İnsanın yaşama dair bakış acısının oluşmasında ve toplumsal ilişkilerin konumlandırılmasında ustunluk kavramının onemli bir yeri vardır. Her toplumun ustunluk konusunda kendine gore değer yargıları bulunur. Kimi toplumlarda ırksal ustunluk anlayışı on planda olabildiği gibi, kimi toplumlarda ustunluğun kaynağı maddi varlık, kimisinde de makam mevki, un şan gibi olculer olabilmektedir. İslam, tum bu batıl ustunluk olculerini yerle bir ederek ustunluk olculerini takva ve ilimle sınırlandırmıştır. Kur’an, erkek ya da kadın olmanın, veya şu ya da bu ırktan gelmenin kimseye bir ustunluk sağlamadığını vurguladıktan sonra “Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en cok korkanınızdır” olcusuyle ve “Hic bilenle bilmeyen bir olur mu?” yaklaşımıyla ustunluk konusunda toplumlarda yer etmiş batıl olculeri yerle bir etmiştir.

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız icin sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en cok korkanınızdır. Şuphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 49/13)

Şimdi bir duşunelim: Bu olcunun insana sunduğu fırsatı, hangi beşeri değer yargısı sunabilir? Ustunluk kavramını soy-sop, mal-mulk, şan-şohret tekelinden kurtarıp sadece takvaya ve ilme hasreden bir olcuyu insanoğlu İlahi oğreti dışında başka nerede bulabilir?

Hz. Peygamber, bu Kur’ani olcuyu Veda Hutbesi’nde ummetine ve tum insanlığa şu şekilde ilan etmişti:

“Ey insanlar! Hepiniz Adem’den, Adem de topraktandır. Hepiniz toprağın zerreleri gibi eşitsiniz. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap olana takva dışında herhangi bir ustunluğu yoktur”

Şimdi bu olculer karşısında kendi muhasebemizi yapalım: Ustunluk değerlendirmelerimizde bu Rabbani olcuyu mu esas alıyoruz, yoksa beşeri değer yargılarının etkisiyle mi hareket ediyoruz?

Bu arada şunu da belirtelim ki, İslam’ın ortaya koyduğu ustunluk anlayışında ayrıcalık mefhumu asla soz konusu değildir. İslam, yukarıdaki hadis-i şerifte de gorulduğu gibi insanları toprağın zerreleri gibi eşit gorur. Takva ve ilim, kendilerine sahip olan insanları Allah katında diğer insanlardan ustun kılar ama bu ustunluk, beşeri değer yargılarında olduğu gibi o insanlara diğer insanlar karşısında bir ayrıcalık tanımaz. Zaten, İslam’ın en temel değerlerinden biri olan adalet soz konusu olduğunda, ayrıcalığın zerresinden bile bahsetmek imkÂnsızdır. Bu konuda Hz. Peygamber’in şu tavrı son derece oğreticidir:

“Hz. Aişe (r.a) der ki: Kureyşliler, hırsızlık etmiş olan Mahzumili kadının durumu ile cidden ilgilenmişler ve bunu onemsemişlerdi. Acaba, bu hususta Hz. Peygamber ile kim konuşabilir diye soruşturuyorlardı. Peygamber’in en cok sevdiği Zeyd oğlu Usame’den başka kimse konuşmaya cesaret edemez dediler. Bunun uzerine Usame, kadının bağışlanması icin Hz. Muhammed (s.a.v) ile konuştu. Peygamberimiz (s.a.v) de: ‘Allah’ın hukumlerinden bir hukum, sınırlarından bir sınır icin mi şefaat diliyorsun?’ diye kendisine seslendikten sonra kalktı, yine insanlara şoyle hitap etti: ‘Sizden onceki kavimler helak oldular. Cunku onlar iclerinden ileri gelen biri hırsızlık yaptığı zaman cezalandırmadan bırakırlardı. Fakat zayıf, himayesiz biri hırsızlık yaptı mı, cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, hırsızlık yapan, Muhammed’in kızı Fatıma olsa bile elini keserim’.”

Evet, İslam soy sop, para, mulk, şan şohret gibi mefhumların insanlar arasında ustunluk ve ayrıcalık kaynağı olmasını kesinlikle reddetmiştir. Reddetmekle de kalmamış, bu batıl anlayışları kokunden kazıyıp yok etmeyi amac edinmiştir. İslam, ustunluğun ancak takva ve ilimle soz konusu olabileceğini ilan etmiş, fakat bunun da bir ayrıcalık vasıtasına donuşmesine musaade etmemiştir.

İslam’ın insanlar arasında ayrıcalık tanımadığını ve tum insanların Allah katında aynı derecede değerlendirildiğini, ibadetler cok acık bir şekilde ortaya koymaktadır. Namazda, oructa, hacda ve İslam’ın diğer ibadetlerinde yonetici-yonetilen, patron-işci, devlet başkanı-halk gibi ayrımlar olmaksızın insanların eşit sorumluluğa tabi tutulduğu bilinmektedir. Mesela namazda yonetenler-yonetilenler, zengin-fakir aynı safta bulunmakta ve aynı anda ruku ve secdeye varmaktadır. Yani namaz kılarken devlet başkanı da vatandaş da secdeye birlikte vararak eşit olduklarını deklare etmektedirler. Bu, yeryuzunde başka hicbir dunya goruşunde rastlanılamayacak olan, İslam’a has bir yuceliktir.

Bugun insanların değer verdiği ustunluk olculeri ise, keyfiyetten ziyade kemmiyete dayalıdır. Genellikle coğunluğun yonelimleri, gerceğin olcusu olarak gorulmektedir. Kitle psikolojinin insanlar uzerindeki etkisi bilinmektedir. Gerek fert bazında, gerekse toplumsal bazda insanların tercihlerinde ve davranışlarında bu psikolojinin yonlendirici gucu onemli bir yer tutuyor. İnsanların yaşam tarzlarının oluşması ve siyasi tercihlerinin belirlenmesi başta olmak uzere tum yapıp ettiklerinde coğunluğun tercihlerinin etkisi gozlenmektedir.

Coğunluğun bir şeyi tercih ediyor olması diğer insanların da o şeye teveccuh etmeleri sonucunu doğuruyor. Normalde yanlış gorulen/gorulmesi gereken bir fiil, coğunluk tarafından işlendiğinde adeta meşruiyet kazanmakta ve normalleşmektedir. Mesela yaşadığımız coğrafyada ruşvet olayı o kadar yaygınlık kazanmış durumdadır ki, bu yaygınlık ruşvete toplumun gozunde bir “normallik” ve “meşruiyet” kazandırmış bulunmaktadır.

Coğunluk psikolojisinin tarihi surecte geleneksel İslam anlayışları uzerinde yaptığı tahribatlar da bu konuda ornek verilebilir. Bir coğunluk davranışı haline geldiğinden vakit namazlarını kılınmaması toplumda son derece olağan karşılanırken, coğunluk tarafından eda edildiği icin cuma namazına gitmemek ve oruc tutmamak normal bir tavır olarak kabul edilmemektedir. Oysa olculer acısından bu iki ibadetin terki arasında hicbir fark yoktur. Ustelik toplumdaki psikolojinin aksine namaz ibadetine Kur'an'ın verdiği onem daha fazladır. Bu ornek, kitle psikolojisinin insanlar uzerindeki olumsuz etkileri bertaraf edilmeyince, nasıl insanları din konusunda bile yanıltabilecek kadar toplumlar uzerinde etkili olduğunu ortaya koyuyor.

Kur’an coğunluk psikolojisinin aldatıcılığını bir cok ayetiyle ortaya koymaktadır. Kur’an, coğunluğun gerceğin ve meşruiyetin olcusu olamayacağını belirtmektedir. Yeryuzundeki insan coğunluğuna, ulkemiz insanına ve cevremize goz atalım, gorduğumuz manzara bize şu ayet-i kerimeyi hatırlatmıyor mu:

“Yeryuzunde bulunanların coğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar sadece yalan uydururlar.” (En’am 6/116)

Gorulduğu gibi Yuce Rabbimiz coğunluğa uymanın insanı doğru yola ***urmek bir yana aksine doğru yoldan saptırabileceğini belirtmektedir. Tarih boyu Allah’ın yoluna sadakat gosterenlerin azınlıkta kaldığı, coğunluğun ise ceşitli yanlış yollara sapmış olduğu da zaten Kur’an’ın haber verdiği acı bir gercektir. Kur’an’ın, coğunluğun bir yol uzerinde bulunmasının o yolun doğru olduğu anlamına gelemeyeceği tespitini yaparken vurguladığı onemli bir husus da, tarih icerisinde insanların coğunun bilgi ve bilincten ziyade zanna tabi oldukları tespitidir. Daha once de vurguladığımız gibi, Kur’an, insanlardan hakkında bilgi sahibi olmadıkları bir şeye uymamalarını istemekte, bunu yaptıkları taktirde bundan sorumlu olacaklarını bildirmektedir:

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına duşme. Cunku kulak goz ve gonul, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 17/36)

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’tan gelen kesin bilgi dururken zanna uyan insanlar yermekte, insanlar tefekkure, araştırmaya ve sorgulamaya davet edilmektedir.

Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, demokrasiyle İslam’ın temel farklılık noktalarından biri de, demokrasinin temel olcu olarak coğunluk iradesini, İslam’ın ise vahyi kabul etmesidir. Yani, İslam mutlak egemenliği Allah’a dayandırırken, demokrasi insanlara dayandırmaktadır. İslam’a gore, yeryuzunde bulunanların tamamı karşı cıksa bile hakikatin olcusu değişmez. O da vahiydir. İnsanların hepsi karşı gelse bile bu, vahyin temel kaynak olması gerektiği gerceğini değiştirmez. Oysa demokrasi, insanların coğunluğu tarafından verilen kararı temel olcu olarak kabul etmektedir. İslam’la demokrasiyi bağdaştırmaya calışanların temel yanılgısı ise, onların demokrasiyi sadece yoneticilerin belirlenmesinde başvurulan bir yontem olarak gormeleridir. Bu yanılgı, bazı kimseleri demokrasinin İslam’la bağdaştığını duşunme yanlışına duşurmektedir. Doğrusu ise, demokrasinin de tıpkı İslam gibi kendine has olcu ve değer yargılarına sahip olduğu ve gerceğin olcusunu vahye değil insana bağladığıdır.





Şukru Huseyinoğlu
__________________