İslÂm’ın doğuşunda Arap Yarımadası’nın beşik, yÂni ilk zuhûr mekÂnı olarak secilmesinin hikmetini anlayabilmek icin oncelikle; Arapların İslÂm’dan onceki hÂllerini, mizaclarını, yaşadıkları bolgenin coğrafî, siyÂsî ve ictimÂî husûsiyetlerini bilmek îcÂb eder.
O zamanların iki super devleti olan Bizans ve İran, Arapların komşusuydu. Bizans, mustemleke anlayışıyla hÂkim olduğu memleketlerde meydana gelen dînî ihtilÂflardan dolayı sıkıntıda idi. İdÂreciler, Hristiyanlığı kendi hev ve heveslerine Âlet ederek oyuncak hÂline getirmişlerdi. Konsullerde istedikleri kitabı kutsal îlÂn ediyor, istemediklerini hukumden kaldırıyor, dînin akîdesini kendi arzularına gore tesis ediyorlardı. Başa gecen hukumdar, oncekini aforoz ediyor; istediği şekilde dînin esaslarını değiştiriyordu. Tebaasına yuklediği aşırı vergiler ve yonetim kademelerinde iyice yerleşmiş bulunan ruşvet netîcesindeki gerileme ve ahlÂkî cokuntu, Bizans’ı icten ice yiyor, istikbÂlini mahvediyordu.
İran hem siyÂsî hem de ahlÂkî bakımdan buyuk karışıklıklar icindeydi. Kişinin kendi annesi, hatt kızıyla evlenmesine musÂade eden, insanlık haysiyetini kaybetmiş bir hayat anlayışı hÂkimdi. Pek cok bÂtıl ve sapık fikirler ihtiv eden “Mazdekcilik” hava, ateş ve su nasıl ortak olarak kullanılıyorsa bu muşterekliğe her şeyin dÂhil olması gerektiğini soyleyerek butun kadınları helÂl ve butun malları muşterek îlÂn etmişti.
Yunan medeniyeti, fÂsit bir dÂire hÂline gelen felsefî munÂkaşa ve hurÂfelerin fesÂdı icerisinde boğulurken, Hint medeniyeti de ahlÂkî ve ictimÂî acıdan en ibtidÂî devrini yaşamaktaydı.
Araplar ise butun bu fitne ve fesatlardan uzak, etrÂfı collerle cevrili, askerî taarruzlardan, kultur ve medeniyet istîlÂlarından masûn bir mıntıkada sukûnet ve emniyet icerisinde yaşıyorlardı. Hicbir zaman esÂret zilletini tatmamışlardı. Arapların tabiat ve mizacları, henuz herhangi bir şekle girerek bozulmamış hammadde gibi idi. Fıtratlarındaki temizliği tamÂmiyle kaybetmemişlerdi. Ayrıca iffet, sozunde durma, comertlik, vefÂ, sadÂkat, sabır ve mertlik gibi medhe değer vasıflara sÂhiptiler. Fakat bu vasıflar onlarda ifrat ve tefritlerle fıtrî zemininden kaymış bir vaziyette idi. Bu sebeple kendilerine hakîkati gosterecek rehberden mahrum bir hÂlde, cehÂlet karanlıkları icerisinde yaşıyorlardı.
İşte bu cehÂlet ve nefse rÂm olma husûsiyeti, netîcede fıtratlarında meknûz (saklı) bulunan butun bu guzel hasletleri aslî mecrÂlarından saptırıyordu. İffet ve şereflerini korumak adına kucucuk kız cocuklarını, anaların yureklerini cılgına cevirerek, diri diri toprağa gommek gibi bir şenÂate duşuyor; comertliklerine toz kondurmamak icin zarûrî mallarını telef etmek gibi bir sefÂlete surukleniyor; yiğitlik ve mertlik hissinin sevkiyle de kendi aralarında uzun seneler devÂm eden kanlı savaşlar cıkarıyorlardı. İslÂm’ın zuhûru ile cÂhiliyenin ahlÂkî vasıfları buyuk bir mÂn değişikliğine uğrayarak lÂyık olan mÂhiyete burunmuş ve kemÂl hÂlini bulmuştur. YÂni Peygamber Efendimiz’in bi’setiyle, eski muruvvet anlayışı butun zararlı aşırılıklardan arındırılmış ve medenî bir hÂle gelmiştir.
İslÂm’ın zuhûr mekÂnı olarak Arabistan’ın secilmesindeki bir diğer hikmet de, Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in risÂlet ve nubuvveti hakkında kimsenin kalbine bir şuphe duşmemesini temin gÂyesidir. Araplar, okuma-yazma bilmeyen, ummî bir millet idi. Bu sebeple komşu milletlerin tukenmiş ve fesat ile mÂlûl kultur ve felsefelerinin tesirinde kalmamışlardı.
RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ummî bir kimse değil de, komşu devlet ve medeniyetlerin tÂrih ve kulturune, eski semÂvî kitapların muhteviyÂtına vÂkıf bir kimse olarak risÂlet vazîfesiyle insanlığın huzûruna cıksaydı, elbette ki insanların, O’nun getirdiklerini ilÂhî bir vahiy olarak kabûl etmeleri bu kadar kolay olmazdı. İslÂm dÂvÂsı aynı şekilde Yunan, Bizans veya İran gibi, medeniyet ve kulturde belli bir seviye katetmiş milletlerden birisinde ortaya cıksaydı, insanların İslÂmî umde ve esasları kabulde zorlanacakları muhakkaktı. Zîr bu sefer de, İslÂm nizÂmının ilÂhî menşe’li olduğu -muhtemelen- kabûl edilmeyerek bu medeniyet ve kulturlerden neş’et ettiği iddi ve şuphesi vÂkî olacaktı. Bu bakımdan İslÂm’ın ilÂhî menşe’li olduğunun aksine bir duşuncenin hatıra gelmemesi icin Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ummî bir cemiyete, ummî bir Peygamber olarak gonderilmiştir.
Arap yarımadası, Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının birleştiği bir noktada ve ceşitli devletlerin tam ortasında yer alması munÂsebetiyle, İslÂm’ın yayılmasında coğrafî bir ruchÂniyete (ustunluğe) de sÂhipti.[1]
İslÂm’ın doğuşuna beşik olarak secilen Mekke, Kur’Ân-ı Kerîm’de “ziraat yapılmayan bir vÂdi” olarak tanıtılır.[2] Bu sebeple orada sÂdece ticÂretle meşgul olunmuştur. Ziraatla meşgul olan insanlar toprağa bağımlı, fazla uzak yerlere gitmeye alışık olmayan kimselerdir. Aynı şekilde, zanaat ehli esnaflar da meslekleri îcÂbı hareketlilikten uzaktırlar. Ancak ticÂret erbÂbı olanların uzun seyahatlere katlanma, memleketlerinden uzak yerlere gidebilme ve farklı insanlarla munÂsebette bulunma gibi imkÂnları mevcuttur. İslÂm’ı teblîğ gÂyesiyle futûhÂtta bulunmak, hareketli bir hayÂtı gerektirdiği icin, bu vasıflara sÂhip olan Mekke ahÂlîsi İslÂm’ın ilk muhÂtapları olmuştur.
İlÂhî irÂde; İslÂm dÂvetinin dili, AllÂh kelÂmının tercumÂnı ve teblîğ vÂsıtası olma şerefini, Arapca’ya bahşetmiştir. Butun milletlerin dilleri arasında bir mukÂyese yapılacak olursa Arapca’nın, Âhenk, kelime yapısı ve tureyişi, fiil cekimleri ve telÂffuz kÂideleri gibi pek cok husûsiyetiyle diğer dillere fÂik olduğu gorulecektir. Arapca, en ufak bir teferruÂtı bile zÂyî etmeksizin veciz ve ozlu ifÂdelere imkÂn veren bir lisandır. Lugat sahasındaki zenginliği sÂyesinde bu lisÂn, her ceşit fikri, takdîre şÃ‚yan bir hassÂsiyet ve zarÂfetle ifÂde edebilmektedir. On beş asırdır kÂidelerinde herhangi bir değişikliğin olmaması, Arapca’nın, daha o zaman istikrar kazanmış ve tekÂmulunu tamamlamış bir lisan olduğunu gosterir. Bu hÂliyle, yeryuzunde o zaman mevcut olan diller arasında sÂdece Arapca, ilÂhî irÂdeyi istiÂb ve ifÂde edebilecek bir genişlik ve mukemmeliyete sÂhipti.
Arap Yarımadası, sÂdece İslÂm’ın değil, pek cok hak dînin zuhûr edegeldiği bereketli bir mekÂndır. Peygamber Efendimiz’in atası Hazret-i İbrÂhîm -aleyhisselÂm- burada yaşamış ve KÂbe’yi inşÃ‚ etmiştir. Mekkeliler de bunun şuuruyla kendilerini İbrÂhîm ve İsmÂîl -aleyhimesselÂm-’ın mÂnevî vÂri*si kabûl ederlerdi. Dolayısıyla İslÂm’ın boyle bir mekÂnda zuhûr etmesi, onun kabûlunu ve anlaşılmasını kolaylaştıracaktı.
Ayrıca, insanlık tÂrihiyle yaşıt dînî bir merkez olan KÂbe’nin burada bulunması da en muhim sebeplerdendir.
Butun bunların otesinde bilemediğimiz daha başka hikmetlerin varlığı da bir hakîkattir. İlÂhî irÂdeyi birtakım hikmetlerle tÂyin ve tahdîd edebilmek mumkun değildir. Bu bakımdan bu mevzûdaki sozumuzu; “اَللهُ أَعْلَمُ بِمُرَادِهِ : AllÂh neyi irÂde buyurduğunu en iyi bilendir.” diyerek bitiriyoruz.
[1] Bkz. Muhammed İlyas Abdulganî, TÂrihu Mekke, s. 12-13.
[2] Bkz. İbrÂhîm, 37.
Osman Nûri Topbaş
__________________
İslÂm’ın Doğuşunda Arabistan’ın Beşik Olarak Secilmesinin Hikmeti
Dini Bilgiler0 Mesaj
●14 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- İslÂm’ın Doğuşunda Arabistan’ın Beşik Olarak Secilmesinin Hikmeti