bu şuurun butun omre yayılması telkin edilir.
Hazret-i MevlÂnÂ; rûhÂniyet icinde bir hac icin şu hatırlatmada bulunur:
“Hacca gidenler orada evin (yani BeytullÂh’ın) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra KÂbe’yi her yerde bulabilirler.”
Yani;
Bir kalp, eğer kalb-i selîm, kalb-i munîb ve nefs-i mutmainne ekseninde seviye kazanırsa, o zaman CenÂb-ı Hak’la beraberliği her an temin etmiş olur. Zira CenÂb-ı Hak; وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ “Nereye gitseniz Allah sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.
Namaz, oruc, zekÂt ve haccı lÂyıkıyla îf edebilmek; toplumdaki sosyal buhranları ortadan kaldırır, cemiyete huzur verir. Bu huzur; asr-ı saÂdet, Omer bin Abdulaziz devri ve Osmanlı’nın ilk uc asrında fiilen yaşanmıştır.
Bugun İslÂm dunyasının icinde bulunduğu buhranların da başlıca caresi, Hakk’a rûhÂniyet ve huzur hÂlinde ibÂdettir. Boyle bir kulluk, mutlaka beşerî munasebetlere de huzur ve selÂmetini aksettirecektir.
CenÂb-ı Hak Âyet-i kerimede buyurur:
“Ancak Sana ibÂdet ederiz ve ancak Sen’den yardım dileriz.”
Yani;
نَعْبُدُ اِيَّاكَ olmaz ise نَسْتَع۪ينُ وَاِيَّاكَ olmaz.
Hep beraber yaşanan bir kulluk gercekleşmezse ilÂhî yardım kesilir.
Hep beraberlik şart.
Bunun icin muÂmelÂt cok muhim:
MUÂMELÂTTA ZARÂFET
Kulun Rabbiyle olan munasebetine ibÂdet denildiği gibi; bir kulun diğer kullarla, mu’min kardeşleriyle, insanlıkla, hatt butun yaratılmışlarla, cumle mahlûkatla munasebetlerine de «muÂmelÂt» denir.
Dînimiz; zarÂfet icinde bir muÂmelÂta buyuk ehemmiyet vermektedir. MuÂmelÂtta zarÂfet husûsu, kÂmil bir îmÂna sahip olmanın şartıdır. Peygamber-i ZîşÃ‚n Efendimiz buyurmuştur:
“Sizden her biriniz kendi nefsi icin istediğini, mu’min kardeşi icin de istemedikce kÂmil mu’min olamaz.” (BuhÂrî, ÎmÂn, 7; Muslim, ÎmÂn, 71-72)
MuÂmelÂttaki kusur ve ihmaller, ibÂdetlerin kabulune de mÂni olur. Mesel gıybet edenin orucu sakatlanmış olur. Kul hakkı ile kazanılmış para ile zekÂt olmayacağı gibi, boyle kirli bir para ile hacca gidene de; «L lebbeyk!» denir.
İnsanlara iyilik ve adÂletle muÂmelede din şartı bile yoktur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan cıkarmayanlara (savaş hÂlinde olmadığınız gayr-i muslimlere) iyilik yapmanızı ve onlara Âdil davranmanızı yasaklamaz. Cunku Allah, adÂletli olanları sever.” (el-Mumtehine, 8)
En zarif muÂmelÂtın en mukemmel misÂli Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’dir. Peygamberimiz sadece mu’minlere değil, dînine bakmaksızın butun insanlara da zarif bir insÂniyetle muÂmele etmiştir. Zira mu’minler kardeşimizdir ve butun insanlar da, insanlıktaki eşimizdir. Bu sebeple Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, bir yahudi cenÂzesi gecerken ayağa kalkmış, fetihten once Mekke’de kıtlık olduğunda muşriklere yiyecek ve nakit yardım gondermiştir. Bu zarif muameleler karşısında Mekke fethi sırasında Mekke halkının hemen hemen tamamı musluman olmuştur.
Peygamberimiz’in, şefkat ve merhametle pek duşkun olduğu mu’minlere muÂmelÂtı ise bambaşkadır. O, şoyle buyurur:
“Ben her mu’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha ustunum. Bir kimse olurken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borc veya yetimler bırakırsa, o borc bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Muslim, Cum‘a, 43)
Fahr-i KÂinÂt Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, ashÂbına zaman zaman sorardı:
“Bugun bir hasta ziyaret eden var mı?”
“Bugun bir fakiri doyuran var mı?”
“Bugun bir cenÂze namazına iştirak ettiniz mi?” (Muslim, FedÂilu’s-SahÂbe, 12)
Bu sualleri bizler de her gun gonullerimize sormalıyız.
Bu suallerin musbet cevaplarıyla yetişen ve O’nun nurlu izinden yuruyen Hazret-i Hasan’ın şu kıssası da muÂmelÂttaki zarÂfetin ne guzel bir orneğidir:
Hazret-i Hasan -radıyallÂhu anh- bir gun KÂbe’yi tavaf etti, ardından Makām-ı İbrÂhim’e gidip iki rekÂt namaz kıldı. Sonra yanağını Makām’a koyup ağlamaya başladı:
“Y Rabbî, senin kucuk ve zayıf kulun kapına geldi; AllÂh’ım, Âciz hizmetcin kapına geldi; y Rabbî, dilencin, kapına geldi; Sen’in yoksulun, kapına geldi!” diyor ve bunu defalarca tekrar ediyordu.
Sonra oradan ayrıldı. Yolda kuru ekmek parcalarıyla karınlarını doyurmaya calışan yoksul insanlara rastladı. SelÂm verdi. Onlar da Hazret-i Hasan’ı yemeğe davet ettiler. Hasan -radıyallÂhu anh- yoksullarla birlikte oturdu (sadaka, ehl-i beyte haram olduğu icin);
“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” buyurdu ve (zarif bir hÂl caresi bularak);
“–Haydi kalkın, bizim eve gidelim!” dedi.
Yoksullar onunla birlikte evin yolunu tuttular. Hazret-i Hasan -radıyallÂhu anh- onlara yemek yedirdi, elbiseler giydirdi ve ceplerine de bir miktar para koydu.” (Ebşîhî, el-Mustatraf, Beyrut 1986, I, 31)
MuÂmelÂtı, yani beşerî munasebetleri yaralayan, insanlar arasına zehir sacan; yalan, gıybet, nemîme gibi gunahlardan da Âzamî derecede kacınmak lÂzımdır.
Yalan, şahsiyet zaafıdır. Kalbin kanseridir.
Hazret-i Âişe-radıyallÂhu anhÂ- şoyle buyurur:
“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’e, yalandan daha kotu ve cirkin gelen bir huy yoktu. AshÂbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan soylediğini duysa; onun tevbe ettiğini oğreninceye kadar kendisini o sahÂbîden uzak tutar, fazla goruşmek istemezdi.” (İbn-i Sa‘d, I, 378)
Yarın O’nun şefÂatine cok muhtac olacağımız mahşer yerinde, bizden yuz cevirmemesini arzu ediyorsak; bizler de insanlarla muÂmelelerimizde O’nun zarÂfetinden hisseler taşımamız, O’nun ahlÂkıyla ahlÂklanmamız elzemdir.
AHLÂKTAKİ NEZÂKET
Peygamber Efendimiz’in ahlÂkı, Kur’Ân’ın beyanıyla muhteşem idi.
Bin bir nezÂket numûnesinden bir misal:
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, muhataplarının hatasını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla;
“–Bana ne oluyor ki sizleri boyle goruyorum.” buyurur, zarif bir uslûp ile onları îkāz ederdi. (BuhÂrî, MenÂkıb, 25, EymÂn, 3)
O’nu, on yıl hizmetinde bulunan Enes -radıyallÂhu anh- şu samimî ve hasret dolu ifadelerle anlatır:
“–Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in kokusundan daha guzel ne bir amber, ne bir misk ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in mubÂrek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.”
Kendisini dinlemekte olan talebesi SÂbit, ona kunyesiyle hitÂb ederek sordu:
“–Ey ustadım, sen sanki her dÂim Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’e bakıyormuş ve mubÂrek nağmesini işitiyormuş gibi yaşıyorsun değil mi?”
Enes -radıyallÂhu anh- şu cevabı verdi:
“–Evet, vallÂhi kıyÂmet gunu O’na kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca;
«YÂ RasûlÂllah! Kucuk hizmetcin geldi!» diyeceğim.
Efendimiz’e Medine’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar kucuk bir cocuktum. Her yaptığım iş Efendim’in arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bana, yaptığım hicbir iş icin; «uf» demedi. «Bunu nicin yaptın, şunu nicin yapmadın?!.» demedi.” (Ahmed, III, 222)
Kendimize soralım: Bizim evlÂtlarımız, calışanlarımız, talebelerimiz, mes’ûliyetimiz altında olanlar, bizden boyle bir İslÂm zarÂfeti gormekte midir?
Ardımızdan boyle guzel hÂtıralar bırakabilecek miyiz?
Başkalarına olan nezÂketimiz, onlardan beklediğimiz nezÂket seviyesinde mi?
Arkamızdan şu gok kubbenin altında guzel bir sada bırakabilecek miyiz?
Peygamberimiz’in zarÂfet ve nezÂketi, sadece insanlara değil, sair mahlûkāta, hatt nebÂtÂta dahî şÃ‚mil idi. Ebû Du‘şum el-Cuhenî babasından, o da dedesinden şoyle nakleder:
“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- hayvanlarına yedirmek icin elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dokmeye calışan bir bedevîyi gormuştu. Yanındakilere;
«–O a‘rÂbîyi bana getirin, ancak yumuşak davranın, onu korkutmayın!» buyurdu. Bedevî yanına geldiğinde;
«–Ey a‘rÂbî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dok, vurup kırarak değil!» buyurdu.
Bedevînin başının uzerine duşmuş olan yaprakları hÂl gorur gibiyim.” (İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Ğābe, Beyrut 1417, VI, 378)
GONULDE LETÂFET
Hazret-i Enes şoyle der:
“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- din kardeşlerinden birini uc gun goremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun icin du eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şif dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)
Cunku Peygamberimiz, ashÂbına şu esasları yaşayarak tÂlim ediyordu:
Mu’minler birbirini yıkayan iki el gibi olacak. Bir mu’min diğer mu’minleri dÂim zimmetinde addedecek. CenÂb-ı Hakk’ın kendisine verdiği butun nimetleri onlarla paylaşacak.
LetÂfet kazanamamış, kasvetli, kaskatı kalplerin; bu fedÂkÂrlık ve kardeşlik hissiyÂtını paylaşması mumkun değildir. Mu’minler, kalplerinden; kin, haset, nefret gibi kirleri temizlemeli ve merhamet, muhabbet, şefkat gibi cemÂlî vasıflarla gonullerini tezyîn etmelidir. Boylece gonullerimiz birer dergÂh hÂline gelerek butun mahlûkātı kucaklayabilmelidir. Yani gunaha olan nefreti gunahkÂra taşıttırmamalı. GunahkÂrı yaralı bir kuş gibi gorup tedavi etmelidir. Hazret-i MevlÂnÂ’nın; «Gel, gel, ne olursan ol, yine gel!» cağrısı, bu hidÂyet ile tedaviye davettir.
DergÂh gonullu Efendimiz’in nasıl herkese imdÂd olduğunu CÂbir -radıyallÂhu anh- şoyle anlatır:
“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- yolculuk esnasında arkadan yurur; gucluk ceken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve onlara du ederdi.” (Ebû DÂvûd, CihÂd, 94/2639)
O’nun lÂtif gonlunun guzelliği, sîmÂsına da yansır; mubÂrek vecihlerinde nûr-i melÂhat temÂşÃ‚ edilirdi.
SÎMÂLARDA NÛR-İ MELÂHAT
-sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sadece mubÂrek sîmÂsı dahî İslÂm’ın guzelliğine davet hÂlindeydi.
Fahr-i KÂinÂt Efendimiz, Hazret-i Zeyd -radıyallÂhu anh- ile TÂif’ten huzunlu bir şekilde donerken yol uzerinde bir bağda dinlendi. Bağ sahibi kendisine acıyarak, hizmetkÂrı AddÂs ile uzum gonderdi. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- yemeye besmele ile başladı. Bu soz, AddÂs’ın dikkatini cekti. Ardından hayretle sordu:
“–Siz farklı bir insansınız! Buranın insanlarına benzemiyorsunuz! Siz kimsiniz?”
AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de;
“–Sen nerelisin, hangi dindensin?” diye sordu.
AddÂs:
“–Ninovalıyım, hristiyanım!” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Demek sen, sÂlih kul Yûnus bin MettÂ’nın memleketindensin!” dedi.
AddÂs’ın şaşkınlığı iyice arttı:
“–Sen Yûnus’u nereden biliyorsun?” dedi.
Varlık Nûru:
“–Yûnus benim kardeşimdir. O, bir peygamberdi. Ben de bir peygamberim!” buyurdu.
Bu sozler uzerine AddÂs’ın gonul Âleminden îman pınarları fışkırmaya başladı ve şevkle yerinden kalkarak Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in eline ve ayağına kapanıp kelime-i şahÂdet getirdi. (İbn-i HişÃ‚m, II, 30; Ya’kûbî, II, 36)
Medine’ye hicretten sonra da, O’nu goren Medineli yahudi Âlimi Abdullah bin SelÂm -radıyallÂhu anh-;
“Bu yuz asla yalan soylemez!..” diyerek O’na îmÂn etti.
CenÂb-ı Hak, Peygamberimiz’in beraberindeki mu’minleri;
س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ
“Onların nişanları yuzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29) buyurarak vasfediyor. Bizim sîmÂmızda secdelerden ne kadar akisler var?
Ya sozlerimiz?
LİSANLARDA SELÂSET
Nur yuzlu Peygamberimiz’in sozleri de nur idi.
Ebû KursÂfe -radıyallÂhu anh- şoyle der:
Ben, annem ve teyzem Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana dedi ki:
“–Yavrucuğum, bu zÂt gibisini hic gormedik! Yuzu O’ndan daha guzel, elbiseleri daha temiz ve sozu daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mubÂrek ağzından nur sacılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)
Bir muslumanın dili, hicbir zaman gonul kırmayacak, kalpleri incitmeyecek. Rahmet taşıracak.
HÂsılı, kÂmil bir mu’min KUR’ÂN’IN OĞRETTİĞİ LİSAN ile konuşacak:
قَوْلًاسَد۪يدًا = DOĞRU SOZ (el-Bakara, 59; el-AhzÂb, 70)
قَوْلًا كَر۪يمًا = DEĞERLİ, GUZEL SOZ (el-İsrÂ, 23)
قَوْلًا مَعْرُوفًا = YERİNDE ve UYGUN SOZ (el-AhzÂb, 32)
قَوْلًا بَل۪يغًا = TESİRLİ SOZ (en-NisÂ, 63)
قَوْلًا مَيْسُورًا = GONUL ALICI SOZ (el-İsrÂ, 28)
قَوْلًا لَيِّنًا = YUMUŞAK SOZ (TÂhÂ, 44)
LisÂnımızdan dokulen onca sozu bir muhasebeden gecirelim. Bu olculere ne kadar mutÂbık? LisÂnımız ne kadar ruhlara huzur tevzî ediyor?
Kupun icinde ne varsa dışarı o sızar. LisÂnımız duygularımızın ifadesidir:
DUYGULARDA İNCELİK
Duyguların merkezi kalptir ve kalp insanın doğrudan iradesiyle calışmaz. Gozumuzu kapatabilir, elimizi, dilimizi tutabiliriz. Fakat kalbe hukmetmek cok daha zordur. Bunun icin tasfiye-i kalp gereklidir. Menfî duyguları temizleyip, inceliği elde etmek, kalbin en zor sanatıdır.
Peygamber Efendimiz; hayatı boyunca şahsı icin hic kızmamış, kendisinden bir şey istendiğinde asla reddetmemiş, gonlu ve duyguları berrak, her turlu menfî histen munezzeh ve muberr bir şahsiyet idi. Kalbi dÂim ummeti icin şefkat ve merhametle carpardı. Şoyle buyururdu:
“Hayatım sizin icin hayırlıdır; benimle konuşursunuz ve size (ilÂhî vahiy ve hukumler) bildirilir. VefÂtım da sizin icin hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Guzel bir amel gorduğumde AllÂh’a hamd ederim, kotu bir şey gorduğumde de sizin icin AllÂh’a istiğfÂr ederim.” (Heysemî, IX, 24)
Peki biz, butun mahlûkātın bizlere emÂnet olduğunun şuurunda mıyız?
Affede affede affa lÂyık hÂle gelmeye calışabiliyor muyuz?
Bunu idrÂk edecek bir tefekkur ufkuna sahip miyiz?
NAZARLARDA DERİNLİK
Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- dÂim derin bir tefekkur hÂlinde idi. KÂinattaki her şeyde ilÂhî azametin muhrunu, ilÂhî vitrinleri, ilÂhî nakışları temÂşÃ‚ hÂlindeydi. SemÂya ve ayak ucuna bakardı. Sukût hÂli daha fazla idi.
Bugun insanları meşgul edecek pek cok seyirlik şeyler var. Zaten gafil kalp, dÂim şeytanî vitrinlerde dolaşır. Serapların icinde gaflete dûcÂr olarak aldanıştan aldanışa suruklenir.
KÂmil kalp ise ilÂhî vitrinleri yani ilÂhî azamet tecellîlerini, ilÂhî nakışları seyreder. Hayranlık icinde zikre karşı coşkunluğunu ve heyecanını artırır. Zira tefekkur, bir îman anahtarıdır.
VelhÂsıl;
Kalbimizin durumu cok muhim.
TÂdÂd ettiğimiz butun hasletlerin dergÂh-ı ulûhiyette makbul olabilmesi icin de kalbimizin tasfiye edilmesi cok ehemmiyetli.
Bunu bir misal ile anlatmak îcÂb ederse;
Pırıl pırıl, billûr bir bardağa tertemiz sular, berrak ve leziz şerbetler doldurulur ve oyle ikrÂm edilirse; o kristal bardağın şeffaflığı, o ikrÂmın guzelliğini temÂşÃ‚ ettirir. Bu cok guzel ve yerinde bir ikrÂm olur.
Ancak kirli bir bardağa, zemzem dahî konulsa butun guzelliğini kaybeder. İkram değil hakaret olur.
Aynı şekilde kalpler de eğer kirli ise onunla ne CenÂb-ı Hakk’a kulluk takdim edilebilir, ne de mahlûkāta ahlÂkî guzellikler ikrÂm edilebilir. Cunku hepsi, kalbin kibir, haset, riy gibi mÂnevî kirleriyle mulevves hÂle gelir.
MÂlum;
Yaranın uzerine cerahati temizlenmeden merhem surulse hicbir faydası olmaz. Cunku şifÂ, ancak temizlenmiş yaraya surulen merhem ile mumkundur.
Bu hakikati ifade icin CenÂb-ı Hak; kıyÂmet gunu tek gecer akcenin kalb-i selîm olduğunu ilÂn etmiştir.
Kelime-i tevhidde de once اِلٰهَ لَا telkini vardır, yani başta kalpten mÂsiv yani Allah’tan uzaklaştıran her şey temizlenecek. Ondan sonra اللّٰهُ اِلَّا tecellî edecek.
Eğer kalp temizlenmezse bu saydığımız vasıflar sûret gercekleştirilse dahî, fazla bir tesiri olmaz, rûhÂniyetini kaybeder. Eğer temizlenirse, o zaman bu vasıflar bizi Rasûlullah Efendimiz’e yaklaştırır.
CenÂb-ı Hak cumlemize tertemiz bir kalp, aşk ile yaşanan berrak bir îman, kalp ve beden Âhengi icerisinde ibÂdetler ve hayranlık tevzî edecek muÂmeleler nasîb eylesin.
Hira’daki tÂlimat olan اِقْرَاْ «Oku!» (el-Alak, 1) emrini îf icin de boyle bir temiz yurek sahibi olmaz zarûrîdir. Cunku; ancak boyle bir gonul; kÂinÂtı zerreden kurreye okuyarak, CenÂb-ı Hakk’a olan vecdini, aşkını ve îmÂnını guclendirebilir. Bir Hak dostu ne guzel ifade eder:
“CenÂb-ı Hak o kadar zÂhirdir ki, zuhûrunun şiddetinde gaiptir.”
Kalbini rafine edebilenler, o zuhûru her şeyde temÂşÃ‚ edebilirken, perdeli ve Âm kalpler ilÂhî hakikatlerden hicbir şey goremez, okuyamazlar.
YÂ Rabbî!..
Bize ahlÂk-ı Muhammediyye’yi tahsilde yardım eyle!..
İbÂdetlerimize rûhÂniyet, muÂmelÂtımıza zarÂfet, ahlÂkımıza nezÂket bahşeyle!.. Gonullerimize letÂfet, lisanlarımıza selÂset, duygularımıza incelik, nazarlarımıza derinlik nasîb eyle!..
Âmîn!..
Yuzakı Dergisi
__________________
O’nun Muhteşem AhlÂkı -5- (İbÂdet, AhlÂk ve Şahsiyeti)
Dini Bilgiler0 Mesaj
●18 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- O’nun Muhteşem AhlÂkı -5- (İbÂdet, AhlÂk ve Şahsiyeti)