Vatikan kilisesinin balkonundan halkı selamlayarak “kutsayan” Katolik papaları…
Kilisede dev sakalı ve simsiyah cubbesi ile tutsuler icinde ayin yaptıran Ortodoks rahipleri…
Tapınakta nirvanaya duran Budist keşişleri…
Camide vaaz veren kırmızı fes uzerinde beyaz sarığı ile Sunni hocalar…
Kum şehrinde kum gibi kaynayan siyah, beyaz sarıkları ile Şii mollalar…
Dergahta post uzerinde muridlerine feyz dağıtan tarikat şeyhleri…
Cemevinde semah yaptıran upuzun beyaz sakalıyla Alevi dedeleri…
Velhasıl kendilerine ozgu renkli kıyafetleriyle dunyanın değişik yerlerinde gormeye alışık olduğumuz o “din adamı” goruntuleri…
Acaba İslam’ın peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) boyle birisi miydi?
Hz. İbrahim, Musa, İsa bunlar gibi miydi?
Yazının başlığında gecen “din adamı” tabirinden, bir sınıf ve meslek olarak din adamlığını kastediyoruz. Cunku insanların coğu “Nasıl ki her mesleğin bir adamı var; din de bir meslek olduğuna gore onun da adamları olur” diye duşunuyor.
Acaba oyle mi?
Din bir meslek midir?
Meslek, kişinin gecimini sağlamaktan ote, uzerinden zengin olabildiği, mal mulk yığabildiği vasıta olduğuna gore, din de bu vasıtalarından birisi mi olmaktadır?
Peygamber denilince insanların aklına yazının girişinde tasvir edilen “din adamı” tipolojisi neden geliyor?
***
Dikkatle baktığımızda başta Hz. Peygamber olmak uzere o her gun adını duyduğumuz peygamberlerin hic birisinin boyle olmadığını goruruz.
Her şeyden once Hz. Peygamber, hicbir zaman kendine ozel bir “din adamı” kıyafetiyle dolaşmamıştır. Onu icinde yaşadığı toplumdan ayıran ozel bir kıyafeti asla olmamıştır. Bu konuda kendini toplumdan ayırmamıştır. Omru boyunca Ebu Cehil nasıl giyiniyorsa oyle giyinmiştir.
Demek ki peygamber bugun yaşasaydı, hangi toplumda yaşıyorsa o toplumun genel, yaygın ve makul kıyafeti neyse oyle dolaşacaktı. Onu kıyafet bakımından halkından ayıramayacaktık. Onun bu konudaki sunneti budur.
İkinci olarak Hz. Peygamber, şimdiki din adamlarının coğu gibi yaşlı değildi. Peygamberliğe başladığında henuz 40 yaşına yeni girmişti. Onda “din adamı” denilince aklımıza gelen yaşlı, piri fani, “yeşil sarıklı ulu hoca” goruntusu yoktu. Sacları kulak memelerinin altına inecek kadar uzundu ve genellikle de ortadan ikiye ayırırdı. Bugunku tabirle “yağız bir delikanlı” goruntusu vardı.
Keza Hz. İbrahim de Babil İmparotorluğu’nun resmi devlet tanrısı putlarını kırdığında “İbrahim adında bir delikanlının putlarımıza dil uzattığını duymuştuk” sozunden de anlaşılacağı gibi hayli gencti. Hz. Yusuf da vezirin karısının “delikanlısı” idi. Hz. Musa da Firavun’un sarayında yetişmiş ve tam genclik cağında Mısır’ı terk etmişti. Hz. Zekeriya ise yaşlılığın son haddine varmışken Allah’tan cocuk istediğinde, peygamberlik gorevine başlayalı yıllar olmuştu. İlk genclik yıllarından beridir halkını uyarıyordu. Yani peygamberlerin hemen tamamı işe genc denilecek yaşta başlamışlardır. Dolayısıyla peygamber denilence insanların aklına din adamı goruntusundeki yaşlı piri fanilerin gelmesi yanlıştır.
Ucuncu olarak, şu ana kadar gorunduğu kadarıyla din adamları nedense hep zengin olur. Oysa Hz. Peygamber vefat ettiğinde peygamber olmaktan kaynaklanan bir serveti yoktu. “Geride birkac kap ve bir kitap”dan başka bir miras bırakmadı. İslam’ın ilk halifelerinden ucu (Ebubekr, Omer, Ali) de vefat ettiklerinde aynı durumdaydılar. Fakat onlardan sonra ne yazık ki bunu goremiyoruz.
Dorduncu olarak, din adamlığının mantığında dunya lezzetlerinden uzaklaşma vardır. Ruhbanlar boyle iddia etmelerine rağmen buna tam da uymazlar. Oysa Hz. Peygamber boyle bir şeye iyi gormediği gibi her normal insan gibi yedi, icti, kadınlarla evlendi.. Eşleriyle zaman zaman sorunlar yaşadı. Her normal insan gibi acı ve tatlı gunleri oldu. Torunlarını omuzunda gezdirdi, her gorduğunde yukarı atıp tutarak sevdi ve sevindirdi. Eşi Aişe’ye Fatma’ya Fatoş dememiz gibi “Aiş” diyerek takıldı. Onunla koşu yarışları yaptı, başını omuzuna yaslayarak birlikte folklor oyunları seyretti. Yani dolu dolu diyebileceğimiz bir aşk ve evlilik hayatı yaşadı. Oysa bunlar din adamı mantığına gore “ruhaniliği” bozan şeylerdir. Oyle ya, dunya lezzetlerini alabildiğine tadan, “beyaz tenden” veya “cins-i latîf”den uzak durmayan birisi nasıl “veli” veya “aziz” olabilir (!).
Dorduncu olarak Hz. Peygamber tapınaktan gelen birisi değildi. Hicbir ayin yonetmemiş, dini fetvalar vermemiş, kutsal kitapları okumamıştı. Yorenin tanınmış “dini otoritesi” filan değildi. Bir okulda okumamış, diploması, “akademik kariyeri” vs. yoktu. Dağda koyun guduyordu. Amcaları ile ticaret kervanlarına katılıyordu. 25 yaşında “Hilfu’l-Fudul” (Erdemililer İttifakı) adlı bir teşkilata “adalet” uzerine yemin ederek girmişti. Teşkilatın kurucuları arasında yer almıştı. Bu teşkilat Mekke’de haksızlığa uğrayan, zulme maruz kalan garibanları, kimsesizleri, yoksulları, yolu kesilenleri (İbn’us-Sebil) koruma ve kollama amacıyla kurulmuştu.
Orneğin boylesi bir olayda, Mekke’ye kızı ile birlikte gelen bir koylunun yolu kesilmiş, satmak icin getirdiği malına ve kızına şehre hukmeden yedi-sekiz tefeci bezirgandan birisi el koymuştu. Adam yana yana derdine care arıyordu. Oradan birisi “Muhammed adında bir genc var, ona git, boyle işlerle ilgileniyor, sana yardımcı olur” dedi. Adam, o yıllarda henuz 25 yaşlarında olan genc Muhammed’e gelerek derdini anlattı. Muhammed, derhal kendisi ile aynı yaşlarda olan 10-12 kişilik bir gurubu gondererek tefeci bezirganın evine kuşattırdı. Grup kapıya vurarak adamın malını ve kızını geri vermesini istedi. Mekkeli kodaman, once itiraz etti sonra da hic olmazsa kızın bir gece kendinde kalmasını istedi. Grup bu soze oyle sinirlendi ki alınlarındaki damarlar goruyordu. Grup lideri etrafındakilere işaret ederek kapıya yuklendi. Omuzuyla kapıyı kırmak icin yukleniyordu. Derken gurultuden iyice rahatsız olan kodaman aşağı inerek kapıyı actı. Kızı ve malı teslim etti. Yine buna benzer bir olayda Muhammed, tefeci bezirganın yakasını toplayarak oyle bir sarstı ki, Ebu Cehil daha sonra “Azgın bir deve gibi uzerime geliyordu” diyecektir. (İbn Habib, El-Muhabber)
Boylesi olaylar gosteriyor ki Hz. Peygamber, daha ilk genclik yıllarından itibaren post uzerinde koşesine cekilmiş oturan “yeşil sarıklı ulu bir hoca” tipinde değildir. Genc, aktif, dinamik, canlı ve hayatın doğrudan icinde birisidir.
35 yaşından itibaren de icten gelen bir yalnızlığa burunmuş, dağlarda, ıssız tepelerde gokleri seyretmeye, yaşadığı şehre tepeden bakarak “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” diye sormaya, sorgulamaya başlamıştı. Cektiği varoluş sancısı onu geleceğe hazırlamaktaydı. Allah bu sancıyı karşılıksız bırakmadı. Hira mağarasından şehre inip, tarihin onune cıkarak kendini peygamber olarak tanıttığında yanında Allah’tan başka hic kimse yoktu.
Yine peygamber olduktan sonra, 60 yaşındaki şu olaya bakınız:
Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v) Hevazin ve Sakif kabilelerinin uzerine yurudu. Yeni katılanlarla birlikte 15 bin civarında hayli kalabalık bir orduyla fatih ve muzaffer bir edayla, 4 bin civarındaki duşman kuvvetleriyle karşılaştılar. Muslumanların icinden “Mekke’yi de fethettik, artık kimse bize karşı koyamaz, topu topu dort bin kişiler.” sesleri yukselmekteydi. Dağılan duşman ordusuna bakarak ganimet toplamaya dalan Muslumanlar, duşmanın toparlanıp şiddetli bir ok yağmuruna başlamasıyla gerisin geri kacmaya başladı. Eline ganimetten bir parca geciren geri donup kacıyordu. Ordunun dağılmaya yuz tutması uzerine ovada bir ses yankılamaya başladı; “Ben nebiyim, yalan yok, Ben Abdulmuttalib’in torunuyum!” diye bağıran bu ses, atını mahmuzlayarak duşmanın uzerine atılıyordu. Atın hemen yanındaki bir kac kişiden “Ey Allah’ın kulları! Ey Ashabu’l-Şecere, Ey Ashab-ı Suretu’l-Bakara! Kacmayın, geri donun!” sesleri yukseliyordu. Bunun uzerine kacmakta olanlar gerisin geri donerek kişneyerek şaha kalkan, elindeki cakıl taşlarını ata ata duşmanın uzerine yuruyen bu cesur sesin etrafında kenetlendi. Hepsi birden tekrar yekvucut oldular ve son bir hamleyle duşmanı bozguna uğrattılar. Doğruluk ve durustluk timsali (el-emin) olmakla beraber, cesareti ve yiğitliği ile de gercek bir lider olduğunu gosteren ve orduyu dağılmaktan kurtaran bu atlı Hz. Peygamber (s.a.v)’den başkası değildi. (Razi, Kurtubi, İbni Kesir, Taberi).
Demek ki onun dikkat ceken ozellikleri, kılık kıyafetinde, din otoritesi olmasında, tapınak rahipliğinde, gizemli, sırlı, buyulu, tutsulu tavır ve edalarında değil; durustluk abidesi (el-emin) karakterinde, benliğini kuşatan yetim yureğinde, muazzam ahlakında (hulg azim), haksızlıklara tahammulu olmayan karakterinde, adalet ozleminde, yalnızlığa burunuşunde (mudddesir), ağır sorumluluklar hissedişinde (muzzemmil), ufuklara dalarak yaşadığı korku ve titreme (huşu) ile kalabalıklar icinde kendini gosteren atılgan ve cesur kişiliğinde aranmalıdır.
Şimdi, boylesi bir kişilik hic bugunku “din adamı” profiline benziyor mu?
***
Ote yandan dikkatle baktığımızda, Hz. Peygamber’in, dini ozel bir meslek olmaktan cıkarıp, genele yayarak (umum/ummi) hava gibi herkesin soluduğu bir hayat kaynağına dondurmek amacında olduğunu goruruz. Bunun icindir ki Kur’an onu “ummi nebi” olarak tanıtmıştır.
Şoyle ki:
Eski dunya dinlerinin (Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusîlik, Manihaizm, Hinduizm, Budizm vs.) tekelinde olan tanrı ve din konularını sokaktaki adamın aklına ve vicdanına hitap eder tarza indirmiştir. Yani dini muhayyileyi daha rasyonel hale sokmuştur. Her tur Haman, Ruhban, Brahman, Şaman vs. sultasını tarihe gommuştur.
Orneğin, eski cağlarda goğe merdivenle cıkıp Tanrı ile konuşma anlamına gelen ve sadece din adamlarına mahsus olan miracı (u’ruc/mi’rac) “Namaz mu’minin miracıdır” diyerek sokaktaki adamın “tek kişilik” eylemine indirmiştir. “Ruhbanlık yoktur, cihat vardır” diyerek din adamlığının kokune kibrit suyu dokmuştur.
Tanrı’nın ne din adamlarına ne de krallara yonetme yetkisi vermediğini, hic birisinin Tanrı’nın oğlu olmadığını ilan etmiş ve krallarla Tanrı arasındaki dini-politik bağı kesip atmıştır. Oysa eski cağlardan beri Tanrı’nın oğlu olma iddiasında olmayan bir kral neredeyse yoktu. Japon imparatoru Tanrı’nın oğlu olduğu iddiasından daha 1946 yılında resmen vezgecmiştir. Bu nedenle “Allah birdir. Bolunmez bir butundur. Doğurmaz ve doğurulmaz” diye başlayan İhlas suresi, Lehep ve Kafirun sureleri gibi son derece siyasi-politik mesajlarla yukludur.
Yine eski dunya dinlerinde din adamlığı bir meslek olarak icra edilir ve en onemli servet yığma kaynakları arasında yer alırdı. Toplum “tapınak” etrafında orgutlenmişti ve tapınak gorevlileri de din adamlarıydı. Vergiler tapınakta toplanır ve din adamlarınca yonetilirdi. Tapınağa getirilen mallara “Tanrı malı” diye etiket vurulur ve sahipliğini de Tanrı veya onun yeryuzundeki oğlu olduğuna inanılan kral adına din adamları idare ederdi.
Eski cağlardaki Sumer, Akkad, Babil, İbrani, Arami, Hitit, Asur, Pers, Mısır, Roma tapınakları bunların ornekleriyle doludur.
Din adamları en eski cağlardan beri Şaman, KÂm (Turk), Brahman (Hind), Mog, Mithra (İran), Haman (Mısır), Druid (Britanya), Rişama (Sabiî

Bunlardan ozellikle MO.400-MS.200 yılları arasında bugunku Suriye’de yaşayan Nebatiler onemlidir. Cunku onlarda Allat, Manotu, Hubalu, Uzza gibi bircok tanrı veya tanrıca ile Afkullu adında din adamları sınıfı ve Tanrı kultleri icin Bayta denilen kutsal mekanları vardı. Tanrılar genellikle abstrakt denilen dikili taşlar ile sembolize edilirlerdi.
Bunlar Muslumanlar icin pek yabancı gelmeyecektir.
Cunku bunun benzeri bir duzen Mekke’deki Kabe cevresinde kurulmuştu. Nebati tapınak rahiplerinin (Afkallu) yerini Mekke’ye hukmeden 7-8 tefeci bezirgan almıştı. Bu tefeci bezirganların başını da Hz. Peygamber’in amcası Ebu Lehep cekiyordu. Bu duzene Kur’an “Yeda Ebu Lehep” dedi ve ilk inen ayetlerde doğrudan hedef gosterdi: “Kahrolsun Ebu Lehep iktidarı, kahrolsun!” (Lehep Suresi: 1).
Eski dunya dinlerinin din adamları gibi, Mekke’ye hukmeden bu tefeci bezirganlar, Kabe’ye getirilen hediye kurbanlık ve malları yonetiyorlardı. Aralarında pay ederek uleşiyorlardı. Allah’ın evi Kabe’yi eski dunya dinlerinin tapınaklarına cevirmişlerdi. Kendileri de din adamlığı rolu ustlenerek boylesi bir menfaat carkı kurmuşlardı. Kur’an, bu hediye ve malların (en’am) ic edilmesine dayalı menfaat carkını en sert şekliyle eleştirdi. En’am suresini okuyun, bunu anlatır.
Hz. Peygamber’in ilk elden politik hedefi, menfaat tapınağına donuşturulen Allah’ın evini, işte bu tefeci bezirganların elinden kurtarmak ve asli haline dondurmekti. Onun icindir ki bu duzenden nemalananlarca şiddetli tepkiyle karşılaştı ve asla affedilmedi.
Bu acıdan bakarsak Hz. Peygamber’in cıkışı, kendinden altı asır onceki Hz. İsa’nın cıkışına ne kadarda benzer. Hz. İsa’nın tapınağı basarak “din adamlarına” meydan okuyuşu İncil’de şoyle anlatılır:
“Tapınağa bir genc geldi. Avluda sığır, koyun ve guvercin satanları, orada oturmuş para bozanları gordu. İpten bir kamcı yaparak hepsini koyunlar ve sığırlarla birlikte tapınaktan kovdu. Para bozanların paralarını dokup, masalarını devirdi. Bir yandan da şoyle bağırıyordu: “Tanrı’nın evini ticarethaneye cevirdiniz, ey engerek soyu! Bu tapınağı yıkın, onu yeniden yapacağım…” (Mat. 21:12-13, Mar.11:15-17, Luk. 19:45-46. Yuh.2-13-19).
Bu sozlerle sığırlar, koyunlar anlamına gelen En’am suresinde anlatılanlar ne kadar da birbirine benziyor. Hz. Muhammed de, Kabe’de, amcası Ebu Lehep’in yuzune buna benzer sozlerle haykırmıştı.
Demek ki, başta Hz. Muhammed olmak uzere, peygamberlerin ilk elden hedefi, tapınak bezirganı bu din baronlarıdır. Cunku bunlar Allah’ın evini ticarethaneye cevirmekte, para bozmakta, mal yığmakta ve din adına servet biriktirmektedirler.
Nitekim tarihe baktığımızda Budha’nın Hind din adamları sınıfı Brahmanlara, Zerduşt’un İran din adamları Moglara (Molla?), Musa’nın Mısır din adamları Hamanlara, İsa’nın Yahudi din adamları Hahamlara karşı cıktığını, dahası coğunun onlar tarafından yargılanarak olume mahkum edildiğini goruruz.
Bu tesaduf mudur?
Nasıl oluyor da bir peygamberin en azılı duşmanı bir din adamı olabiliyor? Bu ne yaman bir celişkidir. Demek ki kafamızdaki “din adamı” imajını ciddi bir şekilde gozden gecirmemiz lazım.
***
Kuran’ı eline yeni alan sıradan bir Yahudi veya Hıristiyan vatandaşı, Bakara suresinin 40. ayetinden başlayıp 152. ayetine kadar yoğun ve oldukca sert bir Kitab-ı Mukaddes (Yahudi-Hıristiyan) geleneği eleştirisi ile karşılaşır. Buradaki eleştirileri okuyup da sarsılmaması mumkun değildir.
Aslında bu eleştiriler sokaktaki sıradan Yahudi veya Hıristiyan’a değil tumuyle “din adamları” (Haham-Ruhban) sınıfına yonelik eleştirilerdir.
Allah’ın ayetlerini az bir paha karşılığı satmaktan Allah adına ayet uydurmaya, halkın parasını din namına karınlarına doldurmaktan kitabı kendi tekellerine almaya kadar ne kadar “din adamı” karakteristiği varsa hepsi en sert ifadelerle yerden yere vurulur; “zillet, alcaklık, maymun iştahlılık, haram yiyicilik, nimeti inkÂr, zalimlik, nankorluk” vs. bunlardan sadece bir kacıdır.
Bu nedenle Kuran’ın din adamlarına yonelik eleştirisi, sokaktaki adamın, o donemde artık birer “Tanrı A.Ş” veya “mabet bezirgÂnlığına” donuşmuş “tapınağa” yonelik ofkesini yansıtır.
Keza Hz. Peygamber’e daha ilk gunden itibaren surekli karşı cıkan, kendisi dururken daha 40 yaşına yeni basmış bir yetimin Allah’ın peygamberi secilmesini icine sindiremeyen, bu nedenle de başta Bedir ve Uhut olmak uzere butun savaşlarda karşısına cıkan, karşısına cıkanları kışkırtan, yerel duzeyde başarılı olamayınca donemin kuresel gucune (Bizans) giderek kendi ulkesini işgale davet eden, bunun icin de Medine’deki adamlarına karşılama icin bir mescid yaptırtan (Mescid-i Dırar) kişinin de 70 yaşında bir din adamı (rahip) olan Ebu Amir olduğu unutulmamalıdır. O Ebu Amir ki ihtirası onu yakıp bitirmiştir. Sonunda ağırlandığı Bizans saraylarında olup gitmiştir. Demek ki ihtirasların en tehlikelisi ve zararlısı din adamlarında gorulenidir. Bu diğerlerine hic benzemez.
***
Goruluyor ki Hz. Peygamber’in şahsında karşımızda, “hayatın dışında ve fakat uzerinde etkili” bir din adamı profili değil; butun renkliliği ile “bizzat hayatın icinde yaşayan” bir peygamber ornekliği vardır.
Din adamı mantığı, bir yıldız veya sanatcı mantığı gibidir. Hayatın dışına cıkmayı, insani yonlerini mumkun mertebe insanlara gostermemeyi esas alır. İnsanlara hep etkileyici gorunmek ister. Aksi halde gozden duşecektir.
Mantık bu olunca orneğin bir din adamı guya giderek ruhanilik kazanacak, azizliğe yukselecek ve hatta tanrılaşacak, gundelik hayatta fazla gorunmeyerek “karizması” sarsılmayacak, boylece insanların ruhlarına uzaktan nufuz edecektir.
Bu nedenle butun din adamları veya din adamı ozentisi icindeki kişiler kasıntılıdır. Alabildiğine kasılarak hem kendilerini hem de karşısındakileri gererler. Sıradan birisi gibi gorunmeyi kendilerine yediremez, kıyafetleriyle, kisveleriyle, tavır ve edalarıyla toplumdan ayrı olmak isterler. Ağızlarını yayarak, ruhani pozlara burunerek konuşurlar. Yanlarında rahat edemezsiniz. Bakmanız haram, kalkmanız haram, gulmeniz gunah vs. gibi hisse kapılırsınız. En tabiî halleriyle kendileri olmak yerine, toplumun onlara bictiği rolu oynarlar. Bu rolu oynamazlarsa insanların kendilerini terk edeceği endişesine kapılırlar. Yalnızlığa dayanamazlar. Cunku kendilerini her daim ayakta tutacak bir yalnız yurekten aslında yoksundurlar. Bu yalnız yureğin ancak ve sadece, hicbir yere sığmayıp sadece oraya sığabilen Allah aşk ve sevgisi ile ayakta kalabileceğini, sadece O’nunla gucluklere goğus gerebileceklerini bilmezler. Cocuklar gibi sevilmek, alkışlanmak, pohpohlanmak isterler. Bunun icindir ki insanlar nazarında en şohretli kişi, aslında insanlar tarafından en cok sevilme ihtiyacı icindeki kişidir.
İnsanlar muhayyilelerinde ideal prototipler yaratır ve onlarla deşarj olurlar. Kimimize din adamı, kimimize sanatcı, kimimize yıldız, kimimize kahraman rolu vererek. Biz de bu sahte rolleri oynamak icin kasıldıkca kasılır ve ona mahkum oluruz.
Oysa Allah’ı neden goremiyoruz diyen birisine “O’nu gormediğim an yoktur” diyenden daha mu’min, selamlamak icin onunde secde eden birisine, yakasından tutup kaldırarak “Dik dur ve oyle selam ver, bizim selamlamamız budur” diye uyarandan daha asil ve “Ben kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum” diyenden daha ozgur kim olabilir?
Boyle birisi neden “din adamı” kisvesine burunmeye ihtiyac duysun? (İhsan Eliacık) http://www.haber10.com/makale/6477
__________________