Hazret-i MevlÂnÂ’nın Gonul DeryÂsında Sır ve Hikmet İncileri

GUZEL AHLÂK

Ebu’l-Huseyn en-Nûrî der ki:

“Tasavvuf ne şekil, ne de bir ilimdir; o sadece guzel ahlÂktan (ve irfandan) ibarettir. Eğer şekil olsaydı mucÂhedeyle, ilim olsaydı oğrenmekle tahsil edilirdi. Bu sebeple sırf şekil ve ilim, maksada ulaştıramaz. Tasavvuf, Hakk’ın ahlÂkına burunmektir.”

Tasavvuf denilince; İslÂm’ın ihsan, zuhd ve takv ile zÂhir ve bÂtınıyla kÂmilen yaşanması maksuttur.

Bu mefhumların hepsi, kalpten neş’et edip, zÂhire akseden hasletlerdir. TakvÂ, tÂc ile hırkada değil, kalptedir. Guzel ahlÂk da, suslu sozlerde ve yaldızlı tavırlarda değil, gonuldedir. ZÂhirdeki guzellikler, ancak o guzelliklerle muzeyyen bir gonulden taşarak vucuda geldiklerinde Hak katında kıymet ifade ederler. İnsanlar zÂhiri gorur; «Guzel ahlÂklı.» der; fakat Allah TeÂlÂ, kalplerin icinden haberdardır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlÂs ve takv bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Muslim, Birr, 34)

Kalpteki duygular, ceşitli imtihanlarda kendini ortaya koyar.

MeselÂ; sabır, musîbetin vurduğu ilk anda kendini gosterir. İlk anda sabır gosterememiş kişinin, hÂdise soğuduktan sonra sabrettiğini duşunmesi veya ifade etmesi boştur.

Tavizsiz bir îman; zulumler, maddî-mÂnevî işkenceler ve menfaat catışmaları karşısında belli olur.

İffet, haram ile gozlerden uzak bir şekilde karşı karşıya kalınınca keyfiyetini gosterecektir.

Af ve musamaha, hiddet ve kudret Ânında gosterilebilirse ehemmiyet ifade eder.

Gercek guzel ahlÂk, boyle imtihanlardan gecebilmiş hasletlere sahip olmaktır. HÂdiselerin, şartların değişmesi karşısında muvÂzeneyi kaybetmemek, Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in temsil ettiği îtidÂli sergileyebilmek demektir.

Bu sebeple guzel ahlÂk; ancak CenÂb-ı Hak’tan korkmak, O’nu cok sevmek ve O’nu cokca zikretmekle elde edilebilir.

Hazret-i MevlÂnÂ, insanın sîret ve sûretinin birbirini tutmayabileceğini ve gercek guzel ahlÂkın ancak imtihan ile ortaya cıkacağını şoyle bir hikÂye ile anlatır:

BİR PADİŞAHIN İKİ HİZMETKÂRI

Bir padişahın iki yeni hizmetkÂrı olmuştu. Onların hÂlet-i rûhiyelerini anlayabilmek icin ilk once birinci hizmetkÂr ile sohbete başladı.

Padişahın sorularına, hizmetkÂr, oyle cevaplar veriyordu ki başkaları bu cevapları ancak uzun uzun duşundukten sonra verebilirdi. Padişah bu hizmetkÂrı; anlayışlı, zeki ve tatlı dilli gorunce memnun oldu. Diğer hizmetkÂrı da yanına cağırdı.

İkinci hizmetkÂr, padişahın huzûruna geldi. Rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyordu ve dişleri de bakımsızlıktan kapkara idi. Padişah, bu hizmetkÂrın zÂhirî durumundan pek hoşlanmamakla birlikte, onun hakkında bilmediği hÂl ve vasıfları oğrenmek ve onun sırlarına vÂkıf olmak icin kendisiyle sohbete başladı:

“–Bu ne hÂl? Once ağzının derdine bir şif bulalım. Sen sevimli bir kişisin, biz de hunerli bir hekimiz. Seni hor gormek ve gozden duşurmek bize yakışmaz. Şoyle otur, bir-iki hikÂye soyle de aklının derecesini anlayayım.”

Padişah bu iki hizmetkÂrının zÂhirî hÂllerini gormuştu. Şimdi ise ic yuzlerini anlamak icin plÂnladığı imtihanı tatbik etmeye başladı:

ZÂhiri duzgun olan ilk hizmetkÂrı yıkanması icin hamama gonderdi.

Arkadaşı gittikten sonra, konuşturmak istediği ikinci hizmetkÂra şu sozleri soyledi:

“–Arkadaşın, senin hakkında kotu şeyler soyledi. Fakat goruyorum ki, sen onun soylediği gibi değilsin. O hasetci, neredeyse bizi senden soğutuyordu. Arkadaşın senin hakkında;

«O hırsızdır, doğru adam değildir, kotulerle duşer kalkar, iffetsizdir.» dedi. Sen onun hakkında ne dersin?”

İkinci hizmetkÂr bu sozler karşısında gayet sakin şu cevapları verdi:

“–İyi duşunen, doğru soyleyen o arkadaşa, eğri diyemem. BilÂkis onun sozleri sebebiyle kendimde boyle kusurların olabileceğini duşunup hÂlimi ıslaha calışırım. Padişahım! Belki de o, bende benim farkına bile varamadığım bircok ayıplar gormuştur.”

Padişah daha da usteledi:

“–O senin kusurlarını anlattığı gibi, sen de onun kusurlarını anlat.”

HizmetkÂr samimî idi:

“–Padişahım! O benim gercekten hoş bir arkadaşım olmakla beraber kusurlarını soylememe benim gonul dunyam mÂnîdir. Onun icin, ancak ben şunları soyleyebilirim ki; onun kusuru, bence kusur değil, fazîlettir. O, sevgi, vef ve insanlık numûnesidir. Onun hÂli; doğruluktur, zekÂdır, dostluktur. Onun bir sıfatı da; comertliktir, duşkunlere yardımda bulunuştur. O oyle comerttir ki, gerekirse canını bile verir. Kader arkadaşımın bir vasfı da, kendini beğenen bir kişi olmamasıdır. O herkesle iyidir, fakat kendi nefsine karşı kotudur.”

Padişah, iyice emin olmak istiyordu. Daha da sıkıştırdı:

“–Arkadaşını methetmede pek ileri gitme, onu overken de kendini ovmeye kalkışma. Cunku; ben onu imtihana cekerim de, sonra sen utanırsın.”

HizmetkÂr bunun uzerine şunları soyledi:

“–Hayır. Onu ovmekte ileri gitmedim. O dostumun butun huyları, soylediklerimden kat kat daha fazladır. Kader arkadaşımın vasıfları hakkında, bildiklerimi soyledim. Fakat, ey kerem sahibi padişahım! Soylediklerime sen inanmıyorsun, ben ne yapayım? İc dunyam, benim boyle soylememi îcÂb ettiriyor.”

Obur hizmetkÂr hamamdan donunce, padişah onu huzûruna cağırttı. İmtihan edilme sırası ondaydı. Dedi ki:

“–Sıhhatler olsun. Fakat, arkadaşının soylediği kotu huylar sende olmasaydı ne guzel olurdu!”

HizmetkÂr derhÂl ofkelendi ve dedi ki:

“–Padişahım! O densizin benim hakkımda anlattıklarından birazcığını lutfen soyle…”

Padişah imtihan icin uydurdu:

“–O, once senin ikiyuzluluğunu anlattı. Senin gorunuşte devÂ, hakikatte bel olduğundan bahsetti.”

Az once cok olgun gorunen hizmetkÂrın; şimdi ise ofke denizi kabarmış, ağzı kopurmuş, yuzu kızarmıştı. Masum arkadaşı hakkında actı ağzını, yumdu gozunu:

“–O onceden bana dost idi, fakat ağzı bozuktu. Kıtlıkta kalmış kopek gibi, pek cok zaman pislik yerdi.”

Arkadaşını cekiştirmek icin, hizmetkÂr boyle can can otmeye ve aslında kendi ic Âlemindeki cirkinlikleri ortaya dokmeye başladı. Bunun uzerine padişah; «Artık yetişir!» diyerek, elini onun ağzına goturdu ve ona hitÂben şoyle dedi:

“–Bu imtihan sayesinde, ikinizin arasındaki farkı gormuş oldum.

Onun sadece maddî bir rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyor fakat senin ise rûhun kokmuş! Ey rûhu kokmuş kişi, sen uzakta dur. Arkadaşın sana Âmir olacak, sen de onun emrinde bulunacaksın. Ondan edep, insanlık ve konuşmayı oğren! Onun fazîletinden ibret al. Hasedi terk et. Sen bu hased ile, beline taş bağlanmış bir zavallı kişisin; bu taşla ne yuzebilir ne de yuruyebilirsin.”

Hazret-i MevlÂnÂ’nın anlattığı imtihanlar; aslında her insanın karşısında, gun be gun kader plÂnında cıkıp durmaktadır.

İMTİHAN DUNYASI

CenÂb-ı Hak; cennetine davet ettiği insanı da dunya imtihanları icinde denemekte, onda kalb-i selîm olup olmadığını, kendisinin de gormesini sağlamaktadır.

Bu sebeple Âyet-i kerîmede imtihanlara dikkatimiz cekilmiştir:

“İnsanlar, imtihandan gecirilmeden, sadece; «ÎmÂn ettik!» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?

And olsun ki, Biz onlardan oncekileri de imtihandan gecirmişizdir.

Elbette;

Allah; doğruları ortaya cıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.

Yoksa kotuluk yapanlar, bizden kacabileceklerini mi sandılar?

Ne kadar kotu (ne yanlış) hukum veriyorlar!” (el-Ankebût, 2-4)

Bu Âyet-i kerîmelerdeki imtihan etmek fiili, «fitne» kelimesiyle ifade edilmiştir ki, bunun aslı; «altın olup olmadığını anlamak uzere bir madeni ateşe maruz bırakmak» demektir.

Boylece aslı altın olmadığı hÂlde, yaldızla altınmış gibi gosterilen yahut az bir altına karıştırılan maddeler; bu ateş imtihanı neticesinde hakikî altından ayrılmış olur.

Başa gelen sıkıntılar; îmÂnımızı, tevekkulumuzu, sabrımızı, metÂnetimizi, dostluğumuzu, kardeşliğimizi, sadÂkatimizi, ez-cumle, guzel ahlÂkımızı imtihan eder.

Bu hakikatledir ki;

Enbiy ve evliy hazerÂtı, başlarına gelen belÂlara sabır ve tahammul gosterir; bu imtihanları, kalplerinin CenÂb-ı Hakk’a yakınlaşmasına vesile addederler. Cunku imtihanlardan muvaffak cıktıklarında, AllÂh’a yakınlaşmaları artar.

Kıssanın bir hissesi de insanın sarf ettiği sozlerin, kendisinin asıl huviyetini ortaya koymasıdır.

LİSÂNIN SIRRI

Hazret-i MevlÂn der ki:

“İnsanın asıl huviyeti, dilinin altında gizlidir. Şu dil, insanın ic Âleminin sergisidir.

Bir ruzgÂr perdeyi kaldırınca, evin icerisi gorunur. Yani tanımadığımız bir kimse; durum îcÂbı bir-iki soz soyleyince, rûhunu ortmuş olan perde acılır da, onun icyuzu, gonul Âlemi ÂşikÂr olur ve onun nasıl bir şahsiyet ve karakter sahibi olduğu sergilenir.

O gonul Âlemi inci ile mi yoksa buğdayla mı dolu? Orası, gonle ferahlık bahşeden bir gulistan mı yoksa sadece bir enkaz mezbeleliği mi? Orası bir mucevher hazinesi mi yoksa yılan ve akrep yuvası mı, meydana cıkar.”

Kıssanın bir hissesi de, beşerî munasebetlerin en buyuk zehiri olan haset belÂsı hakkındadır. İnsanı gıybet, iftirÂ, fitne ve fesÂda sevk eden en buyuk belÂ, kalpteki hasettir.

HASET BELÂSI

Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Size eski ummetlerin hastalığı sirÂyet etti: Bu, haset ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır (yok edicidir). Bilesiniz; kazıyıcı (yok edici) derken sacı kazır demiyorum. O dîni kazıyıcıdır (yok eder)…” (Tirmizî, Sıfatu’1-KıyÂme, 57)

“Birbirinize kin tutmayınız, hased etmeyiniz, sırt donmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey AllÂh’ın kulları, kardeş olunuz.” (BuhÂrî, Edeb, 57)

Haset; ilÂhî taksim neticesinde, başkalarına lutfedilen nimetlere kalben îtirazdır. Kalplerde, nimet sahiplerine karşı duyulan kıskanclıklar, haset hastalığının başladığını, hatt ilerlediğini belirten ilk alÂmetlerdendir ve aynı zamanda kadere isyan sucudur.

Hazret-i MevlÂn îkaz eder:

“Ey bu dunyaya rÂm olan, ic dunyasını ziyan eden gafil! Bilmiyor musun ki, olum gununde bu duyguların hic birisini duşunemezsin. O anda hasetlikten vazgecsen bile bir işe yaramaz. Mezarda bu gozlere toprak dolar.

Ancak sen, temiz bir rûha sahip isen, gonlun sana yoldaş olur. Onun icin kendine bir bak! Mezarını aydınlatacak rûhanî bir nûrun, feyiz taşan bir gonul gozun var mı?

Sen, sana emÂnet edilen cevheri; yani o olumsuz rûhun cevherini elde etmeye calış. Onun icin fazîlet sahibi olmaya gayret edip ihtiras ve hasetten uzakta dur. Yine cokca hayır-hasenÂtta ve amel-i sÂlihlerde bulun ki o guzelliklerle Hakk’ın huzûruna varasın.”

“Şunu iyi bil ki; gosterişli, guzel, iyi bir yuz, kotu huyla bir araya gelirse bir değer ifade etmez. Yani kotu bir ic dunya, yapmacık hareketlerle saklanamaz. O sîret, o sûretin bir maske olduğunu ortaya koyar.

Bir kimsenin sûretine değil sîretine, yani gonul Âlemine nazar et. Zira, bir kimseyi zirveleştiren ancak onun guzel huyu ve yuksek ahlÂkıdır.

Bilmiş ol ki; bu gorulen maddî şekil, yani beden yapısı fÂnîlik deryÂsında kaybolacak, guzelliği yok olup gidecektir. Fakat, mÂn Âlemi ebedî kalır; olumsuzdur. O, rûhunu terbiye etmiş fazîletli kişinin fÂnî cesedi toprak olduktan sonra da, o guzel hayatının hÂtıraları ile gonullerde hayÂtiyeti devam eder. Onlar mÂzî de olmazlar.”

Kıssada, her iki kişi de diğerini anlatırken kendi hasletlerini anlatmışlardır. Guzel şeyler soyleyen kişi tab‘ını ortaya koyarken, cirkin sozler soyleyen de kin ve nefretini kusmuştur.

Gozumuz kalbimize bir gozluk mesabesindedir. Esas goren, kalptir.

Bu sebeple;

Peygamber Efendimiz’i Hazret-i Ebûbekir gordu, hayran oldu, yanında bile hasret kaldı.

Diğer taraftan Ebû Cehil de Efendimiz’i seyretti. Fakat O’nu goremedi, ancak kendi gonul Âlemindeki kirleri ve pislikleri gordu.

VelhÂsıl;

Herkes kendi gonlundeki hissiyatı ile gorur. Goz, sadece bu goruşe gozluk vazifesi yapmaktan başka bir şey değildir.

Hazret-i MevlÂn buna da temas eder:

“Ey insan, hasedinden dolayı başkalarına isnÂd ettiğin huylar aslında senin kendi kotu huyunun aksetmesidir. O sensin, kendi aynanda gorduklerini karşındakine izÂfe ediyor, sen kendini anlatıyor ve yaralıyorsun; lÂnet ipliğini, kendine, kendin dokuyorsun.”

İnsan, dÂim kusuru nefsinde aramalıdır. Başkalarının ayıplarıyla uğraşmamalıdır. Bu, kişiyi kendini ıslah faaliyetinden alıkoyar. Gıybet de ekseriy nefsin, kendi kusurlarını gizlemek ve kendine pay cıkarmak icin başkalarının ayıplarını ortaya koyma cirkinliğidir. Başkasının ayıbını anlatmak; «Bende bu kusur yok! Ama onda var! Ben ondan ustunum!» demektir. HÂlbuki bunun kendisine faydası yoktur.

CenÂb-ı Hak, kullarının kusurunun aranmasını istemiyor ve şoyle buyuruyor:

وَلَا تَجَسَّسُوا

“…Tecessuste bulunmayın!… (kimsenin ayıbını araştırmayın.)” (el-HucurÂt, 12)

Tecessuste bulunup da gıybet ve kardeşini kucumseme hastalığına dûcÂr olanları ise CenÂb-ı Hak şoyle ikaz etmektedir:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“Arkadan cekiştirmeyi, yuze karşı eğlenmeyi Âdet edinen herkesin vay haline!” (el-Humeze, 1)

Tecessus, gıybet ve benzeri hastalıkların koku kalptedir. Hazret-i MevlÂn der ki:

“Ey kardeş, sen, tefekkur ile hayat bulmalısın.

Bedenin, kemik ve etten ibÂret, hayvanlarda da aynı. Eğer tefekkurun gul ise, sen gul bahcesindesin. Yani dunya cennetindesin. Tefekkurun diken ise, kulhan kutuğusun.”

Yine ikaz eder:

“(Başkasında gorduğun) o kotuluğu sen, kendi ic dunyanda goremiyorsun. Gorecek olsaydın başkalarına değil, kendi nefsine candan ve gonulden duşman kesilirdin.

Eğer sen, Allah nûru ile baksaydın; kotuluk husûsunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını gorur de gaflete duşer mi idin?

Ey huzun ve keder sahibi zavallı kişi; yavaş yavaş, azar azar, nûra yaklaş ki, nÂr, yani ateş olan nazarın nûra cevrilsin, başkalarında ayıp ve noksan goreceğin yerde kendi ic Âlemini seyret. Kendini ihy et ki gonlun mezbeleliklerden temizlensin.”

Rabbimiz, bizleri kalplerini guzel ahlÂk ile muzeyyen kılabilenlerden eylesin. Hayatın her turlu imtihanı karşısında; soz ve davranışlarımızı, rızÂ-yı şerîfi ile te’lif buyursun.

Âmîn!..




Yuzakı Dergisi
Yıl: 2016 Ay: Ocak Sayı: 131


__________________