Onun icin kul; kendisini ebedî fecre ulaştıracak, nefsĂ‚niyetin anaforundan kurtararak sonsuz ufuklara iletecek olan yuce, ulvî ve ilĂ‚hî vasıflarla donanmalıdır. Yani yaratılışına uygun ustun bir karakter, yuksek bir şahsiyet olculeri icerisinde yaşamalıdır. Bunda muvaffak olanlar; hem kendilerini kurtarırlar, hem de onların tesirindeki diğer insanlara imdat eylerler…
USTUN KARAKTERE VARLIK HAYRANDIR
Hic şuphesiz zĂ‚hir ve bĂ‚tınıyla bu dunya ve beşeriyet; dĂ‚imĂ‚, ince rûhlu, zarif ve rakik kalpli yuce karakterlere, ornek ve ustun şahsiyetlere muhtac durumdadır. Yaratılıştan bu yana yerler, gokler ve insanlık, boyle kimselere meftûn olmuş; akıl ve gonul, onları gucleri nisbetinde taklide calışmıştır.
Zira insan, şahsiyet ve karaktere hayranlık duyar ve onu taklit eder. Cunku insanoğlunun yaratılışındaki en koklu temĂ‚yullerden biri de «taklit»tir. Cocuk, ana dilini bu sayede oğrenir. Elinde buyuduğu anne, baba, aile cevresi ve yaşadığı muhitin tesiri altında kalarak şahsiyet edinme yolunda ilerler.
Yani doğuşundan itibaren insan, musbette de menfîde de maddî ve mĂ‚nevî tekĂ‚mulunu hep taklit ettiği şahıs veya şahıslar cevresinde oluşturmaya başlar. Hıristiyan bir anne-babadan doğan bir cocuk musluman ellerde buyurse, o bir mu’min olarak şahsiyet kazanır. Buna mukābil musluman anne-babadan doğan bir yavru da hıristiyan ellerde yetişirse, o da bir Hıristiyanlık muntesibi olur.
Bu gercek de gosteriyor ki; insanoğlunun yapısı, devamlı ilerlemeye musait olduğu icin o, etrafında gorduklerini kendisine ornek edinerek surekli ileriye doğru mesafe alır. Bu bakımdan;
PEYGAMBERLER BİRER YUKSEK KARAKTER ORNEĞİDİRLER
İnsanoğlunun ornek ihtiyacını en guzel şekilde gidermek ve onun sırĂ‚t-ı mustakîmde yurumesini temin etmek icin CenĂ‚b-ı Hak, birer ornek şahsiyet olarak peygamberler gondermiştir.
Fahr-i KĂ‚inat -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatına baktığımız zaman, ilĂ‚hî vahyin O’nun oncelikle kalbine indirildiğini muşĂ‚hede ederiz. Bu durum Ă‚yet-i kerîmede şoyle ifade edilir:
“Muhakkak ki o (Kur’Ă‚n), Âlemlerin Rabbinin indirdiği (kelĂ‚m-ı ilĂ‚hî

USTUN KARAKTER SAÂDET KAYNAĞIDIR
Kalbe inen Kur’Ă‚n, Allah Rasûlu’nun karakter ve davranışlarının Ă‚detĂ‚ canlı bir Kur’Ă‚n hĂ‚linde sergilenmesine vesile olmuştur. İşte sahĂ‚be-i kiram; bu şahsiyet ve karaktere hayran kalmış, boylece İslĂ‚mî şahsiyet ve karakterlerini, oncelikle kalb-i nebevîden almışlardır.
HidĂ‚yetlerinden evvel yarı vahşî bir hayat yaşayan bu cĂ‚hiliyye insanları, Allah Rasûlu’nden aldıkları yoğun in’ikĂ‚slarla feyizlenerek davranış mukemmelliğinde zirveleşmişlerdir. Bunun icindir ki;
SahĂ‚bînin o devrine insanlık tarihinde «asr-ı saĂ‚det» denildi.
O cağın insanları, «mĂ‚rifet» toplumu oldu.
O devir, derin bir tefekkur mevsimi vasfını kazandı.
O devir, Rabbi ve RasûlullĂ‚h’ı daha yakından tanıma devri idi.
SahĂ‚be-i kiram, duşuncenin merkezinden nefsĂ‚nî hayalleri bertarĂ‚f etti. Kalbine tevhîdi yerleştirdi. Malı ve canı vasıta kılarak her zaman ve mekĂ‚nda rızĂ‚-yı ilĂ‚hiyyeyi aradı. Bu sebeple Cin’e gitti, Semerkant’a gitti, İstanbul’a uzandı. Bu yolculuklar, onları yormadı.
Zira gonullerinde merhamet ve hidĂ‚yet enginleşmişti.
Hizmet, îmĂ‚nın lezzeti hĂ‚line gelmişti.
O sahĂ‚bî; dĂ‚imĂ‚ yuce bir fedĂ‚kĂ‚rlık ve şahsiyet, yani İslĂ‚m kimliği sergiledi.
SahĂ‚bî ki, bir rĂ‚vîden bir hadîs-i şerîfi alıp ummete nakletmek icin bir aylık yolu seve seve kat etti. O bahtiyar insanlarda oyle bir şahsiyet ve kimlik meydana geldi ki, atını boş torba ile kandıran kişinin rivĂ‚yet ettiği hadîsi almadı. Hayvanını kandıran o kişinin karakterinde zaaf buldu.
RiyĂ‚zet hĂ‚li, bir tabîat-ı asliye hĂ‚line geldi. Bu toplumda aşırı tuketim, oburluk, luks, gosteriş, sahĂ‚bî cevresinin tanımadığı bir hayat tarzı idi.
Hudutlar, on sene sonra; Medine’den Filistin’e, Irak’a ulaştığı zamanda da gonul dunyaları aynı kaldı. Servetler onlara aktığı hĂ‚lde, evlerinin hendesesi (geometrisi), şekli ve gonullerinin yapısı, yani yaşayışları değişmedi.
Boylece onlar, dunya tarihine «fazîlette zirve insanlar» olarak gecti.
AllĂ‚h’ın dînine hizmeti gaye edinmiş mu’minler de; ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın bu fazîletli hĂ‚linden ornek alarak, bu ulvî sırdan nasiplenmeli, kalben Kur’Ă‚n’ın nûru ile feyizlenmeye gayret gostermelidirler.
KALBİN KİLİTLİ KAPILARINI ACAN ANAHTAR
Mus‘ab bin Umeyr -radıyallĂ‚hu anh-, beraberinde Es‘ad bin ZurĂ‚re -radıyallĂ‚hu anh- olduğu hĂ‚lde Medine’de Abd-i Eşhel ve Zaferoğulları’nın yurduna gitmişlerdi.
O gun Abd-i Eşheloğulları’nın liderleri Sa‘d bin Muaz ile Useyd bin Hudayr idi. İkisi de henuz muşrikti. Sa‘d, Mus‘ab bin Umeyr’in gelişini duyunca Useyd’e;
“−Ne duruyorsun? Bizim zayıf ve cılız insanlarımızı aldatmak icin gelen şu iki adamın yanına git ve onları buradan uzaklaştır!” dedi.
Useyd de Mus‘ab bin Umeyr ile Es‘ad bin ZurĂ‚re’nin yanlarına geldi; kotu sozler soyleyerek başlarına dikildi ve elindeki mızrağını onlara doğrultup;
“−Yaşamak istiyorsanız buradan cekip gidin!” dedi.
Mus‘ab -radıyallĂ‚hu anh- ise sĂ‚kin ve mutebessim bir şekilde şu mukabelede bulundu;
“−Eğer oturup dinlersen, sana soyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basîret sahibi seckin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun…” dedi.
Useyd, biraz duşunup;
“−Doğru soyluyorsun.” diyerek mızrağını yere sapladı ve dinlemeye başladı.
Dinledikce Mus‘ab -radıyallĂ‚hu anh-’ın anlattığı ilĂ‚hî guzelliklerin cĂ‚zibesine kapılarak İslĂ‚m’ı kabul etti. Sonra huzur icinde oradan ayrılıp Sa‘d’a;
“−Onları dinledim, anlattıklarında da bir mahzur gormedim.” dedi.
Buna kızan Sa‘d, bu defa kendisi Mus’ab’ın yanına gitti. Ofkeli idi ve kılıcını da yarıya kadar sıyırmıştı. Mus’ab -radıyallĂ‚hu anh- onu da aynı şekilde karşıladı. Yatıştırdı. Sonra tatlı ve rûhunu okşayıcı bir uslûp ile ona da bir kısım ilĂ‚hî hakikatleri anlattı.
Boylece Sa’d da, Useyd gibi anlatılanların ulvî cĂ‚zibesine kapılarak îman kevserini yudumladı.
Hic şuphesiz bu hĂ‚l, Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in mĂ‚nevî terbiyesinde yetişen mustesnĂ‚ sahĂ‚bîlerin nasıl yuce bir olgunluğa eriştiklerinin bir misĂ‚lidir.
O bahtiyarlar, insanın ihyĂ‚sından ibaret olan İslĂ‚m’ın bereketiyle;
“Seni oldurmeye gelen, sende dirilsin!” dusturunu beşeriyet tarihine altın harflerle yazmışlardır.
AF VE MERHAMET ZİRVESİ
Bu cercevede Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-; olumu hak eden nice mucrimleri, hattĂ‚ amcasını olduren Vahşî’yi dahî affedip, onlara hilm ile muĂ‚melede bulundu. O’nun gonlunde ve huzûrunda dĂ‚imĂ‚ merhamet ve rahmet, gazabın onune gecti. Beşeriyeti yakan nice gaflet ve dalĂ‚let alevleri, O’nun hakikat kevserinde sondu ve emsĂ‚lsiz goncaların yetiştiği bir gulistan hĂ‚lini aldı.
Yaşadığı devrin insanları;
“Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!” şeklinde ifade edilen vahşet ve cehĂ‚letten kurtuldu ve muhĂ‚rebe sonrası bir damla suya hasret bir hĂ‚lde can verirken bile, kendisine getirilen suyu, diğer yaralı kardeşine işaretle;
“−Ona goturun!” diyerek, son nefesinde hayatî bir zaruret icinde kıvranırken bile imkĂ‚nını kardeşine devreden, kendinden cok kardeşini duşunen diğergĂ‚m şahsiyetler hĂ‚line geldi.
DUŞMANLARIN OLCUSUNDE BİLE ONDE OLMAK
İnsanlığı, işte boylesi kĂ‚bına varılmaz mĂ‚nevî zirvelere goturen Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, oluşturduğu ilĂ‚hî kervanın dĂ‚imĂ‚ en onunde idi.
Nitekim gecen asrın ortalarında Hollanda’nın Lahey şehrinde toplanan bir ilim ve fikir adamları konseyi de, dunyanın yuz buyuk adamını tespit etmiş ve hepsi hıristiyan olan secici kurul, koydukları temel ahlĂ‚kî olculer cercevesinde en ustun insan olarak Hazret-i Peygamber’i tercih etmek zorunda kalmışlardır.
Yine cĂ‚lib-i dikkat bir husustur ki, ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın yuzde doksanı; sırf Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in usve-i hasene şeklinde ifade edilen ornek şahsiyet ve karakterine, yuce ahlĂ‚kına ve ustun vasıflarına hayran ve meftûn olarak İslĂ‚m’ı tercih etmişlerdir.
O’na duşmanlıkta en ileri gidenler bile kendisi icin hicbir zaman «yalancı» veya «zĂ‚lim» gibi menfî sıfatlar kullanamamışlar ve onu kotulemek niyeti ile konuştuklarında dahî hakkında ovguden başka soz soyleyememişlerdir.
USTUN KARAKTERİN İTHAMI MUMKUN DEĞİLDİR
628 yılında Persleri mağlûp eden Bizans İmparatoru Herakliyus, zafer donuşu Suriye’de bulunduğu sırada, Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in kendisini İslĂ‚m’a dĂ‚vet eden mektubu eline gecti.
Bu mektuba kızmaktan ziyade ona alĂ‚ka duyan ve bilhassa bu tebliğin nasıl bir şey olduğunu oğrenmek isteyen Bizans imparatoru, bu konuda sual sorabilmek icin Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in hemşehrilerinden bazılarının yanına getirilmesini emretti.
O sıralarda Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in en azılı duşmanlarından biri olan Ebû Sufyan da, Mekkeli tacirlerin başında Suriye’de bulunuyordu. O zaman hicretin 6’ncı senesiydi ve Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ile Kureyş, mutĂ‚reke hĂ‚lindeydi. Herakliyus’un adamları onlara rastladılar ve kendilerini imparatorun huzûruna cıkardılar.
O zaman Herakliyus ve adamları, İlyĂ‚’da, yani Beytu’l-Makdis’te idi. Yanında Rumların ileri gelenlerinin bulunduğu bir sırada, Herakliyus onları huzûruna kabul etti ve bir tercuman getirilmesini emretti. Herakliyus’un emri uzerine, tercuman;
“–«Peygamberim» diyen bu zĂ‚ta neseben en yakın olan hanginizdir?” diye sordu.
Ebû Sufyan;
“–En yakını benim!” dedi.
Bunun uzerine Herakliyus;
“–Onu ve arkadaşlarını yanıma getirin! Yalnız, ben onunla konuşurken, arkadaşları yanında bulunsunlar!” dedi.
Sonra tercumana donup dedi ki:
“–Bunlara soyle; ben bu zĂ‚t hakkında bu adama bazı şeyler soracağım. Bana yalan soylerse; «Yalan soyluyor!» desinler!”
Nitekim;
“VallĂ‚hi, arkadaşlarım yalan soylediğimi otede beride soylerler diye utanmasaydım, O’nun hakkında yalan soylerdim!..” diyen Ebû Sufyan, sonraki konuşmaları şoyle nakleder:
Bundan sonra Herakliyus’un bana sorduğu ilk sual şu oldu:
“–İcinizde O’nun nesebi nasıldır?”
Ben;
“–O’nun icimizde nesebi pek buyuktur!” dedim.
“–Sizden, bu sozu ondan evvel soylemiş kimse var mıydı?” dedi.
“–Yoktu…” dedim.
“–ÂbĂ‚ ve ecdĂ‚dı icinde hic melik olan var mıydı?” dedi.
“–Hayır!” dedim.
“–O’na tĂ‚bî olanlar; halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır?” dedi.
“–Alt tabakasıdır.” dedim.
“–O’na tĂ‚bî olanlar, artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı?” dedi.
“–Artıyorlar…” dedim.
“–İclerinde, O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden donen var mı?” dedi.
“–Yoktur!” dedim.
“–Bu iddiada bulunmazdan evvel, O’nu hic yalancılıkla itham etmiş miydiniz?” dedi.
“–Hayır!” dedim.
“–Hic sozunde durmadığı olur muydu?” dedi.
“–Hayır! Verdiği sozu tutar, ancak biz şimdi O’nunla bir muddet anlaşma hĂ‚lindeyiz. Bu muddet icerisinde ne yapacağını bilmiyoruz!” dedim.
(Ebû Sufyan der ki: «O’nu kotulemek icin araya sokuşturacak bundan başka soz bulamadım!..»

“–O’nunla hic savaştınız mı?” dedi.
“–Evet.” dedim.
“–Bu savaşlar nasıl sonuclandı?” dedi.
“–Bazen O bizi mağlûp eder, bazen de biz O’nu!” dedim.
“–Peki, size neler emrediyor?” dedi.
“–Bize; «Yalnız AllĂ‚h’a ibĂ‚det ediniz, hicbir şeyi O’na ortak koşmayınız; atalarınızın ibĂ‚det ettiği putları terk ediniz!» diyor. Bize; namazı, doğruluğu, iffetli ve namuslu olmayı ve sıla-i rahmi emrediyor.” dedim.
Bunun uzerine Herakliyus, tercumana dedi ki:
“–Ona soyle;
O’nun nesebini sordum; icinizde soyunun pek yuce olduğunu soyledin. Peygamberler de zaten boyle, kavimlerinin soyluları icinden gonderilir.
İcinizden; «O’ndan evvel bu iddiada bulunmuş başka kimse var mıydı», diye sordum. «Hayır», dedin. O’ndan once bu iddiada bulunmuş bir başka kimse olsaydı, onu ornek alıyor, derdim.
«ÂbĂ‚ ve ecdĂ‚dı icerisinde hic melik olan var mıydı?», diye sordum. «Hayır», dedin. Eğer ecdĂ‚dından melik olan biri olsaydı; babasının mulkunu geri almaya calışıyor, derdim.
«Bu iddiada bulunmadan once, hic O’nun yalan soylediğini gordunuz mu», diye sordum. «Hayır», dedin. Ben bilirim ki, insanlara karşı yalan soylemeyen bir kimse; Allah hakkında da yalan soylemez!
O’na tĂ‚bî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır, diye sordum. «Alt tabakası» olduğunu soyledin. Zaten başlangıcta peygamberlere tĂ‚bî olanlar da bu tip kimselerdir.
O’na tĂ‚bî olanlar, artıyorlar mı, eksiliyorlar mı, diye sordum. Artıyorlar, dedin. Hak dinlerin bir husûsiyeti de tebliğ kemĂ‚le erinceye kadar tĂ‚bîlerinin artmasıdır.
«İclerinde O’nun dinine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dininden donen var mı?», diye sordum. «Hayır», dedin. Îman sayesinde meydana gelen inşirah da kalbe girip kokleşince boyle olur.
«Hic sozunde durmadığı oldu mu?», diye sordum. «Hayır», dedin. Peygamberler de boyledir, sozlerinden donmezler.
«Size ne emrediyor?», diye sordum. «Yalnız AllĂ‚h’a ibĂ‚det edip O’na hicbir şeyi ortak koşmamayı emrettiğini, putlara tapmaktan nehyettiğini; kezĂ‚ namazı, doğruluğu, iffet ve namusu emrettiğini soyledin.»
Eğer bu dediklerin doğru ise;
O ZĂ‚t, şu ayaklarımın bastığı yerlere bile cok yakın bir zamanda hĂ‚kim olacaktır. Zaten ben bu peygamberin zuhur edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmin etmezdim.
O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle goruşebilmek icin her turlu zahmete katlanırdım. Yanında olaydım, ayaklarını yıkardım.”
HİDÂYET VESİLESİ
Bu şekilde Herakliyus gibi bircokları Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in yuksek ve mukemmel şahsiyeti karşısında hayranlığını acıkca dile getirirken, O Varlık Nûru’nun yuce karakterinin ustun hasletlerini mubĂ‚rek sîmĂ‚sında seyredip muşĂ‚hede eden bahtiyarların pek coğu da îmĂ‚nın saĂ‚detli iklimine can atmışlardır.
Nitekim yahudi Ă‚limlerinden Abdullah İbn-i SelĂ‚m, hicrette merakla Allah Rasûlu’nu sormuş, vech-i mubĂ‚reklerine bakınca da;
“Bu yuz yalan soylemez!” diyerek musluman olmuştu.
Ebû Remse’nin oğlu da şoyle demektedir:
“Hazret-i Peygamber bana gosterildi. Ben, O Nûr-i MubĂ‚rek’i gorduğum anda;
«Bu yuce zĂ‚t, AllĂ‚h’ın Nebî’si ve Hak Peygamber’dir.» dedim.”
Cunku O’ndaki guzellik, heybet, nûrĂ‚niyet ve letĂ‚fet o derecede idi ki; AllĂ‚h’ın peygamberi olduğuna dair, ayrıca bir mûcize, delil ve burhĂ‚na ihtiyac yoktu.
ŞEREF LEVHASI
Hazret-i MevlÂn ne guzel soyler:
“Bu can bu tende oldukca Kur’Ă‚n’a kulum, koleyim; Muhammed Muhtarem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım…
Birisi sozlerimden, bundan başka soz naklederse, o kişiden de bîzĂ‚rım, o sozden de…”
Tarihte hayatının tamamı en ince teferruĂ‚tına kadar tespit edilen tek Peygamber ve tek insan; Hazret-i Muhammed MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’dir.
O’nun butun fiil, soz ve duyguları an-be-an kaydedilerek tarihe bir şeref levhası hĂ‚linde gecmiştir.
İLÂHÎ TERBİYE VE USTUN KARAKTER
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in hayatı, kıyĂ‚mete kadar gelecek nesillere ornektir. Kur’Ă‚n-ı Kerîm’in Kalem Sûresi’nde O’nun icin şoyle buyurulur:
“Şuphesiz Sen yuce bir ahlĂ‚k uzeresin!” (el-Kalem, 4)
O’nu boylesine bir yuksek ahlĂ‚kî yapı ile yaratıp terbiyesini bizzat deruhte eden CenĂ‚b-ı Hak, insanlığın O’nu ornek ve rehber edinmesini ferman ile Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyurur:
“Andolsun ki; Rasûlullah’ta sizin icin, AllĂ‚h’a ve Ă‚hiret gunune kavuşmayı umanlar ve AllĂ‚h’ı cok zikredenler icin bir «usve-i hasene» vardır.” (el-AhzĂ‚b, 21)
O, oyle bir yuce ornektir ki, O’nu ornek alanlar da ornek olurlar.
Bunun icin her şeyden once O’nun guzel ahlĂ‚k ve yuksek şahsiyetinden nasîb almalıdır.
Zira insanlar; sağlam karakterli, vakarlı, ornek şahsiyetlere hayran olur ve onları ornek alarak peşlerinden giderler.
İslĂ‚m tarihi, bu hakikatin sayısız tezĂ‚hurleriyle doludur:
SUFLÎ VE CILIZ KARAKTERİN TESİR DURUMU
AbbĂ‚sîler doneminde; sınırları hayli genişlemiş olan ulkenin butun zenginlikleri, devlet merkezi Bağdat’a akmıştı.
Buna bağlı olarak da ozellikle ust tabakada dunyaya meyledenlerin, zevk u safĂ‚ya, eğlenceye ve lukse kapılanların sayısı bir hayli artmıştı. Oyle ki Halîfe Me’mun’un kızı ile evlenen baş vezir Hasan bin Sehl’in on dokuz gun suren duğunu, bu israf ve luks cılgınlığının zirvesinde icrĂ‚ edilmişti. Devlet hazinesinden keyfî tasarruflarda bulunuluyor ve bir sefahat azgınlığı yaşanıyordu. Devletin sahip olduğu bunca zenginlik ve ihtişam, pek coklarının gonlunu kendisine esir etmişti.
Boyle esĂ‚rete duşerek zayıf bir gonul ve cılız karakterler hĂ‚line gelenler de hic şuphesiz, etraflarına hicbir zaman musbet bir ornek olamamışlar ve arkalarında silinmez bir iz ve hayırlı bir hĂ‚tıra bırakamamışlardır.
ULVÎ VE SAĞLAM KARAKTERİN TESİR KUVVETİ
Buna mukābil o donemlerde; Bağdat’ta insanları AllĂ‚h’a davet eden, nefisleri tezkiyeye calışan, gonulleri Kur’Ă‚n-ı Kerim ve sunnet-i seniyye istikametinde irşad ve ihyĂ‚ eden, kendini Allah yoluna adamış ve bir takvĂ‚ hayatı yaşayan Hak dostları da bulunmaktaydı. Abdullah bin MubĂ‚rek, SufyĂ‚n-ı Sevrî, Fudayl bin IyĂ‚z, Cuneyd-i BağdĂ‚dî, MĂ‚ruf-i Kerhî ve Bişr-i Hafî Hazretleri gibi…
Bu kıymetli zĂ‚tlar da, diğerlerinin, yani zevk u safĂ‚ya duşerek eriyip giden kimselerin aksine; yuksek bir ahlĂ‚k, fazîlet, letĂ‚fet ve feyizli bir hizmet sergilemişlerdir. Oyle ki, dunyevî saltanat ve ihtişam, boyle Hak dostlarının gonullerini hicbir bedele satın alamamış, dunyanın hicbir mevkî ve makamı, onları mubĂ‚rek gayelerinden ve mukaddes vazifelerinden ayıramamıştır.
Onlar, maddecilik tufanında boğulmak uzere olan kitlelerin Ă‚detĂ‚ sığınağı ve barınağı gibiydiler. Sultanlar, vezirler, devlet erkĂ‚nı; halkın bedenlerine ve cisimlerine hukmediyordu, ancak bu Hak dostları, gonullere taht kurmuşlardı.
Onlar; hicbir maddî menfaat gutmeden halka fedĂ‚kĂ‚rane hizmet ediyor, vecd dolu îman hĂ‚lleri gayr-i muslimlere bile tesir ediyordu.
AbbĂ‚sî Halîfesi Harun Reşid, kendi ihtişam ve saltanatı icinde Rakka’da ikamet ediyordu. Bir gun oraya Abdullah bin MubĂ‚rek Hazretleri geldi. Butun şehir halkı onu karşılamak icin şehir dışına cıktı. Halîfe neredeyse koca şehirde yalnız kalmıştı.
Bu manzarayı balkondan seyreden Harun Reşid’in bir cĂ‚riyesi;
“−Bu da nedir? Ne oluyor?” diye sorunca oradakiler;
“−Horasan’dan bir Ă‚lim geldi. Adı Abdullah bin MubĂ‚rek. AhĂ‚lî onu karşılıyor.” dediler.
Bunun uzerine o cÂriye;
“−Gercek sultanlık işte budur, Harun’un sultanlığı değil! Cunku Harun’un sultanlığında polis olmadan işciler bile bir araya toplanmıyor.” dedi.
VELHÂSIL
Hakikaten tarih boyunca boyle sĂ‚lih zĂ‚tlar, ustun karakter ve şahsiyetleri ile cemiyetteki mĂ‚nevî canlılığı ve İslĂ‚m’ın haysiyet ve vakarını ayakta tutmuşlardır.
Yuce Rabbimiz de onlardaki bu kuvvetli îman ve yuksek ahlĂ‚ka mukābil, onları sevmiş ve kıyĂ‚mete kadar gelecek mu’minlere de sevdirmiştir. Âyet-i kerîmede şoyle buyurulur:
اِنَّ الَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا
“ÎmĂ‚n edip de sĂ‚lih amellerde bulunanlara gelince; onlar icin cok merhametli olan Allah, (gonullerde) bir sevgi yaratacaktır. (Yani onları herkese sevdirecektir.)” (Meryem, 96)
DUÂMIZ
AllĂ‚h’ım! Bizleri Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in ayak izlerini takip ederek ufuklara ulaşan sağlam karakterli, vakûr ve sebatkĂ‚r olan bahtiyarlar arasına dĂ‚hil eyle!..
Âmîn!..
Alıntı;
Yuzakı Dergisi
__________________