BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
“Halkın Hakʼtan en uzak olanı, sonra yaparım deyip hayrı tehir edendir.”[1]
[Dunyevî ihtiraslar peşinde omur tuketip, uhrevî mesʼûliyetlerini, kulluk vazifelerini, ibadet, tÂat ve hayırları yarınlara ertelemek, buyuk bir aldanıştır. Zira yarını gorup goremeyeceğimiz mechuldur. Hicbirimizin bu hususta teminÂtı yoktur. Kul icin her gun, yarını olmayan son gun olmaya namzettir.
Bir kabristanı ziyaret ettiğimizde, kendimizden daha kucuk yaşta vefat etmiş nice insanın kabrine şÃ‚hit oluruz. Demek ki olumun yaşı yoktur. Her insan olebilecek yaştadır. Dolayısıyla ecel senedinin mechul vÂdesine daha cok vakit olduğunu zannederek, Âhiret hazırlığını ihmal etmek kadar derin bir gaflet olamaz.
Âhiretin sonsuzluğu karşısında deryadan bir damla hukmunde bile olmayan hayat, beşikle tabut arasındaki mesafeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir. O hÂlde “Hayat nedir?” suÂline, sadece toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yukselecekse, boyle bir gafletle ziyÂn edilmiş fÂnî bir hayattan daha acı ne olabilir?..
Hazret-i Osman -radıyallÂhu anh-ʼın şu îkazları ne kadar hikmetlidir:
“Ey Âdemoğlu! Unutma ki dunyaya geldiğin gunden beri, olum meleği peşinde dolaşıp durmaktadır. Bir yandan da senin boynundan atlayarak bir başkasını yakalamaktadır. Sen dunyada bulunduğun surece bu boyle devam edecektir. Ancak bir gun gelecek ki başkalarının boynundan atlayıp seni yakalayacaktır. Bu, hic beklemediğin bir anda olabilir. Oyleyse son nefese dÂim hazırlıklı ol ve gÂfil avlanmamaya calış. Cunku olum meleği senden asla gÂfil değildir.
Ey Âdemoğlu! Bilmiş ol ki, eğer sen kendi nefsinden gÂfil olur ve kendin icin hazırlık yapmazsan, elbette ki başkası senin icin hazırlık yapacak değildir. AllÂh’ın huzûruna mutlak varacağını aklından cıkarma ve bunun icin de nefsinin hazırlığını gorup ona rızık edin. Sakın bu işi başkasına havÂle edeyim deme!” (Ali el-Muttakî, no: 42790)
İşte bu nevî hakîkatlerin şuur ve idrÂkiyle îman firÂsetine sahip olan ecdÂdımız, kabristanları şehir iclerinde ve bilhassa cÂmi onlerinde yapmışlardır ki, orada sık sık kendi istikballerini tefekkur etsinler. Dunya hayatının fÂnîliğini yakînen hissetsinler de Âhireti unutmasınlar. Gencliklerine, sıhhatlerine, guc-kuvvetlerine aldanıp kendilerini dunyada kalıcı zannetmesinler. Boş ve faydasız şeylerden yuz cevirsinler. Asıl gerekli olan Âhiret sermÂyesini bir an evvel tedÂrik etmenin gayretine girsinler.
Zira peşinde koca bir omur tuketilen fÂnî ve nefsÂnî cÂzibeler; son nefeste, kabirde ve Âhirette hicbir işe yaramayacaktır. Nitekim boyleleri icin Âyet-i kerîmede:
“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Calışmış, (fakat boşuna) yorulmuşlardır.” (el-ĞÂşiye, 3) buyrulmaktadır. Yani Âhiretsiz bir dunya hayaliyle, sırf dunyasını îmÂr etmek icin yorulup Âhiretini harÂb eden insanoğluna, hesap gununde dehşetli bir nedÂmetten başka bir şey kalmayacaktır.
O hÂlde fırsat elden kacmadan, butun fÂnî nîmetleri ebedî saÂdet sermayesi kılabilmeye gayret etmeliyiz. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hususta biz ummetini şoyle îkaz buyurmuştur:
“Beş şey gelmeden once beş şeyi ganimet bil:
İhtiyarlığından once gencliğini, hastalanmadan once sıhhatini, fakirliğinden once zenginliğini, meşgul zamanlarından once boş vakitlerini ve olumunden once hayatını!” (HÂkim, Mustedrek, IV, 341; BuhÂrî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zuhd, 25)
Bu hakîkatlere binÂen Ârif bir zÂt, zamanı lÂyıkıyla değerlendirmemiz hususunda şu tavsiyelerde bulunur:
“Zaman zaman hastahanelere giderek hastaları ziyaret et! O muzdaripler gibi hastalıklara muptel olmadığını ve uzerindeki sıhhat nîmetini duşunerek hÂline şukret!
Zaman zaman hapishanelere giderek oradaki mahkûmların binbir ıztırapla dolu zindan hayatlarını tefekkur et! Cinayetlerin bir anlık gaflet veya cinnet neticesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlum olarak hapse duşup o cefÂya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini duşun! Allah TeÂl seni bu hÂle duşmekten muhÂfaza ettiği icin O’na şukret! Oradakilerin selÂmeti icin de du et!
Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hÂl lisÂnı ile yukselen sessiz feryatları dinle! Omur nîmetini kaybettikten sonra pişman olmanın hicbir fayda vermeyeceğini duşunerek vakitlerinin kıymetini bil! Mezarda yatanlar icin bir FÂtiha oku ve bundan sonraki gunlerini, hamd, şukur, zikir ve Allah yolunda gayret ile değerlendir!”
Demek ki, fırsat elden kacmadan, ibadet, tÂat ve hayırları îf hususunda gayret etmeliyiz. Zira uhrevî kazancımız icin fırsat bu fırsat, gun bu gundur. Nitekim; “Yarın yaparım diyenler helÂk oldu” buyrulmuştur.
Duşunmeliyiz ki gecen RamazÂn-ı Şerîfʼte hayatta olan eş, dost ve akrabamızdan bÂzıları artık aramızda değiller. Gecen Ramazan, onların son Ramazanʼıydı. Bizler de bu gufrÂn ayını son Ramazanʼımız olabileceği şuuruyla değerlendirip ondan tertemiz cıkmaya gayret etmeliyiz.
Şunu da unutmayalım ki Ramazan, CenÂb-ı Hakkʼın kuluna bir yakınlık ve dostluk daveti olan mustesn bir mÂnevî kazanc mevsimidir. Nasıl ki, bÂzı meslek erbÂbı, sahalarında uzman olabilmek icin, sporcular da girecekleri musÂbakalarda gÂlip gelebilmek maksadıyla kamplara cekilip, ihtilattan men kararı alıyorlarsa, bu RamazÂn-ı Şerîf de bizler icin Hakk’a yakınlık ve dostluğun mustesn vesîle ve fırsatları uzerinde yoğunlaşma mevsimidir.
Hayırlarda acele etmek kadar, mÂnevî kazanc fırsatlarını kacırmama hususunda da uyanık ve basîretli hareket etmek îcÂb eder. Aksi hÂlde elden kacan nîmetlere nedÂmet fayda vermez.
Asr-ı saÂdette vukû bulan şu hÂdise ne kadar ibretlidir:
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, ashÂbının bir kısmını gazveye gondermişti. İclerinden biri geri kaldı. Âilesine:
“–«Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ile birlikte oğle namazını kılayım, sonra kendisine selÂm verip ved edeyim.» duşuncesiyle geri kalıyorum. Bir de bana du buyursun ki, o du benim icin kıyÂmette şefaatci olsun.” dedi.
O zÂt, Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le namaz kıldıktan sonra O’na yoneldi ve selÂm verdi. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Arkadaşlarının seni ne kadar gectiğini biliyor musun?” dedi. SahÂbî:
“–Evet, sabah erkenden aldıkları mesÂfe kadar beni gectiler.” dedi. Bunun uzerine Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–Nefsimi elinde tutan ZÂt’a yemin ederim ki, onlar fazîlette seni, doğu ve batı arasındaki en uzak mesÂfe kadar gectiler.” buyurdu. (Ahmed, III, 438)
Diğer bir rivÂyette ise:
“‒Yeryuzundekilerin tamamını infÂk etsen, onların o erken cıkışlarındaki fazîleti elde edemezsin.” buyurdu. (Tirmizî, Cuma, 28/527; Ahmed, I, 256)
Gorulduğu uzere bu sahÂbî, kendince iyi bir niyetle hizmetten geri kaldığı hÂlde, Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’in ihtÂrına muhÂtap oldu. Yani o sahÂbî, iki hayırlı işten, o an icin daha muhim olanını tercih etmekte hatÂya duşmesi sebebiyle bu nebevî îkÂza mÂruz kaldı. O hÂlde bir de dunyevî ihtiraslar peşinde, nefsÂnî zevkler uğrunda, tembellik ve ihmÂl sebebiyle kulluk vazifelerini ve Allah yolundaki gayret ve hizmetleri ertelemenin, ne buyuk mÂnevî kayıplara yol acacağını duşunmek îcÂb eder.
Bu cumleden olarak;
“‒Canım, emekli olunca hacca giderim. Henuz cok gencim, biraz hayatın tadını cıkarayım da sonra tevbe edip namaza başlarım. Biraz elim bollaşsın da sonra infÂk ederim. Şu işleri bir yoluna koyayım da sonra takv hayatına yonelir, sÂlihlerden olurum…” gibi fÂsit duşuncelerle vakit kaybetmek, buyuk bir husran sebebidir.
Omrunu gafletle ziyan edenlerin feryatlarını ve one surecekleri mÂzeretlerinin hicbir fayda vermeyeceğini beyÂn eden şu Âyet-i kerîmelerin dehşetli îkÂzını, gonullerimize silinmez harflerle nakşetmeliyiz. CenÂb-ı Hak buyuruyor ki:
“Herhangi birinize olum gelip de:
«–Rabbim! Beni yakın bir sureye kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sÂlihlerden olsam!» demeden evvel, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infÂk edin.” (el-MunÂfikûn, 10)
“Onlar orada (Âhirette) imdÂd istemek icin:
«–Ey Yuce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan cıkarıp dunyaya geri gonder de, daha once yaptıklarımızdan başka, sÂlih ameller yapalım!» diye feryÂd ederler.
Allah TeÂl onlara şoyle buyurur:
«–Biz size, duşunup ibret alacak ve hakîkati gorecek kimsenin duşunebileceği kadar bir omur vermedik mi? Hem size peygamber de gelip îkazda bulundu. Oyleyse tadın azÂbı!..” (FÂtır, 37)
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“–Olup de pişmanlık duymayacak hic kimse yoktur.” buyurmuştu.
“–O pişmanlık nedir y RasûlÂllah?” diye soruldu. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–(Olen), muhsin (ihsan sahibi, sÂlih) bir kişi ise, bu hÂlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kotu bir kişi ise, kotulukten vazgecerek hÂlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevabını verdi. (Tirmizî, Zuhd, 59/2403)
Dunya hayatında bize lûtfedilen muhletin kıymetini bilip onu teyakkuz hÂlinde değerlendirmemizin zarûrî olduğunu, şu hadîs-i şerîf de ne guzel beyÂn etmektedir:
“Ey insanlar! Olmeden evvel AllÂh’a tevbe ediniz! Sizi meşgul edecek birtakım sıkıntı ve meşakkatlerle karşılaşmadan evvel, sÂlih amellere koşunuz! AllÂh’ı cok cok zikretmek ve gizli-acık bol bol sadaka vermek sûretiyle, O’nun, uzerinizdeki hakkını îfÂya gayret ediniz ki rızka nÂil olasınız, yardım goresiniz ve ıslÂh edilesiniz!” (İbn-i MÂce, İkÂme, 78)
VelhÂsıl; genclik, sıhhat, zaman, imkÂn ve omur nîmetleri elden cıkmadan, onları bir an evvel, hakka ve hayra ÂmÂde kılmaya gayret etmeliyiz. Metrajı mechul bir makara gibi ne zaman biteceği belli olmayan omur takviminin her yaprağını, uhrevî kazanc icin buyuk bir fırsat bilip sÂlih amellerle değerlendirmeliyiz.
Unutmayalım ki hepimiz dunyaya bir defalığına geldik. Hayat imtihanımız bir sefere mahsus. Dunya hayatının tekrarı yok. Dunyevî imtihanlarda kaybedersek, tekrar telÂfî imtihanına girebiliriz. Fakat hayat nîmetinin ne tekrarı var, ne de telÂfîsi. Rabbimiz farkında olanlardan eylesin…]
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri buyurur:
Dunyayı Âhirete tercih eden bedbaht kişinin:
– CÂhilliği bilgisinden,
– Gafleti zikrinden,
– Gunahı sevÂbından cok olur.
Âhireti dunyaya tercih eden sÂlih kişinin ise:
– Sukûtu konuşmasından,
– Fakirliği zenginliğinden (yani zuhd ve kanaati hırs ve tamahından),
– Son nefes endişesi, sevincinden fazla olur…”[2]
[Dunyayı Âhirete tercih etmek; gecici olanı kalıcı olandan, damlayı deryadan, cer-copu pırlantadan kıymetli gormek gibi, hazin bir hamÂkattir. BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleriʼnin buyurduğu uzere, bu hamÂkate dûcÂr olanların en bÂriz vasıflarından biri “cehÂlet”tir.
Nitekim KurʼÂn ve Sunnetʼin rehberliği altında terbiye edilmeyen ham nefislere CenÂb-ı Hak da;
“ظَلُومًا جَهُولًا : cok zÂlim, cok cÂhil” buyurur. (Bkz. el-AhzÂb, 72)
Bu cehÂlet ise dunyevî bilgileri bilmemek değildir. Asıl cehÂlet, CenÂb-ı Hakkʼı bilmemektir. Oʼnun lûtfuyla var olup yine Oʼnun nîmetleriyle perverde olduğu hÂlde, butun bu nîmetleri bahşeden yuce kudreti tanımamaktır.
Yine en muhim cehÂlet, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin tebliğinden uzak kalmaktır. Nitekim vahyin rehberliğinden uzaklaşan toplumlara “cÂhiliye toplumu” denilir. Boyle toplumlar ise zÂhirî ilimlerde ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, Âhiretsiz bir dunya anlayışına kapılarak şuursuzca omur tuketirler.
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleriʼnin buyurduğu uzere, dunyayı Âhirete tercih edenlerin diğer bir vasfı olan “gaflet” ise kÂinattaki mikrodan makroya kadar butun varlıklarda sergilenen ilÂhî kudret ve azamet tecellîlerine Âm kesilmektir. Butun mahlûkÂt, hisseden bir gonle HÂlıkʼını hatırlatırken, kendini kor bir tesadufun eseri olarak var olmuş ve başıboş bırakılmış zannetmektir. HÂlbuki Âyet-i kerîmede:
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Muʼminûn, 115) buyrulmaktadır.
Yine gaflet; CenÂb-ı Hakkʼın, KurʼÂn, insan ve kÂinatta sergilediği azamet-i ilÂhiyye tecellîlerini, akılsız varlıklar gibi alık ve abus bir cehreyle ve donuk bir kalple seyretmektir. Bu tecellîlerin hikmet ve ibretlerini gonul gozuyle okuyamamaktır.
MevlÂn Hazretleri, bu hÂle dûcÂr olan gÂfillerin şaşkınlığını şu teşbihle îzah eder:
“Bir okuz, Bağdat’a gelir ve şehri bir baştan obur başa kadar dolaşır. (Pek cok medeniyete ev sahipliği yapan, ortasından şırıl şırıl akan Dicle Nehri’yle ilÂhî sanatın mustesn bir sergisi olan) Bağdat şehrinde hoşlanılacak nîmetler olarak yalnızca kavun ve karpuz kabuklarını gorur… Zaten okuzle eşeğin seyrine lÂyık olan şey; ya yola dokulup sacılan samandır, yahut yolların kenarında biten cayır cimendir!”
Dolayısıyla dunyaya aldanarak Âhireti unutmak; bayağı şeylerle oyalanarak saÂdeti sefÂlet carşısında aramaktan farksızdır. Bu gafleti bertaraf etmenin cÂresi ise “zikir”dir. Zikir, gonlun Allah ile olmasıdır. CenÂb-ı Hak şu Âyet-i kerîmede, kullarının her an zikir hÂlinde olmalarını istemektedir:
“Onlar ki, ayakta dururken, otururken, yanları uzerine yatarken (her vakit) AllÂhʼı zikrederler, goklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkur ederler (ve şoyle derler: ) «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Senʼi tesbîh ederiz. Bizi Cehennem azÂbından koru!»” (Âl-i İmrÂn, 191)
İşte muʼmin, hayatının her safhasını zikrin feyziyle yaşamalı ki, gaflet, cehÂlet ve gunahlardan korunabilsin; CenÂb-ı Hakkʼın dostluk iklimine girebilsin.
Dunyayı Âhirete tercih etmek, kalbî hassÂsiyetleri dumura uğratır. Bu yuzden kul, gunahlara, onların vebÂlinin ağırlığını hissetmeden, kolayca meyleder. Gunahların ic sıkıntısını duymak bir yana, onlar Âdeta tatlı bir mûsikî gibi kendisine hoş gelmeye başlar. Zira insan, hÂdisÂt ve vukuÂtı, kalbinin durumuna gore idrÂk eder.
BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleriʼnin buyurduğu uzere, Âhireti dunyaya tercih eden sÂlih kişinin vasıflarının başında ise “sukûtunun konuşmasından fazla olması” gelmektedir.
Nitekim Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“AllÂhʼa ve Âhiret gunune îmÂn eden kişi, ya hayır soylesin ya da sussun.” buyurmuştur. (BuhÂrî, Edeb 31, 85; Muslim, ÎmÂn, 74)
Yine Âhireti dunyaya tercih eden sÂlih kişinin kanaati, hırs ve tamahından ziyÂdedir. En buyuk huzur ve saÂdet; CenÂb-ı Hakkʼın verdiklerine kanaat edebilmektir.
Muʼmin dÂimÂ; “Rabbimin benim icin takdir ettiği, benim, kendim icin istediğimden muhakkak ki daha hayırlıdır.” diye duşunmelidir. Zira CenÂb-ı Hak, merhamet edenlerin en merhametlisidir. O, kullarına zulmetmez. Fakat pek cok insan, sefÂletini saÂdet zannederek kendisini azÂba surukler, boylece nefsine zulmeder. Yani kendisi icin neyin hayırlı olduğunu, her zaman doğru tespit edemez. BÂzen hayır zannederek şerrin tÂlibi olur. Dolayısıyla gaybı Allahʼtan başkası bilmediği icin, Oʼnun takdîrine rız gosterip teslîm olmak, en doğru yoldur.
Mesel kendisine az bir dunyalık takdir edilen muʼmin, belki fazlasına sahip olsaydı, mağrur olup azgınlıklara suruklenebileceğini duşunerek hamd etmelidir. Daha azına sahip olsaydı, belki isyana duşeceğini duşunerek şukretmelidir. Kahrın da lûtfun da birer imtihan olduğunu idrÂk edip gonul huzurunu korumalıdır.
Muhterem ustÂdımız Mûs Efendi -rahmetullÂhi aleyh- şoyle buyururlardı:
“Bu yolda huzûra kavuşmak, ancak teslîmiyetle elde edilir. Kimi evlÂdından, kimi malından, kimi de daha farklı hususlardan iptilÂlara duşer. Mu’minin (imtihan îcÂbı) dunyada tam rahatlığı olmaz. CenÂb-ı Hak dÂim mahzun ve gonlu kırıkların yanındadır. Sadrı dar olanlar ise her şeyden huzursuz oldukları gibi, etraflarına da darlık verirler. Boyle kişilerin nÂfile ibadetleri cok olsa bile mÂneviyattan fazla nasîb alamazlar.”[3]
Yine BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleriʼnin buyurduğu uzere, Âhireti dunyaya tercih eden sÂlih muʼminin son nefes endişesi, sevincinden fazla olur. Ne kadar ibadet, kulluk ve hizmette bulunursa bulunsun, bunların lÂzım fakat kÂfî olmadığı şuuruyla, amel-i sÂlihlere gayret eder. Son nefesini îman ile verebilmek icin, dÂim korku ve umit duyguları arasında, Rabbinin rahmet ve mağfiretine sığınır. Zira kÂmil bir muʼmin, duÂları kadar, ibadet ve hayır-hasenÂtının da kabûle muhtac olduğunu bilir.
VelhÂsıl, Âhireti dunyaya tercih eden sÂlih bir kul; Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin, hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı imtihanları karşısında ifÂde buyurduğu; “AllÂhʼım! Gercek hayat, sadece Âhiret hayatıdır.”[4] hakîkatinin idrÂki icinde yaşar.
SahÂbe-i kirÂm da, bu şuurla gonullerinin rotasını ebediyet yurduna cevirmiş ornek şahsiyetlerdi. Onlar fÂnî hayatlarını, yarınki konaklarının kabir olacağı hakîkatine gore tanzim etmişlerdi. Onların dunya ve Âhiret arasında tercih durumunda kaldıklarında gosterdikleri îman firÂsetini, şu hÂdise ne guzel sergilemektedir:
EnsÂr-ı KirÂm, bir gun kendi aralarında:
“–Daha ne zamana kadar bu kuyulardan su cekmeye devam edeceğiz? Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e varsak da bizim icin Allah TeÂlÂ’ya du ediverseler; CenÂb-ı Hak da bizim icin şu dağlardan pınarlar fışkırtsa!” dediler. Bu duşuncelerle, Efendimiz’in huzûr-i Âlîlerine geldiler. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- onları gorduklerinde:
“–Merhaba, hoş geldiniz! Bir ihtiyac sebebiyle mi geldiniz?” buyurdular. Onlar da:
“–Evet y RasûlÂllah!” dediler.
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–Bugun benden ne isterseniz size mutlak verilecek! Ben CenÂb-ı Hak’tan ne istediysem onu mutlak bana vermiştir.” buyurdular.
EnsÂr-ı KirÂm bulunmaz bir fırsat yakaladıklarını anlayıp birbirlerine baktılar ve kendi aralarında:
“–Dunyayı mı istiyorsunuz! (Ne kadar basit bir şeyin peşine duşmuşsunuz!) Siz asıl Âhireti isteyin!” dediler. Sonra da:
“–Y RasûlÂllah! Allah TeÂlÂ’ya, bizi mağfiret eylemesi icin du edin!” dediler. Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“‒AllÂh’ım! EnsÂr’ı, EnsÂr’ın cocuklarını, EnsÂr’ın cocuklarının cocuklarını mağfiret eyle!” diye du buyurdular.
EnsÂr-ı KirÂm, Efendimizʼden bu duÂsını EnsÂr dışından aldıkları zevce ve gelinlerinden dunyaya gelen evlÂtlarına ve hatt ÂzÂd ettikleri kolelerine kadar genişletmesini istediler. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, onların bu talebine de icÂbet buyurdular. (Bkz. Ahmed, III, 213, 139; HÂkim, IV, 90/6975; Heysemî, X, 40)
İşte bir muʼminin gonul ufku boyle olmalıdır. Yani ashÂb-ı kirÂm gibi, oncelikle fÂnî olan dunyayı değil, bÂkî olan ukbÂyı tercih etmelidir. Dunyada birtakım zahmetlere Allah icin katlanıp Âhiret saÂdetini hedeflemelidir. Yine sahÂbe misÂli yuksek bir mesʼûliyet duygusuyla, yalnızca kendi kurtuluşunu değil, nesillerinin ve ummet-i Muhammedʼin de kurtuluşunu dileyip bu hususta fedakÂrca gayret gostermelidir.
Rahmete vesîle olması umîdiyle, vefatının 16. yılında merhum pederim Mûs Efendiʼnin şu ifÂdeleriyle sozlerimize son verelim:
“Her dunyaya gelen, vakti, saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî hayata intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifn etmiş ve yuzunun akıyla Âhirete gocmuştur…”[5]]
CenÂb-ı Hak cumlemize, rızÂsı yolunda ifn edilen bereketli bir omur, ebedî saÂdet mujdeleriyle gelen bir son nefes ve CemÂlullÂhʼı temÂşÃ‚ bayramıyla taclanan bir Cennet hayatını lûtf u keremiyle ihsÂn eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Prof. Dr. Suleyman Uludağ, BÂyezîd-i BistÂmî, sf. 190, TDV Yayınları, Ankara 1994.
[2] AbbÂs, Ebû Yezîd, s. 86; Sehlegî, en-Nûr, s. 125.
[3] ZÂhide Topcu, “Mûs Efendi İle Bursa Seyahati”, Şebnem Dergisi, Sayı: 9, s. 7, 2004.
[4] Bkz. BuhÂrî, Rikāk, 1; VÂkıdî, II, 824.
[5]“Vasiyetlerinden…”, Altınoluk, sayı: 162, s. 20, Ağustos 1999.
Altınoluk Dergisi
2015 – Temmuz, Sayı: 353, Sayfa: 032
__________________
BÂyezîd-i BistÂmî (rahmetullÂhi aleyh) -6-
Dini Bilgiler0 Mesaj
●21 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- BÂyezîd-i BistÂmî (rahmetullÂhi aleyh) -6-