BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:

“Halka, avÂm nazarıyla bakan, yani onları hor ve hakir goren kişi, onlardan nefret eder. HÂlık’ın nazarıyla bakan ise onlara merhamet eder.”[1]

[Meşhur tÂbiriyle; “Yaratanʼdan oturu yaratılanı sevmek” veya “HÂlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkÂta bakış” hassÂsiyeti, kÂmil muʼminlerin vazgecilmez bir şiÂrıdır. Zira îmÂnın ilk meyvesi merhamettir.

CenÂb-ı Hak da Peygamber Efendimizʼin yanında bulunan muʼminlerin vasıflarını beyÂn ederken; “…Onlar birbirlerine karşı son derece merhametlidirler…”[2] buyurmaktadır. Dolayısıyla muʼminlere karşı kibirlenmek ve onları hor gormek; gonuldeki merhamet noksanlığının ve vicdÂnın dumûra uğramış olduğunun en bÂriz gostergesidir.

İbÂdullÂhʼı istihkār, yani AllÂhʼın kullarına kucumseme ve tahkir nazarıyla bakmak, en başta kişinin kendi haddini bilmezliğinin bir ifadesidir. Zira insan kendini bilirse, yani var olmak ve hayatını idÂme ettirmek icin bile dÂim Rabbinin lûtfuna muhtac olduğunu lÂyıkıyla idrÂk edebilirse, acziyetten Âdeta ıslak bir kağıda doner. Ne Rabbine, ne de Oʼnun kudret ve sanatının muhteşem eserleri olan mahlûkÂta, buyukluk taslamaya mecÂli kalmaz.

Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh-ʼın ifadesiyle:

“Ovunmek Âdemoğlunun neyine ki?! Evveli nutfe, sonu ise cîfedir! Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helÂkten de kurtaramaz.”

CenÂb-ı Hakkʼın ilÂhî kudret ve azameti karşısında acziyet ve hicliğinin farkında olan bir muʼmin; asl gurur, kibir ve ucuba meyledemez.

Temiz bir bardakta bulunan saf ve berrak bir suya, bir damla necÂset duştuğunde, nasıl ki o su, butun sÂfiyet ve kıymetini kaybederse; AllÂhʼın kullarını kucuk gorerek dolaylı yoldan buyuklenmek de, kulun Hak katındaki değerini yok eder.

Âyet-i kerîmede buyrulduğu uzere:

“Her kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi AllÂhʼındır…” (FÂtır, 10)

Dolayısıyla kul; tevÂzû, hiclik ve acziyetinin idrÂki icinde, sÂlih amellerle Rabbine ne kadar yaklaşabilirse, Hak katında o nisbette izzet kazanır. MutevÂzı kullarını CenÂb-ı Hak yuceltir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Allah katında en değerli olanınız, en cok takv sahibi olanınızdır…” (el-HucurÂt, 13)

Yani Allah katında yegÂne ustunluk “takv” iledir. Takv ise AllÂhʼın rız ve muhabbetinden mahrum kalma korku ve endişesi icinde, haram ve şuphelilerden titizlikle sakınıp butun gucuyle sÂlih amellere, ibadet ve tÂate, Allah yolundaki hizmetlere gayret gostermektir. Yine takvÂ; nefsÂnî arzuları bertaraf etmek, rûhÂnî istîdatları inkişÃ‚f ettirmek ve ilÂhî muşÃ‚hedenin altında olduğumuzu, kalpte dÂimî bir şuur ve idrak hÂline getirebilmektir.

Kalplerdeki takv duygusunun kimde daha yuksek olduğunu, dolayısıyla kimin daha hayırlı olduğunu ise ancak Allah TeÂl bilir. Bunun icindir ki Rabbimiz, Âyet-i kerîmede şu îkazda bulunur:

“Ey îmÂn edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdır…” (el-HucurÂt, 11)

Hazret-i Âişe-radıyallÂhu anhÂ- diyor ki:

“(Bir defasında Peygamber Efendimizʼe hitÂben: )

«–Ey AllÂh’ın Rasûlu! Safiyye’nin kısa boylu oluşu Sana yeter.» diyerek Safiyyeʼyi kucumsemiştim. Bunun uzerine Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

«–Ey Âişe! Oyle bir soz soyledin ki, eğer o soz denize karışsa idi, onun suyunu bozardı.» buyurdu.” (Ebû DÂvûd, Edeb, 35/4875; Tirmizî, KıyÂmet, 51)

İnsanları kucuk gormek; sozle olabileceği gibi, ceşitli hÂl ve hareketlerle, kaş-goz işaretleriyle de olabilir. CenÂb-ı Hak bunu da şu ifadeyle yasaklamıştır:

“İnsanları arkasından cekiştirip (gıybetini yapıp) kaş-goz işaretiyle alay eden herkesin vay hÂline!” (el-Humeze, 1)

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şoyle buyurmuştur:

“Allah TeÂl bana: «Birbirinize karşı oylesine alcakgonullu olun ki, hic kimse diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hic kimse, bir başkasına karşı boburlenip ustunluk taslamasın!» diye vahyetti.” (Muslim, Cennet, 64; Ebû DÂvûd, Edeb, 40)

BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:

“Musluman kardeşlerine saygısızlık yapmanın ve onları horlamanın verdiği zarar kadar, kişiye hicbir gunah zarar vermez.” [3]

[Nitekim hadîs-i şerîfte de:

“İnsana gunah olarak, musluman kardeşini kucuk gormesi yeter.” buyrulmaktadır. (Muslim, Birr, 32)

Bu nebevî gerceğe rağmen, hÂl din kardeşlerini kucuk gorenler, buyuk bir husrÂna dûcÂr olmaktan kurtulamazlar. Zira bir başka hadîs-i şerîfinde de Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennetʼe giremez.” buyurmuştur. (Muslim, ÎmÂn, 147)

Din kardeşini kucumsemek, aslında kulun Hak katında kendini kucuk duşurmesinden ibarettir. Bu sebeple muʼmin, hic kimseyi kendinden daha aşağı seviyede gormemelidir.

Bu husus o kadar muhimdir ki, değil bir insana, sÂir mahlûkÂta bile kucumseyerek bakmak, Ârif kullar nazarında, gazab-ı ilÂhîyi celbeden curumlerden biri olarak telÂkkî edilmiştir.

RivÂyete gore Hazret-i Nuh -aleyhisselÂm-, yaralı ve cerahatli bir kopek gorunce, başını obur tarafa cevirmişti. CenÂb-ı Hak ona:

“‒Ey Nuh! Benʼi mi ayıplıyorsun? Onu Ben yarattım.” îkÂzında bulundu.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin de hayvanlara eziyet etmemekle ilgili îkazlarının ardından buyurduğu;

“…Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah TeÂlÂ’yı ondan daha cok zikretmektedir.”[4] (Ahmed, III, 439) beyÂnı da, hayvanÂta dahî nasıl bakmamız gerektiğini, cok net bir sûrette îzah etmektedir.

İşte bu nevî hassÂsiyetlerle mÂnen olgunlaşarak ilÂhî ahlÂk ile ahlÂklanan muʼminler, Hak TeÂlÂʼnın RahmÂnî bakışıyla mahlûkÂtı temÂşÃ‚ ederler.

Nitekim BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri bir gun muridleriyle daracık bir yolda giderken karşılarına bir kopek cıkar. O Ârifler SultÂnı geri cekilerek kopeğe yol verir. Muridlerinden biri, icinden:

“‒Allah TeÂl insanı mukerrem (ustun ve hurmete lÂyık) kılmışken, Şeyh BÂyezîd, muridlerini de geri cekip bir kopeğe yol verdi. Bu ne acÂyip bir hÂl!” der.

BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri, murîdinin hÂlini fark ederek şu îzahta bulunur:

“‒Gonlumde oyle bir zuhûrat oldu ki; sanki o kopek, hÂl lisÂnıyla bana; «Benim kusurum ne idi ki ezelde kopeklik postunu sırtıma gecirdiler?! Sen ne yaptın ki sana Âriflerin SultÂnı hil’atini giydirdiler?! Bu hÂlin sırrı nedir?» dedi. İşte bunun icin ona yol verdim.”[5]

VelhÂsıl bir mu’min, AllÂh’ın herhangi bir mahlûkunu gorduğu zaman; “Ben onun yerinde olabilirdim, o da benim yerimde olabilirdi.” diyerek CenÂb-ı Hakk’ın kendisine olan lûtuf, ihsan ve ikramlarının tefekkuruyle şukrunu artırmalıdır. Ovunmek yerine hamd etmelidir. Nîmet ve nÂiliyetleri, nefsine izÂfe etme gafletinden kurtulup o nîmetlerin asıl sahibi olan AllÂhʼa şukretmelidir.]

BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:

“İnsanların Hakk’a en yakın olanı; halkın cefÂlarına katlanan, onların ihtiyaclarını merhametle yuklenen ve ahlÂkı en guzel olandır.”[6]

[Muʼmin, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten gectiğini hicbir zaman unutmamalıdır. Yani musluman, bencil olmamalı, bilÂkis diğergÂm bir rûha sahip olmalıdır. Yuksek bir mesʼûliyet duygusuyla, din kardeşlerini, hatt imkÂnı nisbetinde butun mahlûkÂtı kendisine zimmetli bilmelidir.

Bir gun Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Nefsim kudret elinde bulunan AllÂh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz muddetce Cennetʼe giremezsiniz.” buyurmuşlardı. AshÂb-ı kirÂm:

“–YÂ RasûlÂllah! Hepimiz merhametliyiz.” deyince, Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. BilÂkis butun mahlûkÂta şÃ‚mil olan merhamettir, (evet) butun mahlûkÂta şÃ‚mil merhamet!..” buyurdular. (HÂkim, IV, 185/7310)

Rabbimiz; muslumanların birlik ve beraberliğini, hayırda yarışıp yardımlaşmalarını, velhÂsıl ictimÂîleşmelerini arzu eder. Muʼmin, bu şuurdan uzak bir şekilde yaşanan ferdî bir muslumanlığın, kendisini kurtarmaya kÂfî gelmeyeceğini aklından cıkarmamalıdır. İnsanlarla ulfetin doğuracağı birtakım kulfet ve zahmetleri de CenÂb-ı Hakkʼın rahmet, mağfiret ve lûtuflarına bir vesîle ittihÂz etmelidir. Butun bunları sabır ve rız ile karşılamalı, hatt kendisi icin bir nîmet bilmeli, boylece zahmetleri rahmete inkılÂb ettirmelidir.

İmÂm GazÂlî Hazretleri, halkın ez ve cefÂlarına Allah icin katlanmanın fazîletine dÂir, şu hikmetli kıssayı nakleder:

“Hakîmin biri, hikmete dÂir 360 eser yazmış ve bu sÂyede AllÂh’a yaklaştığını zannetmişti. Allah TeÂlÂ, zamanın peygamberine şoyle vahyetti:

«–Falana soyle, yeryuzunu nifÂk ile doldurdu. Ben onun nifÂkından bir şey kabul etmem!»

Bunu duyan adamcağız, tek başına bir mağaraya cekilerek ibadet etmeye başladı ve;

«–HerhÂlde şimdi Rabbimin rızÂsına eriştim.» diye duşundu.

Yine Allah TeÂlÂ, peygamberine:

«–Ona soyle, insanlar arasına girip onların eziyetlerine katlanmadıkca rızÂma erişemez.» diye vahyetti.

Adamcağız carşıya cıktı, insanlar arasına girdi, onlarla beraber yurudu, oturdu, yedi-icti. (Onların dertleriyle dertlendi, onlara karşı mesʼûliyetlerini idrÂk etti. HatÂsını anladı.) Bunun uzerine Allah TeÂl peygamberine şoyle vahyetti:

“–Haber ver o adama ki, şimdi Ben’im rızÂma nÂil oldu.” (İhyÂ, II, 610-611)

Yani İslÂm, kendini toplumdan tecrid ederek ve kendi kabuğuna cekilerek yaşanan ferdiyetci bir din değildir. BilÂkis, toplum hÂlinde yaşanan bir hayat dînidir.

Muhim olan, toplumla ic ice, Âile, akrabalık, komşuluk munÂsebetlerinden, ticÂret ve iş hayatına kadar butun insanî muÂmelÂt ve munÂsebetlerde İslÂmʼın guzelliklerini, hÂl, davranış ve şahsiyetinde sergileyebilmektir. Boylece AllÂhʼın yeryuzundeki şÃ‚hidi ve dîninin temsilcisi olabilmektir. Bu hususta muʼminin karşılaşacağı zorluk ve imtihanlar, onun gonul dunyası icin Âdeta bir tezkiye/arınma, gunahlara kefÂret ve terfi-i derecÂt vesîlesidir.

Nitekim Hak dostları da insanları irşÃ‚d edebilmek icin halkın icine karışmış, bu uğurda cÂhillerden, nÂdanlardan, yol-yordam bilmeyen kaba insanlardan gelen ez ve cefÂlara katlanarak Allah icin sabretmenin uhrevî mukÂfÂtına nÂil olmayı hedeflemişlerdir.

Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Allah yolunda sadece gayr-i muslim ve munÂfıklardan değil, İslÂm’ın nezÂket ve zarÂfetini henuz kavrayamamış bÂzı muslumanlardan da sÂdır olan kabalıklara, buyuk bir sabırla tahammul gostermiştir. Nitekim, colden kalkıp gelen gorgusuz bedevîlerin kaba bir hitapla:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defalarca bağırmalarına rağmen O, her defasında yumuşak bir uslûpla:

“–Buyurun, isteğiniz nedir?” diye mukÂbelede bulunmuştur.[7]

Hatt Peygamber Efendimiz’in insanlarla haşır-neşir olup onların eziyetlerine mÂruz kalmasından buyuk ıztırap duyan amcası Hazret-i Abbas -radıyallÂhu anh-, Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’in yuksek bir taht uzerinde oturup hic olmazsa birtakım sıkıntılardan kurtulmasını istemişti. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Hayır! Allah beni iclerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar, onların aralarında bulunacağım. Varsın okcelerime bassınlar, elbisemi cekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21)

Mu’minlere de şu îkazda bulundu:

“İnsanların arasına karışıp onların ezÂlarına katlanan bir musluman, onlara karışmayıp ezÂlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, KıyÂmet, 55/2507)]

BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:

“Aclık, bulut gibidir. Kişi az yemeye riÂyet edince, kalbi hikmet yağmurları yağdırmaya başlar.”[8]

[Tefekkur, ibret ve hikmet; aclık ve huzun hÂlinde daha kolay elde edilir. Zira mide fazla dolunca, tefekkur Âdeta uyuşur, gonlun hassÂsiyet ve rikkati korelir.

Şu hÂdise, aclık veya tokluğun gonuldeki tesirini îzah bakımından ne kadar hikmetlidir:

Mısır’da şiddetli kıtlığın yaşandığı gunlerde, Yûsuf -aleyhisselÂm-’a sordular:

“–Sen, devletin hazinelerine hukmeden bir idarecisin. Neden kendini ac bırakıyorsun?”

O ise şu ibretli cevabı verdi:

“–Karnım tok olursa, acların hÂlini anlayamam diye korkuyorum!”

Yine cok yemenin kalp Âlemi uzerindeki tesirine dÂir, Ebû Suleyman DÂrÂnî -rahmetullÂhi aleyh- der ki:

“Her nesnenin pası vardır. Gonlun pası da cok yemektir. Kim cok yerse altı bel ile karşılaşır:

1) Kıldığı namazın tadını bulamaz.

2) Unutkan olur.

3) Şefkat ve merhameti azalır. Zira kendisi tok olunca, herkesi tok zanneder.

4) TÂat kılma hususunda tembellik gelir.

5) Şehveti gÂlip olur.

6) Muslumanlar mescide varırken o ise helÂya gider.”[9]

Her hususta en buyuk ornek şahsiyetimiz olan Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashÂbı da, acıkmadan yemez, yediklerinde de karınlarını tamamen doyurmazlardı. Boğazlarından gecen lokmaların zikrini duyacak derecede yuksek bir gonul feyzi icinde yaşarlardı.

Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

“…Şayet bir kimsenin mutlaka cok yemesi gerekiyorsa, midesinin ucte birini yemeğe, ucte birini iceceğe, ucte birini de nefesine ayırsın!” buyururdu. (Tirmizî, Zuhd, 47)

Hazret-i Âişe-radıyallÂhu anhÂ- VÂlidemizʼin ifadesiyle:

“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in aile efrÂdı, Medîne’ye geldiği gunden vefat ettiği Âna kadar, uc gun arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Muslim, Zuhd, 20)

Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Medîneʼde -dilese- en mureffeh hayatı yaşayabilirdi. Zira ganimetlerin beşte biri AllÂhʼın emriyle Peygamber Efendimizʼe tahsis edilmişti. Ayrıca kendisine nice hediyeler de gelirdi.

LÂkin Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, hicbir mecburiyeti olmadığı hÂlde, gelen bu ganimet ve hediyeleri hemen AshÂb-ı Suffeʼye ve muhtaclara infÂk eder, ondan ancak kifÂyet miktarını evine ayırırdı. Hatt evine ayırdığını da, daha sonra gelen bir başka fakire infÂk ettiği olurdu. Yuksek mesʼûliyet ve merhameti sebebiyle, ummeti ac ve muhtacken kendisi huzur bulamazdı.

Yine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- zaman zaman “savm-ı visÂl” tutardı. İftar etmeden birkac gun peş peşe tutulan bu oruc, sadece Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe mahsustu. Ummetini ise -guc yetiremeyecekleri icin- bundan men ederdi.

Az yemenin ve oruc tutmanın, nefsÂniyeti bertaraf etme ve rûhÂniyeti inkişÃ‚f ettirmedeki tesiri sebebiyledir ki, peygamberler de, nubuvvetin rûhÂniyetine orucla hazırlanmışlardır. Rûhî inkişÃ‚fın zirvesine ulaştıklarında Âdeta insanlık Âleminden uzaklaşmış ve kendilerinde melekî vasıflar tecellî edince, kalpleri ve dimağları, ilÂhî vahye mazhariyetle şereflenmiştir.

Nitekim Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm- CenÂb-ı Hakʼla mukÂlemeden evvel, kırk gun “savm-ı visÂl” yani iftarsız oruc tutmuştur. Hazret-i Îs -aleyhisselÂm- da, İncilʼden ilk kelÂmı duyuncaya kadar, kırk gun oruc tutmuştur.]

BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri;

“‒Nicin aclığı medh u sen ediyorsun?» diyenlere:

“‒Cunku.” dedi. “Eğer Firavun ac olsaydı (aczini hisseder); «En buyuk Rabbiniz benim!»[10] diyemezdi.” [11]

[Nefsin azgınlıklarını dizginlemenin en kolay yolu, onu aclıkla terbiye etmektir. İnsan tokken, sağlıklıyken, gucu-kuvveti yerindeyken, kendini ihtiyacsız, kusursuz ve noksansız gorur. Âcizliğini unutarak buyuklenmeye kalkışır.

Buna mukÂbil; hasta, fakir, zayıf ve muhtac hÂlde iken, buyuklenip kibirlenmeye mecÂli kalmaz. Kul, acziyetini aclıkta daha iyi idrÂk eder. Nîmetlerin kadrini anlar. CenÂb-ı Hakkʼa hamd ve şukur duyguları artar.

Hatt bunun icin bÂzı tarîkatlerde, “riyÂzat” ve “mucÂhede” usulleri cercevesinde, nefsin istediklerinden el cekip, istemediklerine yonelmek sûretiyle, rûhÂnî istîdatların inkişÃ‚fı hedeflenir.

Bu itibarla asıl mahÂret; muʼminin zayıf ve Âciz zamanında olduğu kadar; guclu, varlıklı ve sıhhatli Ânında da, kendini Rabbinin huzurunda en Âciz mevkîde gorebilmesidir. Zira yağmur sularının kuytu ve alcak yerlerde birikmesi gibi, ilÂhî lûtuf ve ihsanlara nÂil olmak isteyen muʼminler de, hiclik ve acziyetlerinin idrÂki icinde, alcak gonullu ve mutevÂzı olmalıdırlar.

İnsana acziyetini en iyi tattıran oruc ibadeti de, nefs canavarını zabt u rabt altına alan ve boylelikle ihtiras ve azgınlıklara set ceken, ayrıca merhamet ve şefkat duygularının inkişÃ‚fını sağlayan rûhî bir disiplindir.

Nitekim Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Oruc kalkandır.” buyurmuştur. (NesÂî, SıyÂm, 43)

Orucun kalkan olması; nefsÂnî arzuları cokerterek nefsin gunahlara olan meylini kırması ve boylece Cehennemʼle kul arasına perde olması demektir. Bunun icin de yalnız mideye değil; goze, kulağa, kalbe ve bilhassa dile oruc tutturarak, butun bu uzuvları da gunahlardan korumak gerekir.

Yani orucun bir gÂyesi de -tıpkı namazda olduğu gibi- insanı fahşÃ‚ ve munkerden, gunah ve kotuluklerden alıkoymak sûretiyle Cehennemʼden korumasıdır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmÂn edenler! Oruc sizden onceki ummetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki (bu sÂyede) takv sahibi olur (gunahlardan korunur)sunuz.” (el-Bakara, 183)

Yahya bin MuÂz -radıyallÂhu anh- ne guzel buyurur:

“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de Cehennem korkusuyla gunahlardan perhiz eylemez.”[12]]

CenÂb-ı Hak gonullerimize takv hassÂsiyeti ihsÂn eylesin. Cumlemizi, haramlardan sakınmanın kalpteki tezÂhuru olan “îman halÂveti”ni tattırdığı bahtiyar kullarından kılsın. İbadetlerle, sÂlih amellerle, hayır-hasenatla yakınlığına erebilmeyi nasip ve muyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Sehlegî, en-Nûr, s. 109.

[2] Bkz. el-Fetih, 29.

[3] Prof. Dr. Suleyman Uludağ, BÂyezîd-i BistÂmî, sf. 190, TDV Yayınları, Ankara 1994.

[4] İnsanın zikri, irÂdî bir zikirdir. HayvanÂtın zikri ise gayr-i irÂdî bir zikirdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yedi gok, yer ve bunlarda bulunan herkes Oʼnu tesbîh eder. Oʼnu hamd ile tesbîh etmeyen hicbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız…” (el-İsrÂ, 44)

[5] AttÂr, Tezkire, s. 179.

[6] AttÂr, Tezkire, s. 199.

[7] Bkz. Muslim, Nuzur, 8; Ebû DÂvûd, EymÂn, 21/3316; Tirmizî, Zuhd, 50; Ahmed, IV, 239.

[8] AttÂr, Tezkire, s. 198; HÂnî, HadÂik, s. 319.

[9] Tezkiretuʼl-EvliyÂ, s. 89-90, Erkam Yayınları, İstanbul, 1984.

[10] en-NÂziÂt, 25.

[11] Prof. Dr. Suleyman Uludağ, BÂyezîd-i BistÂmî, sf. 189.

[12] Tezkiretuʼl-EvliyÂ, s. 125, Erkam Yayınları.



Altınoluk Dergisi
2015 – Haziran, Sayı: 352, Sayfa: 032

__________________