BUYUK HABER!

Allah katında hak din: İslÂm’dır.

İslÂmiyet; son ilÂhî mesaj olan Kur’Ân-ı Kerîm’in HÂtemu’l-Enbiy yani peygamberlerin sonuncusu Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’e nÂzil olmasıyla, insanlığı cÂhiliyye karanlığından, hidÂyetin nûruna cıkardı. Zulmun ve vahşetin pencesinden kurtardı, adÂletin merhametli sînesine kavuşturdu.

CÂhiliyye toplumlarının en bÂriz vasfı; Âhireti, yani olumden sonraki esas hayatı unutmuş ve unutturmuş olmalarıdır.

CÂhiliyye insanına gore; dunya hayatı gayesiz ve maksatsız bir eğlence, mal ve evlÂtla boburlenme yurdudur.

CÂhiliyye insanı; Âhirete inanmadığı icin, yaptıklarının hesabını vereceğini duşunmez. Ciğnediği hak ve hukuk icin bir mahkeme-i kubrÂya cıkarılacağını aklına dahî getirmez. Davranışlarının hayır mı şer mi olduğunun tespitini yapacak bir mîzÂn ile karşılaşacağını ummaz. Kendi kendisine bu hakikatleri unutturduğu icin; yeryuzunde sair mahlûkat gibi, hatt onlardan daha aşağı bir hÂlde, gaflet, dalÂlet, gaddarlık ve zulum girdapları icinde hayatını ziyan eder.

Peygamber Efendimiz’e ilk vahyedilen Âyetlerin muhtevÂsı; bu sebeple, kıyÂmet ve Âhiret mevzuunu şiddetli bir şekilde idraklere nakşetmiştir.

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ilk tebliğ emirleri; «اَنْذِرْ: Korkut, uyar…» ifadeleriyle gelmişti. Efendimiz; akrabalarına, hemşehrilerine ve oz kızına şoyle hitÂb etti:

“Ey HÂşim oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Abdulmuttalib oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız!

Ey FÂtıma! Kendini cehennemden kurtar! Cunku sizi AllÂh’ın azÂbından kurtarmaya benim gucum yetmez. Ama aramızdaki akrabalık bağı sebebiyle sizinle alÂkamı kesmeyeceğim.” (Muslim, ÎmÂn, 348, 351; Bkz. BuhÂrî, Tefsîr, 26/2; Tirmizî, Tefsîr, 27/2)

Yine buyuruyordu:

“Ben size; onunuzde şiddetli bir gunun bulunduğunu, AllÂh’a inanmayanların o cetin azÂba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o cetin azaptan sakındırmak icin gonderildim.

Ey Kureyşliler! Size karşı benim hÂlim, duşmanı goren ve ailesine zarar vereceğinden korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hÂli gibidir.

Ey Kureyş cemaati! Siz uykuya dalar gibi oleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp AllÂh’ın huzûruna varmanız, dunyadaki her hareketinizin hesabını vermeniz muhakkaktır. Neticede hayır ve ibÂdetlerinizin mukÂfÂtını, kotu işlerinizin de ceza ve şiddetli azÂbını goreceksiniz! MukÂfat ebedî bir cennet; mucÂzÂt da dÂimî bir cehennemdir.” (BuhÂrî, Tefsîr, 26; Muslim, ÎmÂn, 348-355; Ahmed, I, 281-307; İbn-i Sa‘d, I, 74, 200; BelÂzûrî, I, 119; Semîra ez-ZÂyid, I, 357-359)

İslÂm; muşriklerin yetimleri itip kakan, cimri ve dunya malına duşkun, nefsÂnî hayatlarına ağır tenkitler getirerek; haktan, adÂletten, kıyÂmetten, yeniden dirilip hesap vermekten, yapılan kotuluk ve haksızlıkların cezasız kalmayacağından bahsetmekteydi. KÂfirler bu durumdan cok rahatsız oldular. Allah Rasûlu’nun getirdiği bu habere korku icinde; «اَلنَّبَأُ الْعَظ۪يمُ / Buyuk Haber» dediler ve onların gaflet ve dalÂlet uzerine bina edilen hayatları sarsılmaya başladı. Nebe Sûresi’nin ilk Âyetleri, bu dehşetli manzarayı şoyle tasvîr eder:

عَمَّ يَتَسَٓاءَلُونَۚ عَنِ النَّبَاِ الْعَظ۪يمِۙ
اَلَّذ۪ي هُمْ ف۪يهِ مُخْتَلِفُونَۜ

“Birbirlerine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilÂf edip durdukları o buyuk ve muthiş (Âhiret denilen) haberi (mi?)” (en-Nebe, 1-3)

ÂHİRET, ESAS HAYAT DEMEK

İnsanlığa Âhireti hatırlatmak icin gelen Peygamberimiz; dÂim mutebessim fakat her zaman ummetinin Âhiret endişesi icinde, asil bir huzun hÂlinde yaşadı. Kalbi, ummetinin Âhiret selÂmeti icin şefkatle carpardı. En zorlu ve en sıkıntılı anlarda teselli olarak; diğer taraftan buyuk muvaffakıyet ve zaferlerde de taşkınlığı ve şımarıklığı engelleyici olarak ashÂbına esas gayenin bu dunya olmadığını tÂlim eder ve;

«Esas hayat ancak Âhirettir!» (BuhÂrî, Cihad, 110) îkazını dustur edindirirdi.

Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh-; Peygamber Efendimiz’in cok sade ve fakirÂne hayat şartlarına bakarak, kralların, kisrÂların ve kayserlerin bol dunya imkÂnları icindeyken, Allah Rasûlu’nun bu hÂlinin kendisini uzduğunu ifade etmişti. O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ise;

“Dunya onların, Âhiret bizim olsun, istemez misin y Omer?!.” (Ahmed, II, 298) diye tesellî etmişti.

HulÂsa; ashÂbına dunyanın sadece bir konak olduğu anlayışını iyice teyit etmişti. Oyle ki Ebû Zer -radıyallÂhu anh- şoyle derdi:

“VallÂhi Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Âhirete gocerken bizi oyle bir hÂlde bırakmıştı ki; bir kuş gokte kanat cırpsa, onun bu hareketi bize RasûlullÂh’ın bir hadîsini hatırlatırdı. Cunku Âlemlerin Efendisi bize; «Cennete yaklaştıran, cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size acıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)

ÂHİRET, MÎZAN DEMEK

Amellerin, hayır ve şerlerin tartılacağı o gun icin, hayırları artırmak elbette zarûret.

Kur’Ân-ı Kerim’de CenÂb-ı Hak şoyle bir Âhiret manzarası sergiler:

وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ ف۪يهَاۚ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ اَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ ف۪يهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَٓاءَكُمُ النَّذ۪يرُۜ فَذُوقُوا فَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ نَص۪يرٍ۟

“Onlar orada şoyle feryÂd ederler:

«Rabbimiz! Bizi cıkar, (daha once) yaptığımız (kotu amellerin) yerine sÂlih ameller işleyelim!»

(Onlara şoyle denilir: )

« Size duşunecek kimsenin duşunebileceği kadar bir omur vermedik mi?

Size uyarıcı da gelmedi mi?

(Nicin inanmadınız?)

Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.»” (FÂtır, 37)

Bu vaziyete duşmemenin caresi, bu dunyada iken sÂlih amellere sarılmak. İbÂdetlerle, hayır ve hasenÂt ile Âhirete hazırlanmak…

Peygamber Efendimiz; infÂk etmeden uhdesinde azıcık bir paranın dahî kalmasından bîzÂr olur, hemen tasadduk ederdi. AshÂbını da dÂim infak heyecanına davet ederdi:

“Ey insanlar!

Sağlığınızda Âhiretiniz icin hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz olecek ve suru*sunu cobansız bırakacaktır. Sonra Allah, ona tercumansız ve vasıtasız olarak diyecek ki:

«Benim Rasûlum gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal-mulk verdim, pek cok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum; sen kendin icin ne getirdin?»

Bu suÂl ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak bir şey goremeyecek, onune baktığı zaman cehennemi gorecek…

O hÂlde uyanınız! Kim yarım hurma ile dahî ateşten korun*maya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bari tatlı bir soz soy*leyerek iyilik etmeye calışsın! Cunku bir iyiliğe on mislinden yedi yuz misline kadar sevap verilir.

AllÂh’ın selÂmı, rahmeti ve bereketi uzerinize olsun!” (İbn-i HişÃ‚m, I, 118-119; Beyhakî, DelÂil, II, 524)

Âhiret hazırlığı icin infak da edilecek olsa, kazancın helÂliyeti şart… Nasıl sarf edildiği kadar, nasıl kazanıldığı da cok muhim… Cunku;

ÂHİRET, HESAP DEMEK

Her nimetin hesabının sorulacağı şuurunu yaşayan ve yaşatan Peygamberimiz, haramın azÂbı ve helÂlin hesÂbı husûsunda da muazzam bir titizlik ve hassÂsiyet sergiledi. Hayatı boyunca butun mahlûkātın hakkına, fevkalÂde îtin gosteren Peygamber Efendimiz; son gunlerinde mecalsiz olmasına rağmen, evinden mescide cıkarak şu hitapta bulundu:

“AshÂbım; kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına haksız yere vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..” (Bkz. Ahmed, III, 400)

Bu en muazzam hukuk beyannÂmesi olan ifadeler, elbette şahsı uzerinden ummeti icin de tÂlimattır. Nitekim Peygamber Efendimiz vefÂt etmeden once buyurmuştu ki:

“Namaza, ozellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû DÂvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i MÂce, VasÂyÂ, 1)

Zayıflar, gucsuzler, yetimler dÂim O’na emÂnet. O’nun izinden gidebilenlere zimmetli…

O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ; 23 senelik nebevî hayatı boyunca, dÂim hakkı tevzî etti.

İnsan yerine konmayan, mîrÂsı gasbedilen, bir met hÂline getirilen kadına; ayakları altına cennetin serildiği, annelik ve sÂliha hanımlık pÂyesini O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- verdi.

Doğduğuna sevinilmeyen, hatt diri diri gomulen kız cocuğuna, anne-babasını cennete kavuşturacak bir nimet nazarıyla bakılmasını O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- sağladı.

Dula, yetime, oksuze, ihtiyara, Âcize, yoksula haklarını O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- iade etti.

Bir harp hukuku zarureti olarak var olan koleliği bertarÂf etmek icin, dÂim kolelerin lehinde tatbikatlar vaz‘ etti. Efendilerin, kolelerine; yediklerinden yedirmesini, giydiklerinden giydirmesini şart koştu. Mes’ûliyetinin ağırlığını hissettirerek ÂzÂd edilmelerini teşvik etti. İlÂhî tÂlimatlarla, bircok kefÂret ile kole ÂzÂdı teşvik edildi. Sadece Abdullah İbn-i Omer -radıyallÂhu anh-’ın binin uzerinde kole ÂzÂd ettiği meşhurdur.

Efendimiz; sadece insanların değil, orselenen ağacların hakkını korudu. Yavrularını emziren bir anne kopeğin hakkını korudu. Yuvası dağıtılan kuşların, karıncaların hakkını korudu. Avcılara diri diri hedef hÂline getirilen kuşların hakkını korudu. Aşırı yuk ile eziyet edilen develerin hakkını korudu.

ÂHİRET, HAKKĀNİYET DEMEK

O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in nazarında insanlar bir tarağın dişleri gibi eşit idi. İnsanları; nesepleri, kavimleri, servetleri ve ten renkleriyle, birbirlerine ustunluk iddia etmekten men etti;

«Allah katında ustunluk, ancak takv iledir.» (el-HucurÂt, 13) buyurdu. (Ahmed, V, 158)

Şahsı nÂmına asla ofkelenmeyen, o muhteşem ahlÂkın sahibi, mustesn şahsiyet; umumî bir hakkın ciğnenmesi karşısında ise, hak yerini buluncaya kadar ciddiyetle hiddetlendirdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sukûnete burunurdu.

Şu misal buna kÂfî bir şahittir:

Asr-ı saÂdette bir gun, Benî Mahzûm Kabîlesi’nden hatırı sayılır bir aileye mensup bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kadının yakınları; «kimi aracı gonderelim ki Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- onu affetsin.» diye duşunmeye başladılar. Sonunda Peygamber Efendimiz’in cok sevdiği sahÂbîlerden biri olan UsÂme bin Zeyd’i gondermeye karar verdiler.

UsÂme -radıyallÂhu anh-, Peygamber Efendimiz’e giderek kadının affedilmesini talep etti. Bu talep karşısında Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in mubÂrek yuzunun rengi değişti. Cok sevdiği UsÂme’ye sitem dolu nazarlarla bakarak sordu:

“–AllÂh’ın koyduğu cezalardan birinin tatbik edilmemesi icin aracılık mı yapıyorsun?!.”

UsÂme -radıyallÂhu anh-, Peygamber Efendimiz’in ne kadar uzulduğunu gorunce son derece pişman oldu ve derhÂl ozur dileyerek;

“–Ey AllÂh’ın Rasûlu! Benim bağışlanmam icin du et!” dedi. (BuhÂrî, MegÂzî, 53; NesÂî, Kat‘u’s-SÂrik, 6, VIII, 72-74)

Daha sonra Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ayağa kalktı ve halka şoyle hitÂb etti:

“–Sizden onceki milletler, şu sebeple helÂk olup gittiler: Aralarından soylu, makam-mevki sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı.

AllÂh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı FÂtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!” (BuhÂrî, EnbiyÂ, 54; Muslim, Hudûd, 8, 9)

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmÂn edenler! AdÂleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde bile olsa Allah icin şÃ‚hitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adÂletten sapmayın…” (en-NisÂ, 135)

Peygamber Efendimiz’in ashÂbı da adÂlet ve hakkāniyetin timsalleri oldular.

EŞSİZ ADÂLET

Hayberli yahudiler; Abdullah bin RevÂha -radıyallÂhu anh-’ın kendilerine muÂmelesi karşısında şu itirafta bulundular:

“İşte bu adÂlet ve doğrulukla gokler ve yer nizÂm icinde ayakta durur.” (Muvatta, MusÂkÂt, 2)

Halîfe Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh-’a «el-Adl» unvÂnı verilmişti.

AshÂbı ihsÂn uzere takip eden muteÂkip nesillerde de; adÂletin, idare mes’ûliyetinin eşsiz misalleri vardır.

AdÂleti, durustluğu ve husn-i muamelesiyle beşinci halîfe unvÂnıyla tarihe gecen Omer bin Abdulaziz -rahmetullÂhi aleyh-’in hakkāniyet endişesini hanımı FÂtıma şoyle anlatır:

“Bir gun Omer bin Abdulaziz’in yanına girdim. NamazgÂhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gozyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona;

«–Nedir bu hÂlin?» diye sordum. Şoyle cevap verdi:

«–YÂ FÂtıma! Bu ummetin en ağır yukunu omuzlarımda taşıyorum. Ummet icindeki aclar, fakirler, hasta olup da ilÂc bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, kufur ve gurbet diyarındaki musluman esirler, ihtiyaclarını karşılayabilmek icin calışma tÂkatinden kesilmiş muhtac yaşlılar ve aile efrÂdı kalabalık fakir aile reisleri beni huzne gark ediyor. Yakın ve uzak diyarlardaki boyle mu’min kardeşlerimi duşundukce yukumun altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gununde Rabbim bunlar icin beni sorguya cekerse, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bunlar icin bana itÂb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!.»” (İbn-i Kesîr, el-BidÂye, IX, 208)

Onlar dÂim Âhiret ve hesap endişesiyle hareket ettiler.

Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Ved Hutbesi’ndeki;

“Sakın, (gunah işleyerek, mahşerde) yuzumu kara cıkarmayınız!..” (İbn-i MÂce, MenÂsik, 76) emrine ittib ederek, dÂim O mubÂrek cehreyi tebessum ettirmek icin gayret ettiler. İstanbul’u fethederek nebevî mujdeye nÂil olan Fatih devrinde yaşanan şu misÂlin tarihte eşine az rastlanır:

MAHKEMEDE BİR SULTAN

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, vazifesini emrinin hilÂfına yapan bir hıristiyan mimarın kolunu kestirmişti. İstanbul kadısı Hızır Bey, Fatih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fatih tayin etmişti.

Eli kesilen hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dÂv etti. Bir hukumdar olarak Fatih’e hitap tarzı;

«es-SultÂn İbnu’s-SultÂn el-Gāzî Ebu’l-Feth Muhammed HÂn-ı SÂnî» iken kadı Hızır Bey, teb’anın herhangi bir insanına kullanılan hitapla celp-nÂme gonderdi:

«Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!»

Fatih, murÂfaa (duruşma) gunu mutevÂzı bir ferd-i millet gibi ÂlÂyişsiz bir sûrette mahkemeye gitti. Maznunlara tahsis edilen yere oturdu. Hızır Bey, yerini aldı ve muhÂkeme başladı.

Mahkemelerde hÂkim adÂlet tevzî ettiği icin oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fatih’i otururken gorunce, O’na;

“–Suc murÂfaası uzresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti.

Bu îkaz uzerine Fatih, ifade icin ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhÂkeme neticesinde Fatih’i suclu, hıristiyan mimarı mazlum buldu. Kısas Âyetini okudu. Ve Fatih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.

Butun dunyayı dize getiren cihan padişahı Fatih, kararı sukûnet ve tevekkulle karşılayarak;

“–Hukum şer‘-i şerîfindir!..” dedi.

Hıristiyan mimar, bu ulvî adÂlet sahnesinden fevkalÂde duygulanarak gozyaşları icinde soz aldı:

“–Hakkımdan vazgeciyor, diyet kabul ediyorum!..”

DÂvÂ, bu sûretle tatlıya bağlandıktan sonra Fatih, Hızır Bey’e;

“–Benden değil de Allah’tan korktuğun icin seni tebrik ederim!..” dedi.

Ayrıca Fatih, şahsî malından hıristiyan mimara bir ev bağışladı. Bunun uzerine hıristiyan mimar;

“–Dunyada boyle bir adÂletin eşi yoktur. Ben artık bu andan itibaren muslumanım…” diyerek kelime-i şahÂdet getirdi.

Bir misalle iktif ettiğimiz bu adÂlet ve hakkāniyet sayesinde; Osmanlı, insanlık tarihinin en uzun omurlu hanedanlarından biri olmuştur. Osmanlı; fethettiği beldelerde adÂleti sağladığı icin, coğu kez, kufur beldelerin halkları, fatihlerini kendileri davet etmişlerdi. Osmanlı; zalim derebeylerini, voyvodaları bertarÂf ederek, hakikî insÂniyet ve vicdan hurriyeti getirdi. T Lehistan’da dahî;

“Osmanlı atları Vistul Nehri’nden su icmedikce, bu ulke hurriyet ve istiklÂle kavuşamaz!” sozu, once darb-ı mesel, sonra hakikat olmuştu.

Fransız İhtilÂli sırasında meşhur feylesof Lafayet;

“Ey buyuk insan! Senin tevzî ettiğin hak ve adaleti şimdiye kadar kimse tevzî edemedi!” diyerek peygamber Efendimiz’in buyukluğunu tasdik etti.

Batılı yazar Thomas Carlyle da şu itirafta bulundu:

“Başında tac bulunan hicbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar dunyada itibar bulmamıştır.”

YA BUGUN?

Bugun ise dunyada yeniden cÂhiliyye anlayışı hÂkim.

Onceki peygamberlerin geldiği cÂhiliyyeler de tetkik edilirse, ekserîsinin Âhireti inkÂr ettiği gorulur. İslÂm’ın ortadan kaldırdığı cÂhiliyye de boyle idi. bugun de yaşanan bu…

Bugun toplumu menfî duygular zerk ederek sadece dunyevî hayata meylettirip Âhiret gerceğinden uzak yaşatan zehirli televizyon programları, internetin insanları savurduğu kirli koridorlar, reklÂmlar ve modalar, insanların manevî yapısına zehir serpmektedir, bir robot hÂline getirmektedir. Bu maddeci, kapitalist, dunyacı anlayış; fÂnî hayatın dengesini perişan etmekte… Âhiretsiz yaşanan bir dunya; insanlığı altust etmekte, felÂkete suruklemekte…

Âhiretsiz bir dunya…

Hesabı duşunmeyen bir insanlık mezbelesi… Guclulerin gucsuzleri ezdiği, altta kalana kimsenin acımadığı bir gaddarlık manzarası…

MîzÂnı umursamayan bir ahlÂksızlık bataklığı… Amel defterlerinin yuzunu kızartan hayÂsızlık…

SırÂt’a inanmayan bir dalÂlet cıkmazı…

Cenneti umursamayan bir hamÂkat;

Cehennemi unutan bir gaflet…

Cunku bu gidiş, cehenneme…

Bu cihana nereden geldin? Nicin yaratıldın? Bu cihan nedir? Kimin mulkunde yaşıyorsun? Yolculuk nereye?

Bu sualleri duşunmeden, cevaplayamadan yaşamak, ne buyuk bir hamÂkat!..

Başını kuma gomerek, tehlikeden kurtulduğunu sanan bir mahlûkātın sergilediği gibi bir hamÂkat… Cunku;

Âhiret var!.. Hesap var!.. Mîzan var!.. Mahkeme-i kubr var!.. Sırat var!..

Ceza ve mukÂfat yani, cehennem ve cennet var!..

Bunlar olmasaydı, bu dunyaya gelişin bir mantığı olmazdı. En basit bir zek duşunup takdir eder ki:

Bir geliş var, nereden? Bir gidiş var; bu akış nereye?

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi, esas hayatı Âhiret, dunyayı ise bir Âhiret tarlası telÂkkî ederek yaşamak; dunyayı da Âhireti de cennet gulistÂnı eylemenin yegÂne yolu.

Bugunku cÂhiliyyeyi bertarÂf edecek hidÂyet nûru, ancak nebevî ahlÂk ve adÂlete ittib ederek tecellî edebilecektir.

CenÂb-ı Hak muvaffak eylesin.

YÂ Rabbî, bizleri en buyuk endişesi dunya olanlardan eyleme!.. Bizi hak ve hakikatten, adÂlet ve hakkāniyetten ayırma!.. Bizleri Âhirette yuzu ak olanlardan eyle!..

Âmîn!..




Yuzakı Dergisi
Yıl: 2016 Ay: Ocak Sayı: 131


__________________