KÂİNÂTIN ZİKRİ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Yedi kat gok, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hicbir varlık yoktur. Ne var ki, siz onların tesbîhini anlayamazsınız! Şuphesiz ki O, Halîm (azapta hic acele etmeyen)dir, Gafûr (cok bağışlayandır)dır.” (el-İsrÂ, 44)

KÂinatta bizim canlı-cansız diye ayırdığımız her varlık, AllÂh’ı zikir ve tesbîh eder. KÂinat zikrullah tecellîleriyle doludur.

Bir atomu, sonsuz kere buyuttuğumuzde karşımıza Âdet sonsuz bir gokyuzu cıkar. Gokyuzu de sonsuz kere sonsuz kucultulduğunde bir atomun ihtişamı meydana gelir. Hepsi bir yorungede idrÂk otesi bir suratle donen, hicbiri diğerine carpmayan binlerce yıldız aynı noktada, aynı Âhenkte, aynı zikirde.

Mu’minler de BeytullÂh’ın etrafında tavÂf ederek bu ibÂdet coşkusuna iştirÂk ederler.

Ay, guneş, gezegenler, yıldızlar ve butun varlıkların temeli olan atomlardaki bu deveran; Hay ve Kayyûm olan AllÂh’ı her an tesbîh edişleridir.

Gonul hassÂsiyeti inkişÃ‚f etmiş olan Ârifler, her seste AllÂh’ı tesbih sesini duyar ve hissederler.

Yûnus Emre Hazretleri varlıkta zikri işitmenin neticesinde şu terennumlerde bulunur:

Şol cennetin ırmakları,

Akar Allah deyû deyû…

Cıkmış İslÂm bulbulleri,

Oter Allah deyû deyû…

Salınır Tûb dalları,

Kur’Ân okur hem dilleri,

Cennet bağının gulleri,

Kokar Allah deyû deyû…

Hazret-i MevlÂn sair mahlûkātın seslerini de zikir olarak tefsir ederek şoyle der:

“Kuşların sultanı leylektir. Onun «lek, lek»leri nedir, bilir misin? O;

Hamd u lek, şukru lek, mulku lek, y MusteÂn! (Yani hamd Sana, şukur Sana, mulk Sen’in ey kendisinden yardım beklenen Rabbim!) demektir.”

Hakikaten bulbullerin bir damlacık yureklerinden dokulen feryat nağmeleri, kumrulardan yayılan «hû, hû»lar, leyleklerin «lek, lek»leri, alıcı gonuller icin ne duygulu tesbihlerdir.

Şu menkıbe ifade eder ki, gonul gozleri zikrullah ile cilÂlanmış Hak dostları nebÂtÂtın zikrine de şahitlik ederler:

«KIYAMADIM»

Bir gun UftÂde Hazretleri, muridleriyle beraber bir kır sohbetine cıkmıştı. Dervişlerinden kırın en guzel yerlerini dolaşarak birer demet cicek getirmelerini istedi. Bir muddet sonra her biri ellerinde guzel ciceklerle geldiler. Ancak Kadı Mahmud Efendi’nin elinde sadece sapı kırılmış, solgun bir cicek vardı. Diğerlerinin ellerindekileri neşeyle hocalarına takdiminden sonra Kadı Mahmud, boynunu bukerek bu kırık ve solmuş ciceği UftÂde Hazretleri’ne takdim etti. UftÂde Hazretleri diğer murîdÂnın meraklı bakışları arasında sordu:

“–EvlÂdım Mahmud! Arkadaşların guzel guzel cicekler getirdikleri hÂlde sen nicin sapı kırık, solgun bir cicek getirdin?”

Kadı Mahmud edeple boynunu bukup cevap verdi:

“–Efendim! Size ne takdim etsem azdır. Ancak hangi ciceği koparmak icin elimi uzattıysam, onun; «Allah, Allah!» diyerek Rabbini zikrettiğini işittim. Koparıp da zikirlerine mÂnî olmaya gonlum rÂzı olmadı. Caresiz ben de elimdeki, zikrine devam edemeyen şu ciceği getirmek zorunda kaldım.”

Kadı Mahmud, Aziz Mahmud HudÂyî olma yolunda boyle tecellîlere mazhar olmaktaydı.

Yûnus Emre’nin de «Sarı Cicek»
le konuştuğu mÂlûm ve mÂruftur.

Yine Hazret-i MevlÂnÂ; «ney»in sesinde, insan rûhunun ezelî vatanından ayrılığının figanlarını ve muhabbetullah ateşinin yanıklığını duymuş ve bunları dile getirerek Mesnevî’sini soylemeye başlamıştır.

Cansız sandığımız varlıkların zikirlerini Hazret-i DÂvûd’un hayatında da gormekteyiz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Doğrusu Biz akşam-sabah onunla beraber tesbîh eden dağları, toplu hÂlde kuşları, onun emri altına vermiştik. Hepsi O’na yonelmiştir.” (SÂd, 18-19)

RivÂyet edilir ki:

Allah TeÂlÂ, DÂvud -aleyhisselÂm-’a verdiği guzel sesi yarattıklarından hicbirine vermemiş olduğu icin; Hazret-i DÂvûd’un nağmeleri dağlara ulaşınca, dağlar bu sesi işitmenin zevkinden onun zikir ve tesbîhine katılırlardı. Bu nağmeleri duyduğunda kuşlar da tesbih ve takdis ifade eden nağmelerle şakıyıp otmeye başlarlardı. Vahşî hayvanlar da Hazret-i DÂvûd’un sesini işitip boyunlarından tutulacak kadar ona yaklaşırlardı. HÂsılı, tum varlıklar istîdatları olcusunde mÂrifet ve hÂl akışını (feyezan) kabule elverişlidirler. (Rûhu’l-BeyÂn, SÂd, 18-19)

Bu hÂl, o idrÂke sahip gonullere bambaşka sırlar fısıldar. Nitekim;

Varlıktaki zikri işiten Hak dostlarından MevlÂn Hazretleri; bir gun, bir kuyumcu dukkÂnı onunden gecerken işittiği cekic sesinin nağmelerindeki zikirden vecde gelip huşû icinde sem ederek AllÂh’ı zikre dalmış, oğleden ikindiye kadar uzun bir vakit kÂinattaki umumî zikrin Âhengine burunmuştu.

ErbÂb-ı gonul der ki:

Hazret-i MevlÂnÂ’nın bu hÂli, Hazret-i DÂvûd’un mazhar olduğu tecellîden bir ilÂhî nasip idi. O nasiple Hazret-i MevlÂnÂ, yanık bir ney gibi nice hikmet ve sırların lisÂnı olmuş ve bir omur; «hamdım, piştim, yandım» diye ifade ettiği bir mÂhiyette yaşamıştır.

Varlıkların zikri ve onlara şahit oluş, Peygamber Efendimiz’i tasdik ve O’na olan dÂsitÂnî aşkın mûcizevî bir hakikatidir:

Ebû Cehil’in elindeki taşlar; Efendimiz’in peygamberliğini, dile gelip tasdik etti. Mesciddeki hurma kutuğu; yerine bir minber yapılmasından dolayı, Efendimiz’den ayrı duştuğu icin ağladı.

Bundan sonrasını, Hazret-i MevlÂn bir hicran hÂli olarak muşahhaslaştırarak şoyle îzah eder:

Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- , minberden indi ve mubÂrek elleriyle hurma kutuğunu okşayarak:

“–Ey hurma kutuğu! Ne istiyorsun? Bu feryÂdın niye? Nedir bu hÂlin?” diye derin bir anlayışla sordu.

Hurma kutuğu, kendi hÂl lisÂnı ile konuşmaya başladı. Sıcak gozyaşları icinde dedi ki:

“–YÂ RasûlÂllah! Senin hicrÂnın beni yaktıkca yaktı. İcime tarifsiz bir gam, keder ve hasret doldurdu. Daha evvel hutbe vakitlerinde senin dayandığın o tÂlihli ve mesut direk bendim. Şimdi ise beni terk ettin; bir minbere yukseldin. Şimdi senin mesnedin o minberdir. Fakat ey AllÂh’ın Rasûlu! Lutfen ve merhameten bana hak ver, dunyada hangi varlık senin bu hicrÂnına tahammul edebilir?”

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- , hurmanın bu derûnî muhabbet feryÂdı karşısında onu tesellî sadedinde şoyle buyurdu:

“–Ey hurma kutuğu! Mademki feryÂdın boyle bir ayrılık acısındandır, dile benden, ne dilersen!..

İster misin, AllÂh’a yalvarayım da; seni doğunun ve batının butun insanlarına meyve yetiştiren yemyeşil, dipdiri bir ağac yapsın? Yahut seni bir cennet fidanı, cennette bir servi fidanı yapsın ki, sonsuzluğa kadar en guzel, en taze vucutlar gibi genc ve dilber kalasın!..”

Bu iltifÂta mazhar olan hurma kutuğu, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’den, yakıcı ve kavurucu aşkının bir tezÂhuru olarak şu talepte bulundu:

“–Y RasûlÂllah! İkisini de istemem. Tek arzum, sende fÂnî olmak, bunun icin de beni gomup yok etmen, beni bu fÂnî vucudumdan kurtarmandır. Cunku bir ağac ne kadar taze ve guzel olursa olsun gıdasını guneşten ve sudan alır. HÂlbuki benim hayatım, Sen’in nûrÂniyetinin nûruyla beslendi. Sana destek olmanın, Sen’in hararetinle ısınmanın, Sen’de yanıp kavrulmanın lezzetini tattı. Ben artık bu hoş ve tatlı hazdan ayrılamam. DÂim bÂkî olanı isterim. Beni oylesine gom ve yok et ki, Sen’de, Sen’in biricik nûrun icinde dirilip ebedî olayım.”

“AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- , o hurma kutuğunu toprağa gomdurdu. TÂ ki kıyÂmet gununde insan gibi dirilsin!”

İşte cansız zannedilen varlıklardaki zikir ve aşk hÂli.

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in talebesi Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallÂhu anh-’ın şu beyÂnı da, bu zikirleri işitebilecek rûhÂniyete işaret eder:

“Bize Allah Rasûlu’nden oyle hÂller in‘ikÂs etti ki, yenen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Bkz. BuhÂrî, MenÂkıb, 25)

Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- da bu hususta şoyle buyurur:

“Butun varlıklar kendilerine has bir sûrette AllÂh’ı zikrederler. Fakat bu hususta varlıklar farklı seviyelerdedir:

Mahlûkat icinde gafletten en uzak olanı cemÂdattır. Cunku onlar, yemek-icmek, hava teneffus etmek gibi ihtiyaclardan mustağnîdirler.

CemÂdattan sonra nebÂtat gelir ki, ihtiyac başlar. Zira; toprak, su ve guneşten aldıkları gıdaları ilÂhî tayinle terkip edip rengÂrenk cicekler, yapraklar ve meyveler vucuda getirirler.

Daha sonra hayvanat gelir. Bunların hayatî fonksiyonları nebÂtattan daha mutekÂmildir. Bundan dolayı ihtiyacları coğalmıştır. NefsÂniyet artmıştır.

İnsanın ihtiyacları ise bitmek tukenmek bilmez. Benlik, hayÂlÂt ve dunyevî ihtiraslar onu devamlı gaflete sevk eder.”

KÂinatta her şeyin CenÂb-ı Hakk’ı zikrettiğinin şuur ve idrÂki; gunumuzde her şeyi maddeden ibÂret gorerek, mÂneviyÂtı inkÂr eden materyalist felsefeye de muazzam bir cevaptır. Fizikî Âlemin kaidelerine istinÂd ederek, o kaideleri vaz eden CenÂb-ı Hakk’ı inkÂr etme cehÂletini gosterenlere; Hazret-i MevlÂnÂ, her şeyin CenÂb-ı Hakk’a teslîmiyet ve ubûdiyetini anlatır:

“Allah seni bir avuc toprak iken nasıl insan yaptı? Butun toprakları ve cansız sandığın şeyleri de boyle bilmek ve tanımak gerek. Gorduğumuz cansızların hepsi de, bu yanda; yani bize, bu Âleme gore cansızdır, oludur. O yanda, hakikat Âleminde canlıdırlar. Burada susup duruyorlar, orada konuşmaktadırlar.

Allah onları o taraftan bizim tarafa gonderince, Musa -aleyhisselÂm-’ın asÂsı gibi bize karşı ejderh olurlar.

Dağlar, Hazret-i DÂvûd’un sesine ses verir, onunla beraber ilÂhî okur. Demir, onun avucunda mum gibi yumuşar.

RuzgÂr, Hazret-i Suleyman’a hamal olur, onu taşır. Deniz, Hazret-i Musa’ya soz soyler, onunla konuşur.

Ay, Hazret-i Ahmed -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in işaretini gorur ve ortasından ikiye ayrılır. Nemrud’un ateşi İbrahim -aleyhisselÂm-’a gul bahcesi olur.

Toprak, Kārûn’u ejderh gibi somurur yutar. HannÂne direği (hurma kutuğu) akıl fikir sahibi olur; Peygamber Efendimiz’den ayrı duşunce ağlar, inler.

Taş, Hazret-i Ahmed -aleyhisselÂm-’a selÂm verir. Dağ, Yahya -aleyhisselÂm- a soz soyler.”

Hazret-i MevlÂnÂ; cansız gibi gorunen varlıkları, lisÂn-ı hÂl ile gafil insanlara şoyle soylettirir:

EY GAFİL İNSAN!

“Cansız gibi gorunen varlıklar insanlara şoyle derler:

«Ey gafiller! Siz cansızlar tarafına gidiyorsunuz. Yani altın, gumuş, mevki, şohret peşinde koşuyorsunuz. Cansızların canına ve rûhÂnî olan diline nasıl mahrem olabilirsiniz, onların zikir ve tesbihlerini hangi kulakla dinleyebilirsiniz?

Siz madde Âlemini bırakınız, canlılar Âlemine gidiniz de, Âlemin «cuz»lerinin tesbihlerini ve vecd hÂlinde zikirlerini işitiniz!»”

Hakikaten, dağlar ve taşlar dahî AllÂh’ı zikrederken; CenÂb-ı Hakk’ın ruh verdiği, şekilsizlikten en guzel şekle getirdiği, ahsen-i takvîm uzere yarattığı insanın, Allah’tan gafil olması ne hazin bir ziyandır.

Eşya dahî AllÂh’a koşarken, insanın eşya peşinde koşması ne buyuk bir israftır!..

Âyet-i kerîmede buyurulur:

يَٓا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَر۪يمِۙ ﴿٦﴾ اَلَّذ۪ي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ ﴿٧﴾ ف۪ٓي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَٓاءَ رَكَّبَكَۜ

“Ey insan! Seni yaratıp seni duzgun ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitÂr, 6-8)

Hazret-i MevlÂnÂ, insanın bu gafletini gidermenin yolunu da ifade eder. İnsanın turÂbî tarafı da, cansız gorunen maddeler gibidir. Onu maddenin atÂletinden kurtarmak icin, «zikrullah» gerekir.

Hazret-i MevlÂn buyurur:

“Ey insan; topraktan yaratılmış olduğun icin, senin varlığın da demir gibi kapkara, paslı bir bedenden ibÂret! Onun icin, kendini AllÂh’ın zikrinin nûru ile cilÂlandır, cilÂlandır, cilÂlandır!..

Demir; kapkara, nursuz olmakla beraber, silinince, cilÂlanınca ondaki pas gider!

Bir ayna, demirden de olsa, cilÂlanınca, yuzu parlar, guzelleşir; orada şekiller, sûretler gorulur.

Topraktan yaratılmış olan beden de, etten ve kemikten ibÂrettir; kabadır, kesiftir! Ama sen, onu da, AllÂh’ı zikrederek cilÂla, o da demir gibi cil kabul eder!”

Hazret-i MevlÂnÂ’nın bu ifadeleri şu rivÂyetin şerhi sadedindedir:

Bir gun Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Kalpler, demirin paslandığı gibi paslanır.” buyurdu.

Bunun uzerine:

“–Onun cilÂsı nedir ey AllÂh’ın Rasûlu?” diye sorulunca, şu cevabı verdi:

“–AllÂh’ın kitÂbını cokca tilÂvet etmek ve AllÂh’ı cok cok zikretmektir.” (Ali el-Muttakî, Kenzu’l-UmmÂl, II, 241)

Hazret-i MevlÂnÂ’nın şu hikmetli sozleri de bu cilÂlayışı îzah eder:

ZİKRULLAH GUNEŞİ

“Eğer fikrinde bir durgunluk varsa, iyi duşunemiyorsan; AllÂh’ı zikrederek fikrini uyandır, harekete gecir.

Cunku zikir, duşunceyi harekete getirir, sen zikri şu uyuşmuş fikre guneş yap da onu canlandır!”

Temiz bir vicdanla yaşamanın, îmanla olup ebedî huzur ve safÂya kavuşmanın yolu Rabbi unutmamaktır. Zira Rabbini unutanın omru, bir gaflet girdabında ziyÂn olur gider. O gafletten ancak olumle uyanılır. LÂkin o vakit her şey bitmiş ve buyuk bir husranın icine duşulmuş olur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“AllÂh’ı unutan ve bu yuzden AllÂh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan cıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Bir sahÂbî;

“–YÂ RasûlÂllah! İslÂmî hukumler coğaldı. Bana AllÂh’ın rızÂsını ve Âhiret saÂdetini kolayca kazanacağım bir şey oğret ki yapayım.” demişti.

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ona şu telkinde bulundu:

“Dilin zikrullah tesbîhiyle dÂim ıslak olsun.” (Tirmizî, DaavÂt, 4; İbn-i MÂce, Edeb, 53)

AllÂh’ı zikretmek, AllÂh lÂfzını sadece kelime olarak tekrarlamaktan ibaret değildir. Zikir, ancak tehassus istîdÂdının merkezi olan kalpte mekÂn bulduğu zaman niyet ve amellerin seviye bulmasına Âmil olur. İşte bu keyfiyette bir zikir, kulun bezm-i elestte; “Evet! Sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde CenÂb-ı Hak ile yapmış olduğu ahdine vef gostermesi ve o sadÂkatle Rabbini asla unutmamasıdır.

Zikir, aynı zamanda Kur’Ân-ı Kerim tilÂvetidir.

HÂsılı, bu cihanda gafil insan dışında her varlık AllÂh’ı zikreder, tesbîh eder, O’na secde eder, KelÂmullah ile cûş u hurûşa gelir, yanar, titrer, deverÂn eder…

İnsan; hÂlini, cansız ve değersiz gorduğu varlık ile mîzÂn etmeli. Rabbini bir an olsun kalbinden, zikrini dilinden, KelÂmullÂh’ı elinden ve ahkÂmını hayatından duşurmemelidir.

Rabbimiz; bizlere zikreden bir dil, şukreden bir kalp, haşyetullah ile yaşaran bir goz nasîb buyursun. HÂlimizi rızÂsıyla te’lîf eylesin. Bize zÂtını bir an dahî unutturmasın.

Âmîn!..



Osman Nûri Topbaş,
Yuzakı Dergisi/Yıl: 2016 Ay: Şubat Sayı: 132

__________________