Mekke, Kur’Ân-ı Kerîm’de “Ummu’l-Kur”, “Bekke” ve “el-Beledu’l-Emîn” isimleriyle de zikredilmiştir. Mekke ve Bekke, BÂbil lisÂnında “beyt: ev” mÂnÂsında olup AmÂlikalılar tarafından, bu yerin ismi olarak kullanılmıştır.
Mekke, guneyde Yemen’e, kuzeyde Akdeniz’e, doğuda Basra korfezine ve batıda Kızıldeniz limanı Cidde’ye komşu olup Afrika istikÂmetine giden yolların kesişme noktasında, iktisÂdî yonden cok musÂit bir mevkîde bulunmaktadır. Şehrin kurulduğu kısma “Batn-ı Mekke”, Mescid-i HarÂm’ın bulunduğu yere ise “el-Bath” denilmektedir.
Hazret-i İbrÂhîm -aleyhisselÂm-’ın SÂre vÂlidemizden cocuğu olmamıştı. SÂre vÂlidemiz, cÂriyesi olan HÂcer’i ÂzÂd edip İbrÂhîm -aleyhisselÂm-’la evlendirdi. Bu izdivacdan Hazret-i İsmÂîl dunyÂya geldi ve Muhammedî nûr İsmÂîl -aleyhisselÂm-’a intikÂl etti. SÂre vÂlidemiz, bu nûrun, kendisinden intikÂl edeceğini duşunmekteydi. Bu yuzden son derece mahzûn oldu. İbrÂhîm -aleyhisselÂm-’dan, HÂcer vÂlidemizi başka bir beldeye goturmesini istedi. İbrÂhîm -aleyhisselÂm- da AllÂh’ın emri ile HÂcer vÂlidemizi ve oğlu Hazret-i İsmÂîl’i, o zamanlar ıssız bir belde olan Mekke’ye getirdi. CebrÂîl -aleyhisselÂm-, O’na rehberlik ediyordu. Mekke’nin bulunduğu yere geldiklerinde:
“–Ey İbrÂhîm! Âileni buraya iskÂn et!” dedi.
Hazret-i İbrÂhîm:
“–Burası ne ziraate ne de hayvancılığa elverişlidir!” deyince CebrÂîl -aleyhisselÂm-:
“–Evet oyledir, fakat burada senin oğlunun neslinden Ummî Peygamber cıkacak ve «el-Kelimetu’l-ulyÂ: en yuce soz olan tevhîd» O’nunla tamamlanacaktır.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 164)
AbdullÂh bin AbbÂs[1] -radıyallÂhu anhumÂ- şoyle rivÂyet eder:
“İbrÂhîm -aleyhisselÂm-, HÂcer vÂlidemizi ve henuz onun emzirmekte olduğu İsmÂîl -aleyhisselÂm-’ı Mekke’ye goturdu. İleride fışkıracak olan «Zemzem» kuyusunun yanında bir ağacın altına bıraktı. Yanlarına ici hurma dolu bir sepet ve ici su dolu bir testi koydu. Sonra geriye dondu… HÂcer vÂlidemiz arkasından seslendi:
«–Bizi buraya bırakmanı AllÂh mı emretti?»
İbrÂhîm -aleyhisselÂm-:
«–Evet!» diye cevap verdi.
HÂcer vÂlidemiz buyuk bir tevekkul ve teslîmiyetle:
«–Oyleyse Rabbim bizi korur, zÂyî etmez!» dedi. Ardından İsmÂîl -aleyhisselÂm-’ın yanına dondu.
HÂcer vÂlidemiz ve İsmÂîl -aleyhisselÂm- gozden kaybolunca İbrÂhîm -aleyhisselÂm- ellerini actı ve Rabb’ine şoyle yalvardı:
رَبَّنَا إِنِّي أَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُوا الصَّلوةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ
«Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları icin ben, neslimden bir kısmını ziraat yapılmayan bir vÂ*diye, Sen’in Beyt-i Muharrem’inin (KÂbe’nin) yanına yerleştirdim. Artık Sen de insanlardan bir kısmının gonullerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki şukrederler.» (İbrÂhîm, 37)” (Buharî, EnbiyÂ, 9)
Biricik yavrusunu ve zevcesini ıssız bir colde bırakan İbrÂhîm -aleyhisselÂm-, onlar icin ayrıca şu duÂyı yaptı:
رَبِّ اجْعَلْ هذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُمْ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ
“Ey Rabbim! Burayı emîn bir belde kıl! Halkından AllÂh’a ve Âhiret gunune inananları ceşitli meyvelerle rızıklandır!..” (el-Bakara, 126)
CenÂb-ı Hak, Hazret-i İbrÂhîm’in îmÂn edenler hakkında yaptığı duÂyı kabûl etti. Arkasından da kÂfir olanları tehdid ederek şoyle buyurdu:
قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلاً ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
“…İnkÂr edene gelince, onu (duny nîmetlerinden) az bir sure faydalandırır, sonra da onu cehennem azÂbına suruklerim. Varılacak ne kotu bir yerdir orası!” (el-Bakara, 126)
Bu duÂlar vesîlesiyle AllÂh TeÂlÂ, hac ve umre yapan mu’minlerin gonullerini Mekke-i Mukerreme’ye karşı muhabbetle doldurmakta, rûhlar orada huzûr ve sukûna kavuşmaktadır.
İbrÂhîm -aleyhisselÂm-’ın, HÂcer vÂlidemizle Hazret-i İsmÂîl’in yanlarına bıraktığı bir testi su, cok gecmeden bitti. HÂcer vÂlidemiz su bulmak umidiyle Saf ve Merve tepeleri arasında yedi sefer koşarak gidip geldi. Bu iki tepe arası yaklaşık dort yuz metre kadardır. HÂcer vÂlidemiz bir taraftan koşuyor, diğer taraftan da Hazret-i İsmÂîl’e bakıyordu. Orada değil insan, ucan bir kuş dahî yoktu. Hicbir yerde hayat emÂresi gozukmuyordu. Hazret-i HÂcer, Merve tepesine cıkınca bir ses duydu. Kendi kendine “Sus! Dinle!” dedi. Sonra iyice kulak verdi, aynı sesi bir daha duydu.
“–Tamam, sesini duyurdun. Yapabiliyorsan bize yardım et!” diye seslendi. Bir de baktı ki, Zemzem’in olduğu yerde bir melek, topuğuyla -veya kanadıyla- yeri kazmakta!
NihÂyet su gorundu. Buyuk bir sevincle Rabbine şukretti. HÂcer, akıp gitmesin diye suyun etrÂfını eliyle cevirmeye, suyu avuclayıp kırbasını doldurmaya başladı. Suya da “Dur, dur!” mÂnÂsında “Zem, zem!” dedi. Bir rivÂyete gore HÂcer suyu avucladıkca, avucladığı kadar, yerden kaynıyordu.
RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuştur:
“AllÂh, İsmÂîl’in annesi HÂcer’e rahmet eylesin! Eğer o, Zemzem’i kendi hÂline bırakıp suyun etrÂfını cevirmeseydi, muhakkak ki Zemzem, devamlı akan bir kaynak olurdu.” (BuhÂrî, EnbiyÂ, 9)
Ana-oğul, kurak ve ıssız olan bu beldede hayatlarına sÂdece Zemzem ile devÂm ediyorlardı. Oradan gecen Curhum kabîlesi, kuşların surekli bir yere doğru indiklerini ve sonra tekrar havalandıklarını gorduler. Bunun bir hayat emÂresi olabileceğini duşunerek oraya iki kişi gonderdiler. Gelenler, Zemzem suyunu gorunce, HÂcer vÂlidemizden:
“–Buraya yerleşebilir miyiz?” diye izin istediler.
HÂcer vÂlidemiz, “suya mulkiyet iddi etmemek” şartı ile izin verdi. Boylece Mekke’ye ilk yerleşen kabîle, Curhumîler oldu.
Zamanla Mekke gelişti ve bir şehir devleti hÂline geldi. Yemen’den goc eden HuzÂalılar, Curhumîlerden yerleşme izni istediler. Talepleri kabûl edilmeyince onlarla savaşarak şehri 207 tÂrihinde ele gecirdiler. İsmÂîloğulları bu savaşta tarafsız kaldıkları icin HuzÂalılar onlara dokunmadılar. HuzÂalılar Mekke’ye uzun bir sure hÂkim oldular. Zamanla İbrÂhîm -aleyhisselÂm-’ın dîninden buyuk olcude saptılar ve putperestliğin yayılmasını sağlayarak insanları dalÂlete suruklediler. Hubel adında bir put dikip ona taptılar. Hazret-i İsmÂîl’in nesli olan Kureyş kuvvetlenince, Kusay’ın başkanlığında harekete gecerek HuzÂalıları 440 senesinde şehirden uzaklaştırdılar.
Kusay, Mekke şehir devletinin parlamentosu hukmunde olan “DÂru’n- Nedve”yi kurdu ve cemiyetin idÂresi, dînî vazifelerin îfÂsı ile alÂkalı muesseseler ihdÂs etti. DÂru’n-Nedve’nin başkanlığı, savaş sancağı muhafızlığı (kıyÂde), KÂbe’nin hizmetleri (sidÂne, hicÂbe), hacılara su ikrÂm etme (sikÂye) ve vergilerden elde edilen gelirden hacılara yemek verme (rifÂde) gibi vazîfeler bizzat Kusay tarafından yerine getiriliyordu. VefÂt ettiği zaman bu vÂzîfelerin dort oğlundan ikisi olan Abdu’d-DÂr ve Abdi Menaf’a kalmasını vasiyet etti. Bu vazîfeler, babadan oğula gecerdi.[2]
Mekke’nin kırk yaşını doldurmuş butun sÂkinleri, meclis toplantılarına iştirÂk edebilirlerdi. Ancak bir teÂmul olarak muayyen Âile başkanları ve kabîle reislerinden başkasının bu toplantılara iştirÂki gorulmezdi. Ne gariptir ki, bu DÂru’n-Nedve uzun zaman sonra, RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in dÂvetine mÂnî olmak icin yapılan toplantılara sahne olmuştur.
DÂru’n-Nedve ve mahallî toplantı yerleri olan “NÂdî”ler, siyÂsî ve askerî kararların alındığı yerler olmakla birlikte, ictimÂî faÂliyetlerin de yurutulduğu mekÂnlardı.
Mekke’li muşrikler, AllÂh’ı, her şeyin yaratıcısı olarak kabûl etmekle birlikte bircok meselede putları O’na ortak koşarlardı.
Mekke arÂzîsi ziraate elverişli olmadığı icin, orada yaşayan ahÂlî maîşetini ticÂrî faÂliyetlerden sağlardı. Bu sebeple Mekke’nin Arabistan yarımadasında hem dînî hem de ticÂrî acıdan onemli ve merkezî bir yeri vardır. Mekke’deki ticÂrî faÂliyetler yaz-kış devÂm ederdi. Yaz seferleri Sûriye taraflarına, kış seferleri ise Yemen taraflarına yapılırdı. Duzenledikleri kervanlarda mallar, develerle taşınır, bÂzen develerin sayısı iki bin beş yuze ulaşırdı. Bu ticÂrî kervanlar, Mekke icin o kadar ehemmiyetli idi ki, AllÂh TeÂlÂ, Kureyşlileri îmÂna ve ibÂdete dÂvet ederken onlara lutfettiği bu mustesn nîmeti hatırlatmaktaydı:
ِلاِيلاَفِ قُرَيْشٍ اِيلاَفِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِ فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هذَا الْبَيْتِ اَلَّذِى اَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَآمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ
“Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı icin onlar, kendilerini aclıktan doyuran ve her ceşit korkudan emin kılan şu evin (KÂbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş, 1-4)
SiyÂsî hÂkimiyetten mahrum ve karışıklık icindeki Arap Yarımadası’nda bu tur iktisÂdî teşebbusleri emniyetli bir şekilde yapmak hayli zor olmakla birlikte, harÂm aylarda bu emniyet tam olarak temin ediliyordu. Mekke’nin bu hususta bile farklı bir mevkii olduğu gorulur. Zîr diğer butun panayırlar icin sÂdece Receb ayı harÂm kabûl edilirken, Mekke “Eşhuru’l-Hurum: harÂm olan dort ay”ın tamamına sÂhipti. Ayrıca Basl adındaki muessese ile Mekke’deki bÂzı Âilelerin malları, yağma edilme tehlikesine karşı sekiz ay boyunca koruma altına alınmıştı.[3]
Mekke civÂrında UkÂz, Mecenne ve Zu’l-MecÂz Panayırları kurulurdu. CÂhiliye devrinde de ibÂdet olan hac zamÂnında kurulan bu panayırlar, cok kalabalık olurdu. Bunlar vesîlesiyle ticÂrî hayÂta bereket gelir ve Mekkeli tuccarlar bol kazanc sağlarlardı.
Mekke’nin coğrafî mevkii, eskiden beri etrÂfındaki devletlerin dikkatini cekmekte idi. BeytullÂh’ın bulunduğu yer olması sebebiyle de buyuk bir ehemmiyeti vardı. Mekke, bircok teşebbuslere rağmen komşu devletler tarafından işgÂl edilememiş ve tÂrih boyunca bağımsızlığını muhÂfaza etmiştir. Bizanslılar da Mekke uzerinde nufûz kurmak icin surekli gayret sarf etmişler, ancak muvaffak olamamışlardır.
[1] AbdullÂh bin AbbÂs -radıyallÂhu anh-, AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in amcası Hazret-i AbbÂs’ın oğludur. Annesi Hazret-i Hatîce’den hemen sonra musluman olan Ummu’l-Fadl LubÂbe’dir. İbn-i AbbÂs, hicretten uc yıl once Mekke’de doğduğunda, onu getirip Rasûl-i Ekrem’in kucağına verdiler. RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, mubÂrek ağzında ciğnediği bir hurmayı onun damağına surdu. İbn-i AbbÂs “tahnik” denilen bu hÂdise sebebiyle ashÂb arasında pek ustun meziyetlere sÂhip olmuştur. Daha sonraları Peygamber -aleyhisselÂm- ona iki def du etmiş, bu duÂlarının birinde; “AllÂh’ım! Onu buyuk din Âlimi (fakîh) yap ve ona Kur’Ân’ı oğret!” buyurmuştur. Bu sebeple o, Kur’Ân-ı Kerîm’i en iyi bilen sahÂbî olmuş, kendisine “TercumÂnu’l-Kur’Ân” unvÂnı verilmiştir. Ummetin en Âlimi mÂnÂsında “Hibru’l-Umme” diye de isimlendirilmiştir. Mukerrerleriyle birlikte 1660 hadîs-i şerîf rivÂyet etmiştir. HayÂtının son yıllarında gozlerini kaybetmiştir. Hicrî 68 / mîlÂdî 687 senesinde, TÂif’te, 71 yaşında vefÂt etmiştir.
[2] Bkz. İbn-i HişÃ‚m, I, 135-142.
[3] Bkz. HamidullÂh, I, 24-25.
Osman Nûri Topbaş
__________________
Ummu’l-KurÂ: Mekke
Dini Bilgiler0 Mesaj
●17 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Ummu’l-KurÂ: Mekke