[img]http://img127.**************/img127/9957/chainedbymacsimcti7.jpg[/img]
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır deyip duruyor ağbim.
Sonra senden bir soz geliyor.
Ben bir bulbulum
Dağın eteğinde evim vardı
Şimdi yureğim alevli
Yureğim derin yaralı
Artık turkulerimi nerede soyleyeyim
Ben bu soruların altından nasıl kalkayım.
Ben de yaralıyım, benim de evim yıkılmış, koyum yakılmış, ben de yersiz yurtsuzum, gocmen kuşlar gibiyim.
Boynum kesik, kanıyorum surekli, sana nasıl şifa verebilirim.
Ağbime soz anlatmak deveye hendek atlatmaktan guctur.
Devgencliydi gencliğinde, eve Deniz Gezmiş'in, Yılmaz Guney'in posterlerini asmıştı, babamın pikabında Selda Bağcan dinler, kırmızı şarap icerdi.
Saldırgan, sinirli, kavgacıydı, her gun bir vukuatı olurdu, babamı bezdirmişti.
Askerliği Kıbrıs'ta yaptı, donup geldi, iş guc yok, evleneceğim diye tutturdu, sevgilisi Mine'ydi, isteyin yoksa kacıracağım, dedi.
Annem babamı ikna etti, nişanlandı.
Kıza tat vermedi tabi, kıskanclıktan Kız Sanat Okulu'ndan ayırdı, eve kapattı, nefes aldırmadı.
Nihayet evlendiler.
Kış tatilinde memlekete gittiğimde annem, 'oğlum İskenderun'da bir hoca varmış, gidip şuna muska yazdıralım' deyince durumun sandığımdan vahim olduğunu anladım.
İlk geceden başlayarak kızı hayvan gibi dovuyormuş.
İş guc de olmayınca, herkese saldırıyor, gozu ustunde kaşın var diye girişiyormuş.
Annemle gittik, Soğukoluk'a yakın bir koydeki hocaya.
Hoca şaman gibi sedire bağdaş kurmuş, şişmanca, cenesinde seyrek ve uzun sakalı olan, gozleri cekik, gozbebekleri kedilerinkine benzeyen, korkunc bir şeydi.
Annemle karşısındaki kanepeye oturduk.
Hal hatırdan sonra, 'nedir mesele?' diye sordu.
Annem uzun uzun anlattı.
Arada bana bakıyordu.
Annemin konuşması bitince, 'bu delikanlı da oğlun mu?' diye sordu.
'Evet', dedi annem.
'Bunun alnında bir nur goruyorum' dedi...
Annem kıvancla baktı bana.
Oyledir yavrum, dedi, bizi hic uzmedi, namazında abdestindedir.
Talebe misin?
Evet.
Sana bir muska yazacağım, uzerinde taşıyacaksın, bahtın acılacak, rızkın genişleyecek...
Annem, Allah razı olsun, dedi.
Sarı, cizgili bir kağıda sabit kalemle benim muskayı yazıp katladı, naylona sardı, anneme uzattı.
Sakalını kaşıdı.
Sıkıntılı bir sesle,
Senin, dedi, diğer oğlanla, o canavarla işimiz biraz zor. Ona iki ayrı şey yazacağım. Birini yakıp suya karıştıracaksınız, altı gun sabah oğlen akşam icecek, yedinci gun kalan suyu hamam suyuna katacaksınız, onunla yıkanacak, muskayı da cekedine, devamlı giydiği bir şeyin icine dikeceksiniz.
Anneme de sirayet etti sıkıntı. Umutsuzlukla caresizlik karışımı bir sesle, derin derin soluyarak,
İnşallah hocam, dedi, inşallah...
Babamdan gizli biriktirdiği paranın tumunu hocaya verdikten sonra cıktık annemle.
Tabi hocanın talimatlarını uygulamak kolay olmadı.
Ben Huseyin Rahmi romanlarından yapılmış bir korku-komedi filmi seyretmişim gibi hissederek dondum Ankara'ya.
İki hafta sonra aradığımda, annem bu kez,
Oğlum bir haftasonu gel nolur, buyuden sonra oğlan bu sefer aşırı kılıbık oldu, yengen de yuklu, oyle davranıyor ki, baban utanıyor artık.
Tuhaf ama, benim de bahtım acılmış, cep harclıklarıyla ay sonunu getirmeye calışırken birden iki vakıftan burs almaya başlamış, bir de maaşı gayet iyi bir yarım gunluk iş bulmuştum.
Neyse uzatmayayım, yaz tatilinde yıllık iznimi alıp geldiğimde, annemin dediği kadar olduğunu gordum.
İlk cocukları Riyad doğmuştu, eşine karşı o kadar saygılı ve nazikti ki, sofrada ağzına lokma vermeler, en kucuk bir sorun olduğunda şefkat ve sabırla davranmalar, doğrusu annemden daha buyuk oldu şaşkınlığım.
Ama, şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır muhabbetinden vazgecmiyordu.
Nihayet ısrarlarına dayanamayıp kabul ettim ve Cuma gunu oğleden sonra oniki kişilik bir minubuse yirmi kişi tıkınarak Menzil'e doğru yola cıktık.
Ahmed hoca mihmandarımızdı. Nurşin'li bir seyyit. Hafız ve molla. En cok ilgimi ceken Mem u Zin şerhi okumuş olması. Risale-i Nur'dan da tederrus etmiş. Sekiz cocuk babası, yoksul, Efendimiz'in adı anıldığında ağlayan, cok tatlı bi adam.
Kuran, İlahi ve kelime-yi tevhid, hayy ve hu zikirleriyle, sıcaktan bunalarak, bozuk yolların sarsıntısı ve tozu arasında Menzil'e ulaştık.
Hamur olmuştuk, suyumuz cıkmıştı.
Ahmet hoca'nın imametinde yatsı namazını kılıp kuru esmer ekmeğe katık edilen suyu bol, tadı tuhaf bir corba ictik, uyuduk.
Sabah ezan sesine uyandık. Buyukce bir salonda yerde, kurbanlık koyunlar gibi sıralanmış bir halde idik.
[img]http://img169.**************/img169/2016/avauser4403in6.jpg[/img]
Bir telaş, bir koşuşturmaca.
Saf, temiz bir hava vardı dışarıda, su sesleri, hafifce esen ruzgar, hangi ciceklerin rayihasını taşıyorsa artık...Dikkatimi ceken ve bana en cok uyan, sofilerin tutun tiryakiliği idi. Tutun ve demli cay. Sabah namazından once yanına oturduğum sofi, 'insan bir multecidir ahi' dedi, 'kendi gonlunden başka sığınacak bir yeri yoktur.' Bu bir şaka olmalı diye duşundum. Yanımdaki şalvarlı, başında beyaz bir sarık, yuzu traşsız, Golbaşı tutununden sardığı kalın sigarasını derin derin emen, yuzu dumanın gerisinden guclukle secilen adamın aklımdan geceni okuyup bana Tebrizli Şems gibi, 'Allah'ın sırrı sensin, kalbine sefer et' demesi ruyadan başka bir şey olamazdı.
Bir ortu vardı evet, her şeyden gozumuzu perdeleyen ortuler vardı, belki edep bu idi. Onlarınki Batıni bir muameleydi, gonulleri gizli şeyleri anlıyordu. Namazdan sonra Seyda'nın babasının kabrine gidip cay ocağına donduk. Cayın kokusu, tutune karışmış, ikili uclu grupların muhabbeti dunyanın ne kadar şenlikli bir yer olduğunu gosterir bir hale bir melale burunmuştu. Bizim grup da bolundu, ağbim ve Ahmet hoca dışında uc sofi daha katıldı bize.
Oğleye kadar el-Huseyni'nin turbesine gittik, turbenin ardındaki bayırda dolaştık, donup cay ictik, sigara sardık. Oğle ezanına bir saat vardı. Seyda'nın evinin karşısındaki dut ağacının golgesinde oturuyorduk ki bir hareketlenme oldu. Mescidin kapısı acıldı, sakallı, ak sarıklı, siyah cubbeli bir adam, Kurtce aksanlı Turkceyle bağırdı : 'Daktilo bilen var mı?' İmamı duymayan cemaat icin muezzinin, ozellikle Cuma namazlarında tekbirleri tekrarlaması gibi birkac kişi daha yuksek bir sesle cumleyi yineledi : 'Daktilo kullanmayı bilen var mı?' Tam o anda ağbim kolumdan tuttu surukledi, 'var var!' Kendimi bir anda, sonradan Seyda'nın halifesi olduğunu oğrendiğim su gibi arı duru adamın yanında, bir koridorda yururken buldum. 'Bir derdim var, bin dermana değişmem' der gibi bir hal bir melal icerisindeydi adam. Tam bir teslimiyet icerisinde, arada bana gulumseyerek yuruyordu. Koridor bitti, bir kapıdan gectik, bu kez daha kısa bir koridora girdik, bir kapı daha gectik, avluya cıktık. Zeminine sarı, damarlı taş doşenmiş hayatı da gecerek haznenin kapısına geldik. Caldı, cevap beklemeden actı, 'gel' dedi. Sanki toprak yarıldı, altından deniz gorundu, iceri adımımı atınca ayağım suya battı. Kırcıl bir Kurt kilimi seriliydi. Duvarlar beyazdı, boştu, haznenin kalın duvarlı penceresine oyulmuş izlenimi veren kucuk pencereden duşen guneşten mi yoksa başka bir nurdan mı icerisi ışıl ışıldı. Tuy gibi hafiflediğimi hatırlıyorum. Yercekimsiz bir uzama girmiş gibiydim. Seyda'nın cehresindeki tebessumun, yuzunun doğal hali olduğunu sonradan fark ettim. Gozlerinde mavi, kirli sarı karışımı bir renk oynaştı, ardından bir ışıltı belirdi, bir şefkat yağmuruyla yıkandığımı hissettim. Bedenim cozuluyordu. Hucrelerim birbirinden ayrılıyor, yukum hafifliyordu. 'Otur' diye işaret etti. Onun gibi diz ustu coktum. 'Şoyle gel' dedi, yanına sokuldum. Adam kucuk bir sehpa getirdi, koşede yerde duran kucuk olimpiya daktiloyu uzerine koydu. Kapağını actım. Kağıdı taktım. Adam diğer yanına oturdu. Başı onune eğik, pul pul dağılan bir sesle, Kurtce bir şeyler soyledi. Halifesi Turkceye cevirdi ama bunun Kurtce ile Turkce arasında kırma bir dil olduğunu soylemek daha doğru olur. İlk cumleyi anlamıştım, besmeleydi. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla diye başladım. Tuşlara nasıl vurdum, neler yazdım, o dağınık grameri nasıl toparladım hatırlamıyorum. Kendimi yanında gunahkar, kirli hissettiğim bu iki ırmağa dalmış, onlar beni nereye suruklerse gidiyor gibiydi. İkinci kağıdın yarısına kadar yazdım. Bitince halifesi muhrunu uzattı, alıp bastı. Mektup hacılara hitaben yazılmıştı. Onlara cevresinde dondukleri o siyah taşın, gercekte insanın kalbi olduğunu. Sağdan sola donduklerini, zikrin de kalbe bukulerek yapıldığını, boylece insanın kendisindeki ilahi merkezin cevresinde tavaf ettiğini, tavaf ın, hareket halinde kılınan bir namaz olduğunu, namazda insanın şeytanın etkisinden uzak bulunduğunu, o halde edilen duaların geri cevrilmeyeceğini, dunyadaki butun mazlumlar icin yakarmalarını oğutluyordu. Adam mektubu aldı, daktilo ve sehpayı yerine koydu, cıktı. Cıkınca sessizlik oldu. Deniz durgunlaştı. Dalgalar cekildi. Deniz cam gibiydi. Dibindeki balıklar, yosunlar gorunuyordu. Başımı iyice one eğmiştim. Sanki bana bakıyordu. Kendimi daha hafiflemiş hissediyordum. Yıkandığımda bedenim nasıl rahatlıyor, bir rehavet ve uyku hali, bir hafiflik duygusu oluyorsa, şimdi de boyleydi. Koyu bir sessizlik. Cıt yok. Bir ormandayım sanki. Bir bulutun icine girmişim. Mavi ve beyaz...Başımı bir el cevirir gibi cekinerek ve utanarak dondum baktım. O da bana baktı. Yine gulumsuyordu. Gozleriyle bedenimi yıkıyor, temizliyor ve kalbinden bir bağ atarak kendine bağlıyordu. Sanki Şah Hatayi gibi, 'bir nefescik soyleyeyim/dinlemezsen neyleyeyim...diyordu. Benimkisi bir nefes...İster dinle ister dinleme. Seni zorlamıyorum. Madem denizi gordun, ormana girdin, icine bir ateş duştu, sen bilirsin. Goğsumun yarıldığını, icine eliyle dokunarak bir şey yazdığını, ona icindeki gayrı dağıtarak bir yumruk vurduğunu hissettim. Tekrar başımı one eğdim ve yavaş yavaş kuculerek yok olduğumu gordum. Sanki canım tenimden ayrılmış, bedenime dışarıdan bakıyordu. Kaybolmuştum. Bir sırrın icine girmiş, orada ciğ tanesine donmuştum. O sessiz belirsizliğin icinde ne kadar kaldım hatırlamıyorum. Neden sonra omzuma dokunan parmaklarındaki şefkatle irkildim. Gulumseyerek baktı ve fısıltı halinde birkac cumle dokuldu dudaklarından. Dua gibiydi. Şimdi kuculen bedenim yine buluta girer gibi avcundaydı. Varlığımı kavramıştı. Durgun bir nokta gibiydim. Sabit, hareketsiz, bir daireye yerleşmiş...Kapı acıldı, halifesi girdi. 'Hadi...' dedi. Dondum doğrulurken elini opmeye calıştım, cekti, başımı okşadı gulumsedi. Odadan cıktık.
Denizden cıkar gibi cıktık. Varlıktan ayrılmış tekrar donmuştum. Koridor bergaz gibiydi. Kapıya yaklaştık, dışarıda gunluk guneşlik sesler geliyordu.
Ağbim ve sofiler beni gorunce saldırır gibi sorular sormaya, beni cekiştirmeye başladılar.
'Cay icmek istiyorum' dedim. Cay ocağına yururken icerde olup biteni anlattım. Dokunduğu yere dokunmaya calışanlar, benim ne kadar şanslı olduğumu soyleyenler arasında ezana kadar birkac demli cay ictim.
Namaz icin mescide girdik.
Kalabalıktı. Safın boş bir yerine coktum.
Hafif bir ruzgar, dışarıdaki sıcağın aksine serinlik yayıyordu. Kokusunu ve sessizliğini unutamıyordum. O belirsiz buyu icinde beklemeye başladım.
Cıt yoktu.
Birden urpertici bir dalgalanma oldu.
Cami avlusunda hızla arasına dalan birinden guvercinlerin kacışı gibi cemaat ayaklandı.
Herkes ayakta ve tazim icinde yine cıt cıkarmaksızın bekledi. Birkac saniye sonra ceylan gibi suzuldu. Yine mutebessimdi.
Elleri arkasına bağlı, hafif adımlarla yurudu.
Karşıda, mihrabın yanındaki pencereye gitti. Sırtı cemaate donuk, halde kısa bir sure dışarı baktı. Yavaşca dondu. Tam cemaate baktığında, oncekinden daha cok urpertici bir 'Al-laaah!' diye bir cığlık yukseldi, birkac murid cezbeyle duştu. Gulumsedi.
Mihraptaki yerine gecerek tekbir aldı.
Ardında kıldığım namazda en cok secdede uzun uzun kalarak ettiğim duayı ve secde yerinden alnıma ve kalbime sızan nuru hatırlıyorum.
Namazdan sonra tovbe alındı ve corba icildi.
Demli cayı yudumlarken, cevremden gitgide koptuğumu, onun yuzunu, alnındaki nuru, gozlerindeki ışıltıyı ve omzuma dokunan parmaklarındaki yağmuru gorduğumu hatırlıyorum.
Sadık Yalsızucanların Anka isimli kitabından....
__________________
Şeyhi Olmayanın Şeyhi şeytandır deyip duruyordu ağbim
Dini Bilgiler0 Mesaj
●24 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Şeyhi Olmayanın Şeyhi şeytandır deyip duruyordu ağbim