Kelime olarak bid at, once bulunmayan veya bir orneği onceleri gorulmeyen ve yeni ortaya cıkan fiil, uygulama, kaide ve Âdettir.

Dinî literaturde kullanılan bid at kelimesi ise bir terimdir ve sınırlı bir anlam taşımaktadır. Âlimler tarafından yapılan bid at tariflerinden bir kacını şoyle sıralayabiliriz:

1. Hz. Peygamber'in dine ait soz, fiil ve takrirlerinden bize aktarılanlar sunnet, bunun zıddı da bid attır (Şatıbî, 4:4).

2. Bid at oyle bir goruşun ileri surulmesidir ki, o goruşu ortaya koyan ve o goruşle amel eden, şeriatın sahibine (Hz. Peygamber) ve dinin buyuklerine uymamış, dinin kesin esaslarına muhalefet etmiş olur (İsfahanî, 50).

3. Şeriat ta kendisine delÂlet edecek bir kaynak olmadan ortaya cıkarılan şeydir. Dinde bir kaynağı/dayanağı olana bid at denilmez, kelime anlamıyla bid at olsa bile (İbn Recep, 2:127).

4. Bid at, seleften aktarılmayan yeni soz/goruştur.

5. Bid at, sunnete muhÂlif olan fiildir (İsfahanî, 43).

6. Resulullah efendimizden ma ruf olan bir şeyin hilafına muanede tarikiyle (inatlaşarak) olmayıp, belki bir nevi şuphe ile ihdas (ortaya cıkarılan) edilen bir şeye inanmaktır. İnat ile olursa, o vakit bid at değil kufur olur (Pakalın, 1:232).

7. Bid atın asıl manÂsı, sonradan ortaya cıkan şey olmakla birlikte, daha sonra, din konusunda yeni ortaya cıkan eksiklik ve fazlalıklar icin kullanıldı. Dolayısıyla dinî literaturde, kÂmil manÂda tamamlanan dinde, Hz. Peygamber in sunnetine, şer'î hukumlere, ashap ve tabiûnun goruşlerine tamamen aykırı olan ve sonradan ortaya cıkarılan hÂl ve işlere denir (Asım Efendi, Kamus).

8. Bid at, Hz. Peygamber den alınan gerceğin hilafına ortaya cıkarılan ve dinin bir parcası olarak telÂkki edilen şeydir (Eş-Şekirî, 15).

9. Hz. Peygamber in vefatından sonra ortaya cıkan fikir ve davranışlardan biri de Âyet ve hadislerin emir veya nehiy şeklinde temas etmediği, sonradan ortaya cıkarılan ve iman veya ibadet olarak dine katılan fikir ve davranışlardır. İşte bid at bunlardır (Karaman, 2:159).
Tarifler, zahiren farklı da olsa, hemen hepsi de ortak gerceğe işaret etmektedir.

Her Yenilik Bid at mıdır?

İlk insan Hz. Âdem den başlamak uzere insanlık, surekli kulturel ilerleme kaydetmiş ve tarih icinde bir cok medeniyetler kurmuştur. Bu medeniyetleri kuran kişi ve devletler tarihin derinliklerine gomulmuşler ama, bıraktıkları kultur mirası, sonraki medeniyetlerin oluşmasında temel malzemeyi oluşturmak uzere bakî kalmıştır. Eski kultur malzemesi bir basamak olarak kullanılıp yeni medeniyetler kurulmuştur. Bu gosteriyor ki, bir defa cicek gibi acıp gelişen kulturler bir daha acmamak uzere solmalıdırlar şeklinde zorlayıcı bir evrensel kanun yoktur. Ancak kultur bir zamanda bir alanda, bir başka zamanda diğer bir alanda gelişebilir ve bir butun olarak iniş ve cıkışlar yapabilir.
Kısacası, insanlığın daha iyiye, daha guzele olan iştiyakı, kultur ve medeniyetlerin surekli gelişmesine sebep olmuştur. Bu gelişme, kıyamete kadar da surecek gibi gorunmektedir.
Dinî sahada da durum boyle cereyan etmiştir denebilir. Hz. Âdem e verilen İslÂm dı. En son gorevlendirilen peygamber Hz. Muhammed e de (s.a.s.) İslam dinini tebliğ etme gorevi verildi. Ona indirilen son kitap Kur an da dinin kemÂle erdirildiği de belirtilmekteydi: Bu gun size dininizi kemÂle erdirdim, size nimetimi tamamladım ve din olarak sizin icin İslÂm dan razı oldum (Maide/5: 3). Ayrıca, yaş kuru ne varsa, hepsi Kur an da yerini almıştır (En am/6: 59)

Bu Âyetler, tabii ki, butun ilmî, fennî, kulturel gelişmelerin varabileceği son noktaya vardığı ve bundan sonra hic bir ilmî, sosyal ve ekonomik gelişme olmayacağı anlamında değildir. Bu bakımdan, temel kuralları din tarafından konan muamelat gibi, değişme ve gelişmeye acık sahalarda her şey, butun teferruatıyla ve kesin hatlarla neticeye bağlanmamıştır.
Oyle ise Âyetteki kemÂlden maksat, dinin cuziyyatı değil, genel prensipleridir. Zarûrî, hÂcî ve bunların tamamlayıcı hukumlerinden, ihtiyac duyulan hic bir kural kalmamış, hepsi gÂyet guzel bir şekilde acıklanmıştır. Evet bazen ictihat prensibine dayanılarak, cuzî olayların genel prensiplere vurulması soz konusu olabilir. İctihat prensibi Kitap ve Sunnet te sabittir. Buradan anlaşılıyor ki, dinde, ictihat icin ayrılmış bir saha vardır ve ictihat, hakkında nass bulunmayan konularda soz konusudur. Bu ise, dinin kemale erdirilmesine zıt değil, bilakis onun icinde mutalÂa edilmelidir. Yani İslÂm, kıyamete kadar butun insanların hayatını butunuyle kucaklayacak ve her yeni meseleye cozum uretecek prensip ve kaidelerle gelmiştir. Bundandır ki, onda eksik hicbir şey yoktur. Dunya ve Âhiret saadeti icin gerekli ve yeterli prensipler konulmuş, cerceve boşluğuna yer verilmemiştir. Boylece ferd icin bahane edebileceği acık kapı bırakılmamıştır (İbn Aşur, 124). Genel cerceve dahilinde gereksiz teferruata gidilmemiş, teferruat ve yeni zaman ve şartların ortaya cıkaracağı durumlar, genel prensipler cercevesinde halledilmeye bırakılmıştır (Erdoğan, 8)
Zaten dinin temel gayesi, yaratılış sebebimiz olan kulluk gorevimizi (Zariyat/51: 56) en guzel şekilde yerine getirmemizi temin etmektir. Bu yuzden peygamberler gonderilmiş ve İlahî şeriatlar konmuştur (Şatıbî, 1:61). Hz. Peygamber in Ben guzel ahlakı tamamlamak icin gonderildim (Muvatta, Husn-u Huluk, 8; İbn Hanbel, 2:38) buyurmasına da bakılırsa, İslam ın ceşitli şerî hukumler getirmesinden de maksat, kulluğun gercekleşmesi, insanın potansiyel insan olmaktan gercek insan olmaya yukselmesidir.

Oyle ise, Hz. Peygamber den sonra, dunya hayatının son bulacağı kıyamete kadar, bir cok yeni durum, duşunce, adet ve yapılanmanın olması kacınılmazdır. Dinin, ibadet ve inanc dışında kalan sahalarında da icten genişleme ve gelişmelerin olması, hem dinin evrenselliğinin hem de insanlığın gelişmeye olan fitrî temayulunun gereğidir. Bid atın man ve kapsamını anlamadan, hayata ortaya cıkan her yeniliğe ve bunlar icin dinden usulu dairesinde istinbat edilecek hukumlere bid at diyerek karşı cıkmak, hem tarihin dışına itilmeye, hem de dini dondurmaya sebeptir.

Hz. Peygamber in, Ben de bir insanım, size din konusunda bir şey emrettiğim zaman gereğini yapın; ama [dunya işlerine ait] kendi goruşumu soylediğim zaman, bilin ki ben de bir insanım, (Buharî, SalÂt , 31; Muslim, Ekdiye , 5) hadisinden, dinin insan zekÂsına ve tecrubelere yer ayırdığını anlamak mumkundur. Yani İslÂm, 14 asır once butun insan hayatını, o donemin ve ilk indiği bolgenin şartlarına hapsetmemiş, tam tersine, onun gelişmesini sağlama istikametinde kaideler koymuştur. İslÂm, insan hayatını tekÂmule acmış, fakat değişme ve yenilenme diye, her donemde ortaya cıkan beşer urunu anlayışlara uymak gibi bir fanteziye kapı aralamadan, iman, ibadet, duşunce ve davranış sahalarında, insan karakteri, hayatı ve temel ihtiyaclarının değişmezliği cercevesinde temel kaideler, prensipler koymuş, hayatın değişen yanlarıyla alÂkalı zamana bağlı hukumlerin bu prensipler uzerine oturtmuştur. Yani İslÂm, genel statik uzerinde dinamik bir gelişme ongormuştur.
Bu cumleden olmak uzere, meselÂ, hakkında kesin nass bulunmamak ve sozunu ettiğimiz genel, değişmez prensiplere muhÂlif olmamak şartıyla insan, her turlu duzenlemeyi yapma hurriyetine sahip kılınmıştır. Bu konuda, İslam hukukcuları, İslÂm ın temel prensiplerinden hareketle, fevkalÂde kaideler koymuşlar, daha doğrusu, İslÂm da var olan kaideleri ifade etmişlerdir: Hakkında nass olmayan her ibadet batıldır; batıl olduğuna dair nass olmayan her Âdet de mubahtır; eşyada aslolan ibahadır (mecelle, Md. 36, 37, 40, 41).

İlim ve teknik gibi evrensel kulturun birer unsuru olan hususları Hz. Peygamber, hic bir ayırım yapmadan alınmalarını teşvik etmiş ve en guzel şekilde alıp uygulamıştır. Başta, o gun icin elzem olan, harp silahları ve metotları olmak uzere, değişik bolgelerde dokunan kumaşların, yiyecek kaplarının, hamamların, yazı aletlerinin, minberin, tıbbî metotların vb. bir cok teknik malzemenin kullanılması gÂyet normal karşılanmıştır (Tirmizî, Edep, 43, Libas, 30; Neseî, Zinet , 41; Buharî, Tıp , 13 vb.) Daha sonra da sahabe, divan, takvim vb. bir cok yeniliği, diğer milletlerden oğrenerek alıp kullanmışlardır (El-Hindî, 10: 193-195). Hz. Peygamber in bu davranış ve uygulamaları, dini ilgilendirmeyen sahalarda yeniliğe gitmenin cevazından ote gerekli olduğunu, başka bir ifadeyle sunnet olduğunu gostermektedir. Bundan da ortaya, hayatta zamanın getirdiği her yeniye bid at demek bid attır hukmu cıkar.
İlim adamları, Kim, bizim şu işimizde, [başka rivÂyetlerde dinimizde] ondan olmayan yeni bir şey ortaya cıkarırsa, o yaptığı reddedilir Buharî, Sulh , 5; Muslim, Ekdiye , 17) hadisi, dine mudahaleyi yasaklamaktadır. Dinin temel prensiplerine zıt veya onları değiştirmeye yonelik her yeni uygulama veya kaide, bid at kapsamının icine girer ve dinde ona yer yoktur.

Muhammed Buhayt, Sonradan ortaya cıkartılmıştır denilerek, kıyas yoluyla elde edilen hukumler bid at sayılırsa, dinin [yani, mevcut fıkhî hukumlerin] dortte ucu gider. Cunku, Hz. Peygamber doneminde, acık bir şekilde, bu gunku hukumlerin dortte biri ancak vardı, (Buhayt, 56) der ve sonradan cıkan her şeyi bid at sayanların art niyetli olduklarını şoyle acıklar: Hz. Peygamber zamanında yapılmayıp sonradan yapılan her şey bid at değildir. Bu iddiada olanlar, bir cok sunneti de bid at saymışlardır. Gayeleri, takv sahibi ve yalan bir dindarlıkla gorunerek, meşhur olmaktır. Soz konusu tipler araştırıldığında, bu davranışları altında bir cok art niyetler gizledikleri ortaya cıkar. Adet bu davranışlarını bir tuzak gibi kullanarak, dunyalık elde ederler.

Cağdaş alimlerden merhum Muhammed el-Gazalî (v.1996) ise konuyu şoyle formule eder: Dinî konularda ittiba (eskiyi aynen uygulama), dunya işlerinde ise ibtida (surekli geliştirip, yenilikler yapma) esastır. Gunumuz İslam Âleminde, tam bunun aksi yapılmaktadır. Dinî konular, guya geliştirilerek, bozulmak isteniyor, dunya işleri ise, tamamıyla dondurulmuştur (Gazalî, 144).
Dolayısıyla, yapılmakta olan bir işin, şer î delillerle farz, vÂcip, sunnet, mendûp veya mubah olduğu anlaşılmışsa, Hz. Peygamber doneminde ister yapılmış olsun ister terk edilmiş olsun, bid at demek mumkun değildir. Ancak, Hz. Peygamber bir uygulamayı, o gun icin yapılması mumkun olduğu hÂlde terk etmişse, onu terk etmek sunnet, yapmak ise bid at olur. Onun icin sahabe, Safa ile Merve arasında yapılan sa yden sonra namaz kılmayı mekruh saymışlardır. Cunku Hz. Peygamber onu terk etmişti (Buhayt, 20).
Şimdi de uzerinde bulunduğumuz konuyla ilgisinden dolayı, Hz. Peygamber in fiilleri hakkında kısa bir izah vermek istiyoruz.

Hz. Peygamber in Filleri

Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.s.), her insan gibi bir anne-babadan dunyaya gelmiş, normal bir insan gibi, toplum icinde buyumuş, o toplumun yaşadığı hayatı yaşayarak yemek, icmek, gezmek, giyinmek, ticaret yapmak, vb. beşerî hayatın gereklerini yerine getirmiştir. Ancak icinde neşet ettiği toplumun vazgecilmez unsurları olarak telakki edilen şirk, puta tapmak, icki, fuhuş, gayr-i meşrû eğlenceler, adam oldurme vb. daha sonra İslam tarafından reddedilecek adetlerine bulaşmamıştır.
Kırk yaşından itibaren peygamberlik gorevini yuklenmiş ve toplumun dejenerasyona uğrayan yanlarını adım adım takip ederek rayına oturtmaya calışmış, topluma yeni bir cehre vermiştir. Bu faaliyeti sırasında telkin ettiği iman formulunde kendisinin iki yonune dikkat cekerek, kulluk ve peygamberlik sıfatlarını taşıdığını ozellikle vurgulamıştır.
Kur an-ı Kerim, Hz. Peygamber e tebliğ ve beyan gorevini verirken, kendisine itaati ve ittibayı da emretmiştir. De ki, Allah a ve Peygamberine itaat edin (Al-i İmran/3:32); De ki: Eğer Allah ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve gunahlarınızı bağışlasın (Al-i İmran/3: 31); Kim Resûl e itaat ederse, Allah a itaat etmiş olur (Nisa/4: 80). İtaat, isteyerek veya kerhen boyun eğip bir işi yerine getirmek demektir. İttiba ise, birinin izinde gitmek, birinin peşini takip etmek gibi anlamlara gelir. İttiba, bu anlamıyla hem sozde hem fiilde gercekleşir. Rabb inden sana vahyolunana uy! O ndan başka ilah yoktur (En am/6: 106); Onlar ki, sozu dinlerler ve en guzeline uyarlar (Zumer/39: 18) Âyetleri, sozde de ittiba olduğunun en guzel delilleridir.
Bu ve benzeri nassları değerlendiren Cessas (371/981) Hz. Peygamber in fiillerini, vÂcip, mendup ve mubah olmak uzere uce ayırır. Bu duşuncesini aklî istidlÂllerle de destekleyen Cessas, şoyle der: O nun fiillerinden nedb ve ibahaya da delÂlet edenleri olduğuna gore, biz bunları da vÂcip olarak alır ve uygularsak Resulullah a uymamış oluruz. Cunku ittibanın şartı, O nun yaptığının aynısını, aynı tarz uzere yapmaktır. Bu şarta muhÂlefet edilirse, ittibanın sınırı aşılmış olur. (Cessas, 3:217)

İmam Rabbanî (1563-1625), kendisine sorulan Efendimiz zamanında olmayan, fakat şimdi kullanılan ferace, şal ve şalvar gibi şeyler neden bid at sayılmıyor? sorusuna şu cevabı verir:

Efendimizin fiilleri iki turludur:

1. İbadet olan fiiller,

2. Orf ve adet uzere yapılan fiiller.

O ndan ibadet yollu sudûr olan fiilin hilafını, munker bid at kabul ediyor ve buna engel olmaya calışıyoruz. Zira boyle bir şey dinde bir icattır ki, reddedilmelidir.

Hz. Peygamber den orf ve adet yoluyla sadır olan fiilin aksini ise munker saymıyoruz. Dinle ilgili olmadığı icin de engellemiyoruz. Cunku boyle bir şeyin varlığı ve yokluğu, orf ve adete bağlıdır. Nitekim, bazı beldelerin orf ve adeti diğer beldelerden farklıdır. Hatt aynı beldede zamanla değişik Âdetler oluşmaktadır. Durum anlatıldığı gibi olmasına rağmen, Âdet olan sunnetlere dahi uyulursa, netice verimli olur ve sonu saadete cıkar (İmam-ı Rabbanî, 1:504).
Serahsî de (483/1090) de sunneti iki guruba ayırır: 1.Uyulması hidÂyet, terki dalÂlet olan sunnetler (sunen-i huda), 2.Uyulması guzel, terki mubah olan sunnetler (sunen-i zevaid). Serahsî, birinci şıkka ezanı ve kameti ornek vererek, bunların terkinin tenkid ve kınamayı gerektirdiğini soyler. İkinci şıkka da Hz. Peygamber in oturması, kalkması, giyimi, yemesi, icmesi gibi konuları ornek verir (Serahsî, 1:114).

Hemen belirtelim ki, burada sunnet ten kasıt, Efendimiz in soz, fiil ve takrirleriyle ortaya konan ve mukellefin fiilleri icinde sunnet (mustehap-vacip arası) olan davranışlardır. Yoksa, İslÂm da hukmun kaynağı olarak Sunnet, yani yine Efendimiz in soz, fiil ve takrirleri, farz da, haram da, vacip de kılmaya yetkilidir. MeselÂ, Kur an-ı Kerim de anılan hacc menasikini farz, vacip, sunnet, mustehap, mekruh, haram olarak tanzim eden Sunnet, yani Efendimiz in soz, fiil ve ikrarları olduğu gibi, O nun daha başka farz, vacip ve haram kıldığı hukumler de vardır. Kısaca, İslÂm da hukmun kaynağı olarak Sunnet, yani Peygamber Efendimiz in soz, fiil ve takrirleriyle, yapılması sunnet olan soz, fiil ve takrirleri birbirine karıştırmamak gerekir.

Butun bu hususlarda en ozlu acıklamayı yapan Bediuzzaman Said Nûrsî (1876-1960) şoyle der: Sunnet-i seniyyenin dereceleri var. Bir kısmı vÂciptir [farz da dahil] terk edilmez. O kısım, şeriat kitaplarında tafsilatıyla acıklanmıştır. Onlar muhkemattır; hic bir şekilde değiştirilemezler. Bir kısmı da nafile turundendir. O da ayrıca iki kısımdır. 1.İbadete tabi olan sunnetlerdir ki, onlar da dinî kitaplarda acıklanmışlardır. [İşte] bunları değiştirmek bid attır. 2.Diğer kısmı da, ÂdÂp tabir ediliyor ki, siyer-i seniyye [Hz. Peygamber in hayatını anlatan] kitaplarında acıklanmıştır. Onlara muhÂlefete bid at denilmez, fakat Nebi nin ÂdÂbına bir nevi muhÂlefettir. Onların nûrundan ve hakiki edepten istifade etmemektir. Bu kısım ise, orf ve Âdetlerinde ve fitrî muamelelerinde, Resul-i Ekrem in tevaturle bilinen hareketlerine uymaktır. Mesela konuşmak, yemek, icmek, yatmak ve topluca yaşamakla ilgili bir cok sunnet-i seniyye var. Bunlara ÂdÂp denilir. Fakat o adaplara uyan adetlerini ibadete cevirir. (Bediuzzaman,

YENİUMİT DERGESİ



__________________