İnsanın doğumundan itibÂren eğitim ve oğretimine tesir eden pek cok Âmil mevcuttur. İlk olarak insan, her hususta ornek ve rehber bir şahsiyete muhtactır. Cunku o, dil, dîn, ahlÂkî vasıflar, alışkanlıklar vs. hayÂtını şekillendiren butun fikir, inanış ve faÂliyetlerini, hep kendisi icin sergilenen numûneler ve onlardan aldığı intibÂlarla oluşturur. BÂzı kucuk istisnÂlar olsa da, umûmiyetle bu, boyledir.

Mesel bir cocuk, anne-babası hangi dili konuşuyorsa, oncelikle onu oğrenir. Daha sonra da ornek aldığı diğer numûneler ve misÂllerle ikinci, ucuncu ve hatt dorduncu dilleri oğrenebilir.

İnsanda fıtrî olarak mevcut bulunan taklit temÂyulu, şahsiyeti şekillendiren en muhim Âmillerden biridir. Bu sebeple insanın eğitimi de ona musbet veya menfî numûneleri taklit ettirmekten başka bir şey değildir. Boylece insan, elinde buyuduğu anne, baba, Âile cevresi ve nihÂyet yaşadığı muhitten ceşitli tesirler alır ve bunları taklitteki istîdÂdı nisbetinde musbet veya menfî bir şahsiyet olarak cemiyete katılır.

Ancak insanın, konuştuğu dili ve benzeri zÂhirî hususları oğrenmesi, ekseriyetle buyuk bir mesele teşkil etmezken; onun dînî, ahlÂkî ve mÂnevî Âleminin şekillenmesinde buyuk ve ciddî engeller ortaya cıkar. Cunku ilÂhî irÂdenin insana imtihan gÂyesiyle vermiş olduğu ve insanı hic terk etmeyen, “nefs” ve “iblis” gibi iki buyuk engel, bu nevî fazîletleri taklit ve tatbîk husûsunda insanın coğu kere aksi yonde bir temÂyul gostermesine sebebiyet verir. Bu bakımdan insanın mÂnevî Âlemi, kÂmil ve ustun şahsiyetler olan peygamberler ve Hak dostları tarafından şekillendirilmelidir. Aksi takdirde insanoğlu, gaflet, dalÂlet ve isyÂna suruklenmekten kendini koruma dirÂyetini kolay kolay gosteremez. Boylece ebedî saÂdetinin hazîn bir husrÂna donuşmesini engelleyemez.

Bu itibarla insanoğlu dÂim ince rûhlu, zarif ve rakik kalpli rehberlere muhtactır. Yine bu yuzdendir ki insanlar, -musbet veya menfî- rehber kabûl ettikleri kimselere meftûn olur, hayran kaldıkları kişileri gucleri nisbetinde taklîde calışırlar. Bugun nefsÂnî sefÂhet ve mÂnevî sefÂlet icindeki birtakım kimseleri kendine ornek alarak onlar gibi olmak icin kendilerini ve ebedî saÂdetlerini tehlikeye atanların hÂli, ne muthiş bir insanlık isrÂfı ve iflÂsıdır!.. Bu dehşet verici aldanış, aslında boş bırakılmış gonul tahtının doldurulması adına yanlış kimselere takdîm edilerek ziyÂn edilmesinden başka bir şey değildir.

Hazret-i MevlÂn -kuddise sirruh-, insanın bu acÂyip ve garip hÂlini şu misÂl ile dile getirir:

“Kuzunun kurttan kacmasına şaşılmaz. Zîr kurt, kuzunun duşmanı ve avcısıdır. LÂkin hayret edilecek şey; kuzunun kurda gonul kaptırmasıdır!..”

İşte bu gecici imtihan Âleminde kurda gonul kaptırarak ebedî bir felÂkete dûcÂr olmamak icin, CenÂb-ı Hakk’ın biz kullarına “Usve-i Hasene” yÂni en guzel bir ornek şahsiyet olarak takdîm ettiği, Server-i Âlem, Seyyidu’l-Murselîn, Hazret-i Muhammed Mustaf -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e aşk ve muhabbetle tÂbî olmalıyız. O’nu gonul tahtımızın yegÂne sultÂnı ve hayÂtımızın rehberi kılmalıyız. Cunku O’nu sevmek bize farz kılınmıştır.[1] Hak TeÂlÂ, Kur’Ân-ı Kerîm’inde:

اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ

“Peygamber, mu’minler nazarında kendi canlarından daha once gelir…” (el-AhzÂb, 6) buyurmuştur. O, bize kendi canlarımızdan daha yakın ve daha ileridir.

Hadîs-i şerîfte de RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet, hakîkî îmÂnın şartı olarak zikredilmiştir:

“Nefsim kudret elinde olan AllÂh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine anasından, babasından, evlÂdından ve butun insanlardan daha sevimli olmadıkca hakîkî mÂnÂda îmÂn etmiş olamaz.” (BuhÂrî, Îman, 8)

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise, îmÂnın halÂvetini ancak uc husûsiyeti taşıyan kimsenin tadabileceği bildirildikten sonra, “AllÂh ve Rasûlu’nu her şeyden daha cok sevme”nin, bunların başında geldiği beyÂn edilmiştir.[2]

AbdullÂh bin HişÃ‚m’ın anlattığı şu rivÂyet, RasûlullÂh’a muhabbetin hangi seviyede olması gerektiğini gostermesi bakımından cok mÂnidÂrdır:

“Bir defÂsında RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bulunuyorduk. Rasûl-i Ekrem, orada bulunanlardan Hazret-i Omer’in elini avucunun icine almış oturuyordu. O sırada Omer -radıyallÂhu anh-:

“–YÂ RasûlallÂh! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek RasûlullÂh’a olan muhabbetini ifÂde etti. Onun bu sozune karşılık RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Hayır, ben sana canından da sevgili olmalıyım!” buyurdu.

Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- hemen:

“–O hÂlde Sen’i canımdan da cok seviyorum y RasûlallÂh!” dedi. Bunun uzerine RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

“–İşte şimdi oldu.” buyurdu . (BuhÂrî, EymÂn, 3)

Muhabbetin şartı ve ilk meyvesi, sevileni unutmamak; ona sozde, fiilde, hÂlde ve fikirde muvÂfakat etmektir. Peygamber Efendimiz’in muhabbetiyle dolu bir kalbe sÂhip olabilmek icin; evveliyetle O’nun sunnet-i seniyyesini butun tafsîlÂtıyla oğrenip bunları buyuk bir tÂzîm ve duygu derinliği icinde hÂl ve davranışlara aksettirmek îcÂb eder.

Cunku O’nun hayÂtı bilinmeden, kalpler O’nun sevgisiyle bezenmeden, makbûl bir İslÂmî yaşayış mumkun değildir. Bunun gercekleşmesi, siyer-i nebevîye vukûfiyet netîcesinde, hassÂsiyet ve duygu derinliği kazanmaya bağlıdır. O’nu tanımadan gercek muhabbeti yaşamak, O’na karşı muhabbette kemÂle ermeden hakîkî îmÂna nÂil olmak mumkun değildir. AllÂh’ın sevgisine nÂiliyet dahî O’na tÂbî olmaya bağlıdır. (Bkz. Âl-i İmrÂn, 31) RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, işte bu sebeple muhabbet uzerinde bu kadar titizlikle durmuş ve ısrarla sevgiye dÂir inceliklere temÂs etme ihtiyÂcı hissetmiştir.

Peygamberlerin serveri olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti, engin bir dery mesÂbesindedir. O, -rivÂyete gore- kendisinden evvel gelen 124 bin kusur peygamberin bilinen ve bilinmeyen butun fÂrik vasıflarının tamÂmının daha otesine sÂhip olmuş, guzel ahlÂk ve hasletlerin zirvesine ulaşmıştır. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkur ve yaşayış bakımından kaydettiği gelişmeye ilÂveten, beşeriyetin kıyÂmete kadar vÂkî olabilecek ihtiyaclarını da karşılayacak numûne-i imtisÂl bir şahsiyet olmak uzere “Âhir Zaman Nebîsi” olarak gonderilmiştir. O, “HÂtemu’n-Nebiyyîn”dir.

TÂrihte hayÂtının tamÂmı en ince teferruÂtına kadar tespit edilebilen tek Peygamber ve hatt tek insan da, Hazret-i Muhammed Mustaf -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Peygamberler silsilesinin, insanlığı Hakk’a ve hayra tevcih husûsunda birer emsÂl teşkil edebilecek davranış mukemmelliklerinden gunumuze ancak muayyen miktarda hÂtıra intikÂl edebilmiştir. HÂlbuki Âhir Zaman Nebîsi -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en basitinden en girift ve mukemmeline kadar butun fiilleri, sozleri ve ifÂdeye aksettiği kadarıyla gonul Âlemi, anbean tÂkib edilmiş ve tÂrihe bir şeref levhası hÂlinde kaydedilmiştir. Ustelik bunlar, AllÂh’ın buyuk bir lutfu olarak, asırlar otesinden kıyÂmete kadar gelecek butun insanlığa intikÂl etme mazhariyetine erdirilmiştir.

İşte İslÂm ahlÂkını nazarîlikten amelîliğe (teoriklikten pratikliğe) yukselten ve diğer ahlÂkî sistemlerden ustun kılan da;

Peygamber Efendimiz’in mubÂrek hayÂtındaki olculerin, yÂni O’nun ornek hÂl ve davranışlarının “ef’Âl-i Peygamberî” adı altında titizlikle tespit edilerek, asırlar boyunca sağlam bir şekilde muhÂfaza edilip gunumuze kadar ulaşmış olmasıdır.

Bizler birer beşer olarak, hayÂtın turlu iptilÂ, musîbet ve surprizleri karşısında, kendimizi fitnelerden koruyabilmek icin şukur, tevekkul, kadere rızÂ, belÂlara sabır, azîmet, şecaat, fedÂkÂrlık, kanaat, gonul zenginliği, diğergÂmlık, comertlik, tevÂzû gibi yuksek ahlÂkî vasıflara sÂhip olabilmenin yanı sıra, hÂdiselerin med-cezirleri ve fırtınaları karşısında muvÂzeneyi kaybetmemek mecbûriyetindeyiz. CenÂb-ı Hakk’ın butun bu hususlarda mukemmel bir numûne olmak uzere beşeriyete armağan ettiği en buyuk murşid-i kÂmil; zarif, temiz, nezih ve ornek hayÂtı ile Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

CenÂb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’i insan topluluğu icinde acziyet bakımından en altta bulunan “yetim cocukluk”tan başlatarak, hayÂtın butun kademelerinden gecirip kudret ve salÂhiyet bakımından en ust noktaya, yÂni peygamberlik ve devlet reisliğine kadar yukseltmiştir. Efendimiz’in omru boyunca yaşadığı devreler, insan hayÂtındaki her turlu med-cezir tecellîleri icin pek cok ideal davranış ornekleri sergiler. Bu sebeple O’nun hayÂtı, -hangi kademe ve vaziyette bulunurlarsa bulunsunlar- butun insanlara kendi iktidar ve istîdÂtları nisbetinde taklit edebilecekleri fiilî, muşahhas ve mukemmel bir ornek teşkil etmiştir. YÂni İslÂm, her seviyedeki insanın rahatlıkla anlayabilmesi icin, AllÂh Rasûlu’nun mubÂrek hayÂtında tatbîk sahasına konmuştur.

CenÂb-ı Hakk’ın bu nihÂyetsiz keremine mukÂbil bizlere duşen vazîfe, rûhÂniyet dolu bir gonulle, Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’nin mubÂrek ve nezih hayÂtını, yÂni Siyer-i Nebî’yi en guzel şekilde oğrenmeye, yaşamaya ve oğretmeye gayret etmektir.

Şunu da ifÂde etmeliyiz ki, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in bizlere yegÂne rehber ve ornek olduğunu bilmek kadar, O’nu ornek alıştaki olcumuzun nasıl olması gerektiğini bilmek de son derece muhim ve zarûrîdir. Zîr O’nun hÂl ve davranışları iki kategori teşkil eder:

SÂdece kendisine mahsus olanlar.
MeselÂ, nÂdirattan değil de dÂimî bir sûrette ayakları şişinceye kadar geceleri namazla gecirmesi, savm-ı visÂl (iftarsız oruc) tutması, Uhud Dağı kadar altını olsa -borcu icin ayırdığı hÂric- hepsini infÂk etmesi, mîras bırakmaması, şahsı ve Âilesi icin zekÂt ve sadaka kabûl etmeyi kıyÂmete kadar menetmesi gibi…

Bu sebeple:

“Ben de ancak sizin gibi bir beşerim…” (BuhÂrî, SalÂt 31, AhkÂm 20) buyurdukları hÂlde îcÂb ettiğinde:

“Ben herhangi biriniz gibi değilim; ben AllÂh tarafından yedirilir, icirilirim…” buyurmuşlardır. (BuhÂrî, Savm, 49; İ’tisÂm, 5; Muslim, SıyÂm, 57-61)

Mu’minler bu sahada O’nu izlemeye tÂkat getiremez, O’nun maddî ve mÂnevî olarak yaptıklarını yapamaz, hÂli ile hÂllenemezler. Peygamberlerde ummetlerine orneklik esas olmakla berÂber, bu tur husûsiyetleri, AllÂh Rasûlu’nun şahsına munhasır olduğu icin, ummete ornekliğin dışında kalmaktadırlar.

Herkese şÃ‚mil olanlar.
Bizler, sÂdece O’nun şahsına munhasır olan ulvî fazîletlerde O’nu ornek almakla mukellef değiliz. Zaten boylesi yuksek hÂl ve davranışlar, bir nevî yıldızlardaki olculerdir ve bu tip davranışlar sergilemeye tÂkat getiremeyiz. Ancak ikinci kısma giren hÂl, davranış ve sozlerde ise, istîdÂd ve gucumuz olcusunde bir omur O’nu taklit ve tÂkib edip O’nun nûrlu izinde yurumekten mes’ûl ve mukellefiz.

Demek oluyor ki, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ictimÂî kademeleşmenin her noktasındaki insanlar icin -beşeriyet îcap ve iktidÂrıyla îf ettiği ameller cihetiyle- ideal bir ornektir. Bunda bile bÂzı davranışların sunnet, bÂzı davranışların ise ruhsat olduğuna dikkat etmek lÂzımdır. Bu nukteyi kÂmil mÂnÂsıyla telÂkkîde buyuk bir dirÂyet gostermiş olan milletimiz, her bir ferdine “Mehmetcik” adını vererek, herkesi kendi kudret ve istîdÂdı nisbetinde O’nun kucuk bir modeli olmaya yonlendirmeyi arzulamıştır.

Diğer taraftan Sîret-i Nebevî, Kur’Ân-ı Kerîm’i anlayıp maksatlarını kavrama ve onun rûhuna ÂşinÂlık kesbetme noktasından da buyuk bir ehemmiyeti hÂizdir. Zîr Âyet-i kerîmelerde:

نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ اْلاَمِينُ عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِرِينَ بِلِسَانٍ عَرَبِىٍّ مُبِينٍ

“Rûh-i Emîn (CebrÂîl), o (Kur’Ân’ı) uyaranlardan olman icin apacık bir Arap diliyle Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-ŞuarÂ, 193-195) buyrulmuş ve Kur’Ân-ı Kerîm, -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yirmi uc senelik nebevî hayÂtı ile fiilen mukemmel bir şekilde tefsîr edilmiştir. Nitekim Hazret-i Âişe vÂlidemiz de; “Oʼnun ahlÂkı KurʼÂn idi.” buyurmuştur. (Muslim, MusÂfirîn, 139) Bu sebeple bir muslumanın Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve hayÂtını guzel bir şekilde oğrenmeden Kur’Ân-ı Kerîm’i lÂyıkıyla anlayabilmesi mumkun değildir.[3]

Ayrıca bir muslumanın İslÂm kulturune doğru bir şekilde vÂkıf olabilmesi de, Fahr-i KÂinÂt -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in yirmi uc senelik nebevî hayÂtından ilham alarak yaşayıp bunun netîcesinde duygu derinliğine ve kalbî kemÂle ermesine bağlıdır. Gonul Âlemi, AllÂh Rasûlu’nden gelen feyizle, yÂni musbet enerji ile dolmak sûretiyle kemÂle erer. Zîr İslÂm prensip ve hukumlerinin en ince teferruÂtına kadar sergilendiği yegÂne canlı tablo, Varlık Nûru -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nezih hayÂtıdır.

İnsanları, İslÂm’ın huzur ve saÂdet dolu hayat nizÂmına dÂvet eden tebliğci ve muallimlerin de, zihin ve kalp Âhengi icinde tahsil edilecek bir siyer ilminden mustağnî kalmaları asl duşunulemez. Zîr RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; eğitim, oğretim ve teblîğ bakımından da en muşahhas ve mukemmel bir ornektir.

HÂsılı, durust ve emin olmak isteyen bir genc, AllÂh’a dÂveti kendisine yol olarak secip hikmet ve guzel oğutle teblîğde bulunan bir mubelliğ, devletini adÂlet ve fazîletle idÂre etmek isteyen bir devlet başkanı, guzel muÂmelede ornek bir Âile reisi, cocuklarına ve hanımına karşı şefkat ve merhameti elden bırakmayan bir baba, sevk ve idÂreyi iyi bilen kÂbiliyetli bir kumandan, kısaca; yaşı, kademesi ve seviyesi ne olursa olsun, her musluman icin en guzel ve şaşmaz zirve olculer, Siyer-i Nebî’de sergilenmektedir.[4] Bu sebeple, İslÂm’ı butun yonleriyle anlayıp tatbîk edebilmek icin, RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in hayÂtını guzel bir şekilde oğrenmek zarûrîdir.

Şuphesiz ki, RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in sîretini lÂyıkıyla oğrenmek, oğretmek ve yaşamak, insanlığa mukemmel ve ideal bir hayat numûnesi bahşedecektir.





[1] Bkz. et-Tevbe, 24.

[2] Diğer iki hususiyet de, “sevdiğini Allah icin sevmek” ve “Allah kendisini kufur bataklığından kurtardıktan sonra tekrar kufre donmeyi, ateşe atılmak gibi cirkin ve tehlikeli gormek”tir. (Bkz. BuhÂrî, Îman, 9, 14; Muslim, Îman, 67)

[3] Sozle ifÂde edilen hakîkatler, fiilî misÂllerle takviye edilmezse tatbîkatta hatÂya duşmekten kurtulunamaz. Zîr mucerred şeyleri herkes kendi tecrubelerine ve idrÂk seviyesine gore kavrar. Muşahhas ornekler, o mucerred hakîkatin tatbîkatta alması lÂzım gelen şekli munÂkaşasız bir şekilde ortaya koyar. Bu sebepledir ki, insanlığa hak ve hayır telkîn etmek maksadıyla vaz edilmiş bulunan butun goruşler, fiilî ve muşahhas kıstaslara sÂhip olmadıkları icin, bunların tatbîkinde pek cok farklılıklar husûle gelmiştir. İslÂm duşuncesi bu yonden diğer hicbir duşunceyle mukÂyese edilemeyecek bir zenginlik ve mukemmelliğe sÂhiptir. Bunu sağlayan da, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in butun mucerred hakîkatleri, hayat ve davranışlarıyla muşahhaslaştırması ve bunların, sahÂbîler tarafından butunuyle ilk elden tespit edilip bizlere ulaştırılmış olmasıdır.

[4] Bu gerceği, batılı bir mutefekkir, şu sozleriyle itiraf etmek mecbûriyetinde kalmıştır:

“Hic kimse Hazret-i Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasîb olan butun başarılara rağmen Avrupalıların koymuş olduğu butun kanun ve nizamlar, İslÂm kulturune gore eksiktir. Biz Avrupa milletleri, medenî imkÂnlarımıza rağmen Hazret-i Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şuphe yok ki, hic kimse bu yarışta O’nu gecemeyecektir. Ve bu kitap (Kur’Ân) da son derece pratik olduğundan ebediyyen tesirini kaybetmeyecek ve diğer milletleri etrÂfında toplayacaktır.” (Johann Wolgang von Goethe)






Osman Nûri Topbaş


__________________