BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:

“Kendisine kerÂmetler verilmiş, hatt havada bağdaş kurup oturan birini gorseniz bile, hemen ona aldanmayın! İlÂhî emir ve nehiylere riÂyet ediyor mu, ilÂhî hudutları muhafaza ediyor mu, şer’î hukumleri hakkıyla ed ediyor mu, ona bakınız!”[1]

[Muʼminin en buyuk kerÂmeti; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) Âyet-i kerîmesine itaat ederek, Allah rızÂsı istikÂmetinde bir hayat yaşamasıdır. Yani hayatının her safhasını, ilÂhî emir ve nehiylere gore tanzim edebilmesidir. Zira Hakkʼın rızÂsı, takv uzere bir kulluğa bağlıdır. Bu hususta noksanlıkları bulunmasına rağmen, kulun kendini kerÂmet ehli, istikÂmet sahibi veya muttakî bir musluman olarak gormesi, ancak derin gafletinin bir ifÂdesidir.

Zira İslÂm, bizim sadece ibadetlerimizi değil, hayatımızın her sahasını tanzim etmektedir. Yani sırf namaz, oruc, zekÂt, hac ile Hakkʼa kulluğumuz kemÂle ermez. TicÂrî hayatta, Âilevî hayatta, cocuklarımıza yaptırdığımız tahsil hayatında, komşuluk munÂsebetlerimizde, topluma karşı sorumluluklarımızda da, musluman şahsiyet ve karakterinin gerekli kıldığı vazifeleri yerine getirmeliyiz.

MeselÂ, evlÂdının iyi bir dunyevî istikbÂli olsun diye, mÂnevî hassÂsiyetlerin gozetilmediği, karışık, yani ihtilÂtlı ortamlarda, dîninden ve ahlÂkından tÂvizler vermek pahasına tahsil yaptırmak, takv hassasiyetine sahip hicbir anne-babanın tercihi olamaz. Zira bu nevî mÂneviyatsız eğitimler, hem evlÂtların, hem de sorumlulukları nisbetinde anne-babaların, gercek istikbÂlleri olan ebedî hayatlarını tehlikeye atar.

Yarın ilÂhî hesap gununde insanı en cok muşkul durumda bırakacak hususlardan biri de, evlÂtların anne-babalarından dÂvÂcı olmalarıdır. Onların Âdeta;

“‒YÂ Rabbi! Annem-babam beni KurʼÂn ve Sunnet terbiyesi altında yetiştirmediler. Beni uhrevî hakîkatlerden mahrum bıraktılar. İcine duştuğum yanlışların en buyuk sebebi, onların bu ihmalleridir.” diyerek şikÂyet edecek olmalarıdır.

Nitekim Âyet-i kerîmelerde;

“İşte o gun kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve cocuklarından kacar!” (Abese, 34-36) buyrulmaktadır. Bu ise, kıyÂmet gununde insanların, Âile fertlerine karşı sorumluluklarının hesabı sebebiyle duyacakları, derin endişe hÂlini tasvir etmektedir.

VelhÂsıl evlÂtlarımıza dunyevî istikbÂl kazandırmak icin mÂneviyatsız eğitim yollarını gostermek, hem onların hem de kendimizin Âhiretini ebedî bir felÂkete ceviren hazin aldanışlardır.

Anne-babalara ilÂhî bir emÂnet ve imtihan vesîlesi olarak lûtfedilen evlÂtlar, Cennetʼe lÂyık bir sÂfiyetle dunyaya gelirler. Fakat anne-babalar, cocuklarının mÂnevî terbiyelerini ihmÂl ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış yerlere ucururlar.

Bu bakımdan, cocuklarımızı ne kadar KurʼÂn Kurslarından, İmam Hatip Okullarından, takv ehli Âlim zÂtların ilim ve irfÂnından istifÂde ettirebildiğimiz hususunda, hÂlimizi sık sık gozden gecirmeliyiz.

Gunumuzde takv olculerinden en cok tÂviz verilen hususlardan bir diğeri de, duğun-sunnet gibi merÂsimlerde sergilenen gayr-i İslÂmî tavırlardır.

EvlÂtlarımızın yeni bir hayata adım attığı bu gibi cemiyetler; KurʼÂn-ı Kerîm tilÂvetleriyle, duÂlarla, mÂnevî sohbetlerle, ağzı duÂlı fakirlerin de cağrıldığı ziyafetlerle ihy edilmelidir.

Zira sunnetlerde yavrularımız, sahip oldukları İslÂm kimliğini pekiştirmekte, duğunlerde ise yeni bir dunya evine adım atmaktadırlar. Hayatın bu kadar muhim donum noktaları, CenÂb-ı Hakkʼın rahmetini celbedecek merasimlerle karşılanmalıdır; ilÂhî gazabı celbedecek nefsÂnî taşkınlıklarla değil…

Maalesef gunumuzde, mahremiyet hassasiyetinin zaafa uğradığı, daha ziyade varlıklı kimselerin cağrılıp fakir-fukarÂnın unutulduğu, Âdeta israf cılgınlığına ve guc gosterisine donuşen ve bir kıyafet defilesini andıran merasimlere sıkca rastlanmaktadır. Bunlar ise ilÂhî rahmeti uzaklaştırıp gazabı uzerine ceken manzaralardır.

Huzursuzlukların ve boşanmaların her gecen gun arttığı bir devirde yaşıyoruz. Zira mÂnevî hassÂsiyetlerden uzaklaşmak; CenÂb-ı Hakkʼın rahmet, inÂyet ve lûtfundan mahrûmiyeti de beraberinde getiriyor.

CenÂb-ı Hak; fertte, Âilede ve toplumda gercek huzur ve saÂdetin recetelerinden birini, Âyet-i kerîmede şoyle tÂrif ediyor:

“Şuphesiz ki, AllÂhʼın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah icin) gizli ve acık infÂk edenler, asl zarara uğramayacak bir kazanc umabilirler.” (FÂtır, 29)

Âyette bildirilen “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” yani “asl zarara uğramayacak kazanc”ın ilk maddesi; “KurʼÂn-ı Kerîmʼin tilÂvet edilmesi”dir.

Yani KurʼÂn-ı Kerîmʼi oğrenmek, oğretmek ve bu yolda emek sarf ederek, KurʼÂn hizmetlerine destek olmaktır.

Nitekim Peygamber Efendimizʼin aclıktan karnına taş bağlayıp iki buklum hÂldeyken bile terk etmediği en muhim hizmetlerinden biri; KurʼÂn talebeleri olan “AshÂb-ı Suffe”yi yetiştirmek olmuştur. O Rahmet Peygamberi, TÂifʼte kendisini taşlayanlara bile beddu etmemiştir. Uhud’da mubÂrek dişi kırılıp, gul yuzunden kan sızarken bÂzı sahÂbîler:

“–Y RasûlÂllah! O kÂfirler icin beddu etseniz!” dediklerinde:

“–Allah TeÂl beni, insanları cokca ayıplayan ve onlara lÂnet eden biri olarak gondermedi! CenÂb-ı Hak beni, herkes icin cok cok du etmek ve insanlara rahmet olmak icin gonderdi…” buyurmuştur.[2]

Fakat o Rahmet Peygamberi, KurʼÂn muallimlerini şehîd eden bedbaht muşriklere, tam bir ay boyunca sabah namazından sonra beddu etmiştir.[3] Efendimizʼin bu hÂli, muʼminler olarak KurʼÂn-ı Kerîmʼe gostermemiz gereken hassasiyetin bÂriz bir misÂlidir.

Yine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ehl-i KurʼÂnʼı dÂim ustun tutmuş, bunu ummetine de tavsiye buyurmuştur.[4]

Unutmayalım ki Fahr-i KÂinÂt Efendimiz, bizlere her yonuyle olduğu gibi, bilhassa KurʼÂn hizmetlerindeki bu fedakÂr gayretiyle de ornektir.

Âyet-i kerîmede buyrulan “asl zarar etmeyecek ticÂret”in ikinci maddesi ise; “Namazın ikāme edilmesi”dir.

Yani namazı bir vazife savar gibi gelişiguzel kılıvermek değil, bilÂkis onu kalp ve beden Âhengiyle, huşû icinde ed etmektir. KÂmil mÂnÂda ikāme edilen bir namazda; bedenin kıblesi KÂbe iken, kalbin kıblesi de Âlemlerin Rabbiʼdir. Yine makbul bir namaz, kulu mîrÂc ufkuna yukselten, secdeleriyle Rabbe yakınlık iklîmine goturen, muhteşem bir ibadettir. CenÂb-ı Hak da insan anatomisini, secdeye en musÂit şekilde yaratmıştır ki, kul cokca secde ederek Rabbine yaklaşabilsin.

Âyet-i kerîmede zikredilen “zarar etmeyecek ticÂret”in son maddesi ise; “AllÂhʼın lûtfettiği nîmetlerden, gizli ve ÂşikÂr infÂk etmek”tir.

Yani Allahʼtan geleni, yine Oʼnun rızÂsı yolunda comertce sarf edebilmektir. İhlÂsı muhafaza icin; infÂkı, mumkun olduğunca gizli yapmak tercih edilmelidir. Fakat ÂşikÂr olarak infÂk etmek zarûreti hÂsıl olduğunda da kalbi, riy ve gosterişten korumak îcÂb eder.]

BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:

“Sûfî; Kur’Ân-ı Kerîm’i bir eline, Sunnet-i Seniyye’yi diğer eline alan; bir gozuyle Cennetʼe, obur gozuyle Cehennemʼe bakan; dunyayı alt tarafına, Âhireti de ustune dolayarak ihrÂma giren ve ikisinin arasından; «Lebbeyk AllÂhumme lebbeyk! / Buyur AllÂh’ım! Emrine teslim ve hazırım!» diye MevlÂʼsına koşan kişidir.”[5]

[Dunyadan ukbÂya yolculuğumuzda en buyuk rehberlerimiz; KurʼÂn-ı Kerîm ve Sunnet-i Seniyyeʼdir. Hayat yolculuğunu rızÂ-yı ilÂhî hedefinden sapmadan tamamlayabilmek icin, KurʼÂn ve Sunnetʼin tÂlimatlarına titizlikle uymamız zarûrîdir.

KurʼÂn-ı Kerîmʼe karşı vazifelerimizde, şu uc hususa bilhassa dikkat etmemiz lÂzımdır:

Birincisi; duzgun bir kıraatimizin olması. (Zira kıraatsiz bir namaz olmaz.)

İkincisi; KurʼÂnʼın bildirdiği hudutlara, emir ve nehiylere riÂyet.

Ucuncusu ise KurʼÂn ahlÂkıyla ahlÂklanmaktır.

Muʼmin, hayatının her safhasında kendisini KurʼÂn olculeriyle mîzÂn etmeli; “Allah benim bu hÂlimden rÂzı mı?” suÂlinin tefekkuruyle, hÂl ve davranışlarına istikÂmet vermelidir.

KurʼÂn-ı Kerîmʼin en buyuk tefsîri ise, 23 senelik nebevî hayatı ile Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Nitekim CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmelerde şoyle buyurmaktadır:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse AllÂhʼa itaat etmiş olur…” (en-NisÂ, 80)

“O (Rasûl), hevÂsına (nefsinin arzusuna) gore konuşmaz. O (bildirdikleri), vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm, 3-4)

“(Rasûlum!) Onu Rûhuʼl-Emîn (CebrÂil), uyarıcılardan olasın diye, apacık Arap diliyle, Senʼin kalbine indirmiştir.” (eş-ŞuarÂ, 193-135)

Dolayısıyla Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi tanımadan, Oʼnun gonul dokusundan hisse almadan, sunnetleriyle yaşamadan; ne KurʼÂn-ı Kerîmʼi tam olarak idrÂk edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur.

Muʼminin kemÂle ermesi, ancak farzlara ilÂveten sunnetlere de riÂyet etmesiyle mumkundur. Zira Abdullah bin Deylemî g buyuruyor ki:

“…Dînin kaybolmasının başlangıcı, Sunnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif cozulup nihÂyetinde kopması gibi, din de sunnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (DÂrimî, Mukaddime, 16)

Dolayısıyla bugun ummet-i Muhammed olarak, Peygamber Efendimizʼi ve dolayısıyla Sunnetʼi hafife alan, hatt dışlayan “din projeleri”ne karşı son derece dikkatli ve uyanık olmalıyız. Zira sunnetleri gozden duşurmeye calışan din Âlimi etiketli bÂzı din tahrifcilerinin, bir adım sonraki hedefinin farzlar olacağı muhakkaktır.

Dolayısıyla bu Âhir zamanda sunnetlere daha bir gayretle sarılmamız elzemdir. Zira hadîs-i şerîflerde buyrulduğu uzere:

“Oyle bir zaman gelecek ki o vakit şu uc şeyden daha kıymetli bir şey olmayacak:

HelÂl para, cÂn u gonulden arkadaşlık yapılacak bir kardeş ve kendisiyle amel edilecek bir Sunnet-i Seniyye.” (Heysemî, I, 172)

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız muddetce asl dalÂlete duşmezsiniz:

AllÂh’ın kitÂbı ve Rasûlu’nun sunneti.” (Muvatta’, Kader, 3)

KurʼÂn ve Sunnetʼin feyzinden uzaklaşıldıkca, kalplerdeki îman nûru zayıflar, -Allah korusun- bir mum ışığı gibi, kucuk bir ruzgÂrla sonuverir.

BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri de butun Hak dostları gibi, Sunnet-i Seniyye’yi buyuk bir şevk ile îfÂya gayret ederdi. Ondan zerre kadar tÂviz vermezdi. Her hÂlini Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hÂliyle mîzÂn ederdi. Nitekim onun muhim nasihatlerinden biri de şoyledir:

“Kim Kur’Ân-ı Kerîmʼin kıraatini ve zuhd hayatını terk eder, cemaate devam etmez, cenÂzelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu iddi ederse, o ancak bir gÂfildir.”[6]

Yani KurʼÂn-ı Kerîm ve Sunnet-i Seniyyeʼnin feyz ve rûhÂniyetinden uzak bir hayatta hayır yoktur. Bu nevî bir hayata dalmış olanların dillerinden tasavvufî hikmet ifÂdeleri dokulse bile, onların peşinden gitmemek îcÂb eder. Zira dilin kemiği yoktur. Papağan bile bazı sozleri ezberleyip soyleyebilir. Fakat Hazret-i MevlÂnÂʼnın buyurduğu gibi:

“Amel edilmeyen hikmetli soz, odunc alınmış suslu elbise gibidir!..”

Yani yaşanmayan, irfÂna donuşmeyen, şahsiyet ve karakterin bir parcası hÂline gelmeyen bilgiler, Peygamber Efendimizʼin ifÂdesiyle; “kendisinden AllÂhʼa sığınılması îcÂb eden faydasız ilim”[7] cumlesindendir.

Dolayısıyla, gucumuz nisbetinde Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi ornek alma gayreti icinde olmalıyız. Hayatımızın her safhasında ve karşılaştığımız her hÂdisede, hÂl ve davranışlarımızı dÂim nebevî ahlÂk olculeriyle mîzÂn etmeliyiz. Duşunmeliyiz ki:

“Acaba Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu an yanımızda olsaydı, o gul yuzuyle bizim hÂlimize tebessum eder miydi? Yoksa mubÂrek yuzunun rengi değişir, ciceklerden zarif gonlu incinir, nurlu alnındaki damarı kabarır, «Bana ne oluyor ki sizi şoyle şoyle goruyorum…» şeklinde, ince sitemlerine mi muhÂtap olurduk?..”

İşte bu nevî duşuncelerle, hayatlarını Âlemler SultÂnı -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe muhabbetin, bağlılığın, itaatin tecellîgÂhı kılabilen ummet-i Muhammedʼe ne mutlu!..]

BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:

“Tasavvuf; nefsÂnî arzulardan temizlenmek, kalbi CenÂb-ı Hakk’a rÂm etmek, butun guzel vasıflarla ahlÂklanmak ve dÂim AllÂh’ın rızÂsı istikÂmetinde olabilmektir.”[8]

[Muʼmin, her hususta Rabbinin rızÂsını on plÂnda tutabilen kimsedir. Hakkʼın rızÂsı ile nefsinin arzuları karşı karşıya geldiğinde, nefsinin gizli muhalefetine boyun eğmeyen, irÂdeli kimsedir. Bu sarsılmaz irÂdenin kazanılması icin de nefsi riyÂzat ve mucÂhede gibi terbiye metodlarıyla ham vasıflardan kurtararak mÂnen olgunlaştırmak zarûrîdir.

CenÂb-ı Hak ehemmiyetine binÂen KurʼÂn-ı Kerîmʼde arka arkaya tam yedi kez yemin ettikten sonra buyurur ki:

“Nefsini kotuluklerden arındıran (maddî ve mÂnevî kirlerden temizleyen) mutlak kurtuluşa ermiş; onu kotuluklere gomen de elbette husrÂna uğramıştır.” (eş-Şems, 9-10)

Yani kulu Rabbinden uzaklaştıran butun kotu huyları, nefsÂnî zaaf ve ihtirasları, ic dunyamızdan da temizlemek mecburiyetindeyiz. Zira ilÂhî imtihan hikmetine binÂen, haramlarda dÂim nefsÂnî bir cÂzibe vardır. Nefsimizi tezkiye edemezsek, onu kotu huylarından arındıramazsak, onu cezbeden gunah tuzaklarına karşı bir îman mukÂvemeti gosteremeyiz. HÂlbuki ilÂhî rahmet ve ihsanlar, dÂim nefsin ihtiraslarına mukÂvemeti gerektiren imtihanların ardında gizlidir.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu beyanları, bu hakîkati ne guzel îzah etmektedir:

“Allah TeÂl Cennetʼi yaratınca CebrÂil -aleyhisselÂm-ʼa:

«‒Git de ona bir bak!» buyurdu. Bunun uzerine (CebrÂil -aleyhisselÂm-) gidip ona baktı. Sonra gelip:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetine andolsun ki onu (Cennetʼin o ihtişÃ‚mını) işitip de ora*ya girmeyen bir kimse kalmaz.» dedi.

Sonra Allah onu(n etrafını nefse ağır gelen) zorluklarla kuşattı ve:

«‒Ey CebrÂil, git ona (bir daha) bak.» dedi.

(CebrÂ*il -aleyhisselÂm-) gidip ona (bir daha) baktıktan sonra geldi ve:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetin hakkı icin (soyluyorum ki) ben oraya (artık) hic kimsenin giremeyeceğinden korkmaya başladım.» dedi.

Sonra Allah, Cehennemʼi yaratınca:

«‒Ey CebrÂil git de ona (bir) bak.» buyurdu. Bunun uzerine (CebrÂil -aleyhisselÂm-) gidip (bir de) ona baktı. Sonra gelip:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetin hakkı icin (soyluyorum ki), onu (Cehennemʼin yakıcı azÂbını) işiten hic kimse oraya girmez.» dedi.

Bunun uzerine (yuce Allah) ora(nın etrafını nefse hoş gelen) şehvetlerle kuşattı. Sonra da:

«‒Ey CebrÂil! Git de ona (bir daha) bak.» buyurdu.

Bunun uzerine (CebrÂil -aleyhisselÂm-) gidip oraya (bir daha) baktı, sonra gelip:

«‒Ey Rabbim! İzzetin hakkı icin (soyluyorum ki) ben (orayı tekrar gorunce) bir kimse dahî kalmadan herkesin oraya girmesinden korkmaya başladım.» dedi.” (BuhÂrî, Rikāk, 28; Muslim, Cennet, 1; Tirmizî, Sıfatuʼl-Cennet, 21)

Demek ki Cennet; mÂnevî terbiye ile olgunlaşmamış, nÂdan ve ham bir nefse son derece ağır gelen zorluklarla kuşatılmıştır. Cennetʼe girebilmek icin nefsin arzularına direnerek Hakkʼa ve hakîkate rÂm olmak, bu yoldaki butun meşakkatlere sabırla tahammul etmek gerekmektedir.

Ote yandan Cehennemʼin, nefsin hoşlandığı şehevî arzularla cevrili olması da, ilÂhî azaptan kurtulmak icin yine nefsi tezkiye etmenin zarûretini ifÂde etmektedir.

CenÂb-ı Hak, bu hususta bizlere misal olması icin, KurʼÂn-ı Kerîmʼde Yusuf -aleyhisselÂm-ʼın Zuleyh ile olan imtihanını haber vermektedir:

Nefs-i emmÂreyi temsil eden Zuleyha, gonlunu kaptırdığı Yusuf -aleyhisselÂm-ʼa nefsÂnî arzuları cezbedecek butun şartları Âdeta bir tuzak gibi kurup hazırladı. ZuleyhÂ, ham nefislerin en cok zebûnu olduğu “servet, şehvet ve şohret”in zirvesindeydi. Ayrıca gunahlar, gizli-saklı ortamlarda daha kolay işlendiğinden, Zuleyha da Yûsuf -aleyhisselÂm-ʼı once odasına cağırdı, kapıyı kilitledi, sonra da “هَيْتَ لَكَ : gelsene bana, alsana beni”[9] dedi.

Bu imtihanda Yusuf -aleyhisselÂm-ʼı kurtaran; “ مَعَاذَ اللّٰهِ : (HÂşÃ‚! Bundan) AllÂhʼa sığınırım!”[10] demesi oldu. Zira nice guclu irÂdelerin eridiği oyle zor bir anda nefsin şerrinden AllÂhʼa sığınabilmek, ancak nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi neticesinde ulaşılan yuksek bir îman ufkudur. Hazret-i Yûsufʼun sergilediği bu ihlÂs ve takv hÂli uzerine, CenÂb-ı Hakkʼın yardımı yetişti. Nitekim Rabbimiz bunu şoyle haber veriyor:

“Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhÂnını (işaret, îkaz ve yardımını) gormeseydi, o da kadına meyletmişti. İşte boylece Biz, kotuluk ve fuhşu ondan uzaklaştırmak icin (delilimizi gosterdik). Şuphesiz o, ihlÂslı kullarımızdandı.” (Yûsuf, 24)

Nitekim Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde, hicbir golgenin bulunmadığı kıyÂmetin o cetin gununde, CenÂb-ı Hakkʼın yedi sınıf insanı Arş-ı ÂlÂʼnın golgesinde barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin de;

“Guzel ve mevkî sahibi bir kadının beraber olma isteğini, «‒Ben Allahʼtan korkarım.» diyerek reddeden genc…” olduğunu ifÂde buyurmuşlardır. (BuhÂrî, EzÂn, 36)

VelhÂsıl; dışı meşakkatlerle cevrili, ici muhteşem guzelliklerle dolu Cennetʼe dÂvet edilebilmek icin, nefsin suflî arzularını bertaraf etmeye mecburuz. Zira o letÂfet diyÂrına, nefsÂnî arzuların kesÂfetiyle girilemez.

Yine, dışı şehevî arzularla cevrili, iciyse can yakıcı azaplarla dolu olan Cehennemʼe duşmemek icin de, nefsimizin bitmek bilmeyen ihtiraslarına karşı, son nefese kadar sulhu olmayan bir cenk hÂlinde bulunmak durumundayız.]

CenÂb-ı Hak cumlemizi, hayatımızın her Ânında nefs-i emmÂrenin şerrinden muhafaza buyursun. İhlÂsını koruduğu bahtiyar kulları arasına, biz Âciz kullarını da lûtf u keremiyle dÂhil eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar

[1] Beyhakî, Şuab, III, 304; Kuşeyrî, RisÂle, s. 58.

[2] Beyhakî, Şuab, II, 164/1447. Krş. Muslim, Birr, 87; Tirmizî, DeavÂt, 118.

[3] Bkz. BuhÂrî, CihÂd 9, 19, MeğÂzî 28; Muslim, MesÂcid, 297.

[4] Bkz. VÂkıdî, III, 1003.

[5] Sehlegî, en-Nûr, s. 124; AbbÂs, Ebû Yezîd, s. 71.

[6] Beyhakî, Şuab, III, 305; İbnu’l-Cevzî, Telbîsu İblîs, s. 151.

[7] Bkz. Muslim, Zikir, 73.

[8] Sehlegî, en-Nûr, s. 138.

[9] Bkz. Yûsuf, 23.

[10] Bkz. Yûsuf, 23.



Altınoluk Dergisi
2015 – Nisan, Sayı: 350, Sayfa: 032

__________________