Değerli kardeşimiz;



Kıyamet alametlerinden biri "dÂbbetu'l - arz"ın cıkışıdır. Peygamber efendimiz şoyle bildirir:
"Onun alametlerinden biri, guneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların uzerine "dÂbbe''nin cıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi once belirirse, otekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (Muslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, "Musned", II, 201)
"DÂbbe, yanında Hz. Musa'nın asÂsı ve Hz. Suleyman'ın muhru olduğu halde cıkar. Mu'minin yuzunu asa ile parlatacak, kÂfirin burnunu da muhurle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mu'min- kÂfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Musned", II, 491)
DÂbbe kelimesi “canlı, hareket eden varlık” anlamında kullanılır. Kelime anlamından hareketle tren, otomobil gibi şeylere de “dÂbbe” denebilir. Mesela, bin yıl once yaşamış birisini hayalen gunumuze getirsek, yuz vagonlu treni gorse “işte bu dÂbbetu'l-arz" diyebilir. Ama bu kelime daha cok hayvanlar icin kullanılır.
Burada “DÂbbetu'l - arz acaba tek bir fert midir? Yoksa bir tur mudur?” sorusu hatıra gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana muhatap olması duşunulemez. Bu durumda onu bir tur olarak gormek daha uygun olacaktır.
DÂbbenin ne olduğu hususunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Alinin şoyle dediği nakledilir: “Bundan murat kuyruklu değil sakallı dÂbbedir.” Boyle bir bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği anlaşılabilir.
DÂbbeye “AİDS mikrobu” diyenler vardır. “Televizyon” şeklinde değerlendirenler vardır. Hatta “robotlar olabilir” goruşunu ileri surenler vardır. Bu son goruşe, zaman gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir zek verilen robotlar, “efendilerinin” sozunu dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt ust edeceklerdir.
Kur’anda DÂbbe
"DÂbbe" kelimesi Kur’anda on dort defa gecer. Bu kelimenin coğulu olan “devÂbb” ise dort defa kullanılır. Ornek olarak bunlardan bazılarına bakalım:
"Yeryuzunde yaşayan butun canlıların (her dÂbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 6)
“Her canlının (dÂbbenin) dizgini Allahın elindedir.” (Hud, 56)
"Allah her canlıyı (dÂbbeyi) sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı uzerinde surunur, kimi iki ayakla yurur, kimi de dort ayakla yurur. Allah dilediğini yaratır. Allah, şuphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 45)
Neml suresi 82. ayette gecen "dÂbbetu'l- arz" ise, mufessirlerce genelde kıyamet alameti olarak acıklanır:
"Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dÂbbe cıkarırız da, insanların Âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine soyler."
Ayetin zahirine gore, arzdan cıkacak bu dÂbbe insanlara konuşacak, onların İlahi ayetlere tam inanmadıklarını soyleyecektir. Buradan hareketle bu dÂbbenin radyo, televizyon, hatta internet olabileceğini soyleyenler vardır. Cunku bunlar yerden cıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde “DÂbbenin başı bulutlara değecek” denilir. Bilindiği gibi, televizyonlar uydu bağlantılıdırlar ve uyduların da başı semadadır.
Dinin helal – haram olculerine uyan insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Boyle olculerden mahrum olanlar ise, daha cok zarar gorurler. Cunku bu aletler şerde ve gunahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu tarz kullanımları daha yaygındır.
Kanaatimizce dÂbbenin konuşmasını dil ile konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu yoktur. Bu konuşma “lisan-ı hal” yani hal diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve işaretlerinin dili yoktur ama insanlara cok şeyler soylerler.
DÂbbe neler soyluyor?
Şu gorduğumuz Âlem İlahi ayetlerle doludur. Ama insanların coğu bu ayetleri anlamaz, gunluk olayların akışına kapılır, gafletle gunlerini gecirir. Cenab-ı Hak, insanları uyarmak icin zaman zaman felaketler gonderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir.
Kur’ana baktığımızda bazı kavimlere bazı hayvanların ceza olarak gonderildiklerini goruruz. Mesela Firavun ve kavmine bit, cekirge ve kurbağa gonderilmiş, bunlar her tarafı istila ederek o inatcı insanları cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini gunumuzde de gormek mumkundur. “RuzgÂrın dişleri” denilen cekirgeler kara bir bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar bir şey bırakmamaktadırlar.
Keza, Ka’beyi yıkmak icin gelen Ebrehe ve ordusuna suruler halinde kuşlar gonderilmiş, bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları ozel taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur’anda mustakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, peygamber efendimizin dunyaya teşriflerinden kısa bir sure once meydana gelmiştir. Surede gecen “ebabil” kelimesi kuşların suruler halinde geldiklerini ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir “semavi bombalama” olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman ucaklarının hedefe bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup gelerek o insanları “kendisinden cekirge surusunun gectiği bir ekin tarlasına” cevirmişlerdir.
Kur’an, goklerin ve yerin askerlerinin Allahın emrinde olduklarını bildirir. (Muddessir 31) Allah dilediği zaman bu askerlerini inatcı kimseleri cezalandırmada kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana donuşur. Gokten bardaktan boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve mutemerrit bir kavim sulara gark olur, tarih sahnesinden silinir.
Bazıları bu tur olayları tesadufle acıklamaya calışabilir. Ama Âlemde tesadufe asla yer yoktur. Einsteinin ifadesiyle “Allah zar atmaz.” Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi Yazır'ın da dikkat cektiği gibi, “bizim tesaduf olarak gorduğumuz şeyler, gercekte İlÂhî birer tasarruftur.”
Kur'anın bildirdiğine gore, Cenab-ı Hak her an tasarruftadır. (Rahman, 29) Şu Âlem yoktan var edilmesiyle Yuce Yaratıcıyı gosterdiği gibi, atomdan galaksilere varıncaya kadar her şeyde meydana gelen faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kÂinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terketmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez. "Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere duşmez." (En'am, 59) "Hicbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 11) Deli dolu esiyor gorulen ruzgÂr, rast gele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazen meltem olur yuzumuzu okşar, bazen fırtına olur, bir "azap kamcısı" olarak gorev yapar.
DÂbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu dÂbbenin ahirzamanda insanların busbutun yoldan cıkmalarıyla onlara ceza olarak cıkacağı anlaşılır. Mu’minler imanın bereketiyle ondan zarar gormezler, ama isyankÂr kimseler bununla cezalandırılırlar.
AİDS DÂbbe mi?
Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir. Cunku bu mikrop daha cok gayr-i meşru beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır. Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte bulunanlar daima olmuştur ama hicbir zaman bu beraberlikler gunumuzdeki cılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu acıdan AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak değerlendirmek gayet makul gorulmektedir.
Hatta Hz. Suleymanla alakalı Kur’anda anlatılan şu olay, dÂbbenin bu cihetine bir işaret olarak gorulebilir:
Hz. Suleyman'ın, cinleri buyuk binalar, heykeller vb. yapımında calıştırması anlatıldıktan sonra, şoyle denilmektedir:
"Eceli gelip de Suleyman’ın olumune hukmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir ağac kurdu (dÂbbetu'l- arz) olumunu onlara fark ettirdi. Suleyman yere duşunce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 14).
Rivayete gore Hz. Suleyman onları bu işte calıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler Onun vefat ettiğini anlamadılar, calışmaya devam ettiler. Bir ağac kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz. Suleyman yere duştu. Cinler Onun vefatını ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı bilselerdi bu şekilde bir azap icinde calışmaya devam etmezlerdi.
(Not: Burada nazara verilen Hz. Musanın bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve ağac kurdunun bunu kemirmesi, icten ice bu sistemi yıkmaya calışan komitelere bir işaret olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)
İşte bu dÂbbe Hz. Suleyman’ın bastonunu kemirdiği gibi, dÂbbetu'l- arz dahi AİDS mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde haddini aşan bazı insanları kemirip onları mağlup etmesi mumkundur.
Ama “dÂbbe AİDS midir?” denilirse “evet” demek bir takım sıkıntıları beraberinde getirir. Cunku AİDS dÂbbe hakikatinin bir parcası olabilir, ama onu tumuyle ifade etmeyebilir.
Meseleye şu acılardan bakmakta yarar goruyoruz:
Ayette gecen "dabbe" kelimesinin elif lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede kullanılan “the” takısı gibi Arapcada “el” takısı vardır. DÂbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine, hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret gibidir.)
-Delalet etmek ayrı, tazammun etmek ayrıdır. DÂbbe kelimesi AİDS veya kotuye kullanılan televizyonu icine alabilir, ama onlara kesin bir delaleti yoktur.
-Din bir imtihandır. İmtihanda ise “akla kapı acılır, irade elinden alınmaz.” Boyle olunca, kıyamet alametlerinin herkesin gorup anlayacağı şekilde cıkmalarını beklemek yanlış olur. Mesela alnında “bu kÂfir” yazan bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı duzeltecek bir mehdinin zuhurunu gozlemek, Ashab-ı Kehfin tekrar mağaralarından cıkmalarını intizar etmek gibi rivayetleri tam anlamamak anlamına gelir. (Rivayete gore ahirzamanda insanlığa cok buyuk zararlar verecek biri cıkar. Deccal denilen bu şahsın alnında “bu kÂfirdir” yazısı bulunur. Peygamberimizin neslinden gelen Mehdi buna karşı mucadele eder. Mehdi zamanında mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan uyanırlar. Demek ki Mehdi, ucyuz yıldır uykuda olan gencliği uyandırır. Onun muhim bir kuvveti genclerden meydana gelir. Cunku Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım gencler olduğu acıkca ifade edilmektedir.)
-Ayetlerin bir kısmı muhkem, bir kısmı muteşabihtir. Yani bazı ayetlerin manası acık iken bazılarında bazı kapalı yonler vardır. Benzeri bir durum hadisler icin de gecerlidir. Bu tur kapalı manaları “ilimde kokleşmiş zatlar” anlayabilirler ve bunların tevillerini yaparlar.
-Te'vil, "bir delile dayanarak, lafzın muhtemel manalarından birini tercih etmektir.” Te'vilde bir katiyet olmayıp, "mumkun bir ihtimal" soz konusudur. Bu cihetten, muteşabih ayetlerle ilgili te'viller, kanaat verebilirse de kesinlik ifade etmezler. Bunlarla ilgili nihai hukum ve soz, Cenab-ı Hakk'ındır.
-Muteşabih manalarda nihai soz Cenab-ı Hakk'ındır.
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " (En'Âm, 59).
"O gun sırlar ortaya cıkacak" (Tarık, 9) ayetinin hukmuyle, sırlar kıyamet gunu bildirilecek, "Allah kıyamet gunu, ihtilafa duştuğunuz şeyleri size acıklayacak" ayetinin manası gorulecektir. (Hacc, 69)
SONUC
Baştan buraya kadar yaptığımız nakiller ve değerlendirmelerde herkesin tam kanaat getireceği bir sonuca varmadığımız, konuyu bir derece muallÂkta/ askıda bıraktığımız gorulur.
İnsanın ilmi sınırlıdır. Mesela “zaman nedir, ruh nedir” gibi sorulara cok net cevap veremeyiz. Hatta bazı kevni gerceklerde de bir derece bilinmezlik soz konusudur. Sozgelimi atomun ne olduğunu tam bilmiyoruz, hayatın muammasını tam cozmuş değiliz. Demek ki bazı meseleler gul goncası gibidir, bir yaprağı araladığımızda aralanmayı bekleyen başka yapraklar karşımıza cıkar. Bize duşen, bilinmezleri bilme yolunda uğraşı vermek, gayret gostermektir. İnsanın bu tur sırlı meseleleri araştırması sisli bir denizde yapılan seyahate benzer. İnsan boyle bir seyahatte onundeki kayaları ve ilerdeki kıyıları cok net goremez. Ama bu gizemlilik, bu seyahate ayrı bir guzellik katar.
Kanaatimizce meselenin bu tarzda ele alınması daha isabetlidir. “Bundan murat şudur” diyenler yarın oyle olmadığını gorduklerinde mahcup olabilirler. Kesin hukum vermek yerine “Bundan murat şu olabilir.” demek daha yerindedir ve ihtiyata daha uygundur. Cunku,
“De ki: Gercek ilim Allahın katındadır.” (Mulk, 26)
“Goklerde ve yerde Allahtan başkası gaybı bilemez.” (Neml, 65)
Doc. Dr. Şadi Eren
Not: Mehmet Kırkıncı Hocanın konuyla ilgili şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz:
DÂbbetul-arz

DÂbbe; hareket eden canlı bir hayvan demektir. DÂbbeyi tek bir canlı olarak değil de bir tur olarak duşunmek daha doğru olur.

"DÂbbe" kelimesi Kur’an-ı Kerimde on dort yerde gecmektedir. “Yeryuzunde yaşayan butun canlıların (her dÂbbenin) rızkı ancak Allah’a aittir.” (Hud, 11/6) Bu ayette gecen dÂbbe kelimesi butun hayat sahiplerini ifade etmektedir.

Başka bir ayette ise şoyle buyrulur: “Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dÂbbe cıkarırız da, insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine soyler.” (Neml, 27/ 82)

DÂbbenin insanlarla konuşması, sadece dil ile konuşması anlamına gelmez. Nitekim bu kÂinat sarayında teşhir edilen nice antika eserler ve bircok hadise hal diliyle akıl sahiplerine cok şey anlatmaktadırlar.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır Efendi bu ayetin tefsirinde şoyle der:

“Debb ve Debib: Hafif yurume, debelenme demektir. Hayvanlarda ve coğunlukla haşerelerde, yani boceklerde kullanılır. İckinin vucuda yayılması ve bir curukluğun etrafına bulaşması gibi, hareketi gozle tespit olunamayan şeylerde de kullanılır. “Dabbe” kelimesi de bundan fail olmak uzere asıl lugatte "mÂyedubbu", yani debbeden, hafif yuruyen, debelenen demek olur. Ve şu halde tren, otomobil, bisiklet gibi otomatik şeylere de, lugatin aslına gore “dÂbbe” demek uygun olabilecekse de dilde kullanılışı hayvanlara mahsustur. Hatta orfte dort ayaklı hayvanlarda ve onlar icinde ozellikle atta daha cok kullanılmıştır. Bununla beraber “Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı ustunde surunen, kimi iki ayağı ustunde yurur, kimi dort ayakustunde yurur...”(Nur, 24/45) Âyetinden anlaşılacağı uzere her hayvan hakkında kullanılır. Hayvan kelimesi ile eşanlamlı gibidir.

"Yeryuzunde yuruyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'a aittir.”(Hud, 11/6) Âyetinden anlaşılan da budur. Bundan dolayı dabbe kelimesi hayvanlar icin olduğu gibi insanlar icin de kullanılır. Bu ayette "dÂbbe" kelimesi nekre (belirsiz isim) olarak geldiğinden bunun bildiğimiz dÂbbelerden başka bir dÂbbe olması akla gelir. "Onlarla konuşan dÂbbe" terkibinde acıkca belirtilen bunun konuşan bir hayvan, yani insan olmasıdır. Tefsirler de bu iki nokta etrafında dolaşmaktadır.

RÂgıb, ‘Mufredat’ında bu konudaki goruşleri şoylece ozetlemiştir: “DÂbbe”, tanıdığımızın aksine bir hayvandır ki, cıkması kıyamet vaktine mahsustur.” Bir de denildi ki: “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur.”

Bu takdirde dÂbbe butun debelenen yaratıkların ismi olarak ifade edilmiş olur. “HÂin” kelimesinin cemisi, “hÂine” gibi. KÂdı BeydÂvî ve bazı hadisciler bunu “cessÂse” casuslar olarak gostermişlerdir ki, bir hadiste haber verildiğine gore, cessÂse, Deccal icin haberler araştırıp toplayan casus demektir. Ebu's-Suud da diyor ki: Bu dÂbbe, casustur. Bundan cins isim soylenip, bir de tefhîm (buyukluğune işaret) tenviniyle bilinmezliğinin tekid edilmesi, şanının garipliğine ve ozelliğinin, davranışının acıklamadan uzak olduğuna delalet eder…..

Beyhakî gibi zatların Ebu Hureyre (r.a)den rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "DÂbbetu’l-arz, Musa’nın Âsası, Suleyman’ın muhru yanında olarak cıkacak, muhur ile muminin yuzunu parlatacak, Âsa ile kÂfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya toplanacak, mumin ve kÂfir tanınacak.”

Bu hadise gore de, dÂbbe, normalin uzerinde bir kuvvet ve saltanat ile ortaya cıkıp buyuk bir İslÂm devleti kuracak lider olmuş oluyor. Şuphe yok ki, Musa'nın asasına, Suleyman'ın muhrune sahip olan kimse, buyuk bir şahsiyet olacaktır. Hem de kotulerden değil, iyi ve hayırlılardan olacak, butun muminlerin yuzunu guldurecek, kÂfirlerin burnunu kıracaktır. Âyette; "Onlara insanların Âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını soyler.” buyrulması da bunu gerektiriyor. Şu halde buna dÂbbe ismi verilmesinin sebebi, onun kÂfirlere karşı acımasız olacağını ve Allah TeÂlÂ'ya gore onun meydana cıkarılmasının zor bir şey değil, yerden normal bir dÂbbe cıkarmak gibi kolay olduğunu anlatmaktır. Bu konudaki bazı acıklamaları da kaydedelim:

1- İbnu Cerir’in Huzeyfe b. Esîd’den rivayet ettiğine gore: "DÂbbe'nin uc cıkışı vardır: Birisinde bazı collerde cıkar, sonra gizlenir. Birisinde de, emirler kan dokerken bazı şehirlerde cıkar, yine gizlenir. Sonra insanlar mescitlerin en şereflisi, en buyuğu ve faziletlisi icinde iken yeryuzu kendilerini fırlatmaya başlar. Derken halk kacışır, muminlerden bir grup kalır, bizi Allah'tan hic bir şey kurtaramaz derler. DÂbbe de onların uzerine cıkar, yuzlerini parlak yıldız gibi parlatır. Sonra hareket eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne de kacan kurtulabilir. Bir adama varır, namaz kılıyordur, vallahî sen namaz ehli değilsin der. Yakalar, muminin yuzunu ağartır, kÂfirin burnunu kırar" dedi. "O zaman insanlar ne halde olur" dedik. "Arazide komşu, malda ortak, yolculuklarda arkadaş olurlar" dedi.

2- İlim ehlinden bircokları dÂbbenin ortaya cıkması, emr-i bi'l-ma'rûf (iyilikleri emir) ve nehy-i ani'l-munker (kotuluklerden menetme) terk edildiği vakittir demişler.

Bir ayette mealen şoyle buyrulur: “Ne zaman ki Suleyman'a olumu hukmettik, cinlere onun olumunu sezdiren olmadı. Yalnız bir guve boceği yere dayandığı asasını yiyordu. Bu sebeple Suleyman yere yıkılınca ortaya cıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azap icinde bekleyip durmazlardı.” (Sebe, 34/14)

Hz. Suleyman’ın (a.s) dayandığı asasını yiyen ağac kurdunun veya bir guve boceğinin mahiyeti hakkında da iki goruş vardır: Bir goruşe gore burada ifade edilen kurdun, bilinen ağac kurdu olduğudur.

Diğer goruşe gore ise bu kurt, asaları yiyen bir kurtcuktur.

Ayette ifade edilen dÂbbenin Hz. Suleyman’ın (a.s) bastonunu kemirerek yiyip bitirmesi gibi, AİDS mikrobu veya başka bir hastalığın da isyan ve ahlaksızlıkta haddini aşan bazı insanları kemirip eritmesi mumkundur.

Peygamber Efendimiz (sav.) "dÂbbetu'l-arz"ın meydana cıkmasını kıyamet alametlerinden birisi olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şoyle ifade etmektedir: “Onun alametlerinden biri, guneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların uzerine "dÂbbe''nin cıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi once belirirse, otekisi onu kısa zamanda takip edecektir.” (Muslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, "Musned", II, 201)

Bediuzzaman Hazretleri de bu konuda şoyle buyurur:

“Amma "Dabbet-ul Arz": Kuran’da gayet mucmel bir işaret ve lisan-ı hÂlinden kısacık bir ifade, bir tekellum var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka meseleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: (Laye’lemulğaybeillallah) Nasılki kavm-i Firavun'a "cekirge ÂfÂtı ve bit belası" ve KÂbe tahribine calışan Kavm-i Ebrehe'ye "Ebabil Kuşları" musallat olmuşlar. Oyle de: Sufyan'ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cuc ve Me'cuc'un anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, kufur kufrana duşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan cıkıp musallat olacak, zîr u zeber edecek. Allahu a'lem, o dabbe bir nev'dir. Cunki gayet buyuk bir tek şahıs olsa,her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belkiإِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتَهُ Âyetinin işaretiyle, o hayvan, dabbet-ul arz denilen ağac kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağac gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tı
rnağına kadar yerleşecek. Mu’minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû'-i istimalÂttan tecennubleriyle kurtulmasına işareten, Âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.” (Nursî, ŞuÂlar, Beşinci ŞuÂ)

Bediuzzaman Hazretleri muminlerin iman bereketiyle ve sefahatten ictinap etmeleriyle boyle bir duruma duşmeyeceklerini ozellikle vurgulamaktadır. Oyle ise asrımızın en dehşetli ve en buyuk tehlikesi olan sefahat yangınına karşı, takva kalasına sığınmak lazımdır.

Evet, gunahların her taraftan sel gibi hucum ettiği gunumuzde, nefs-i emmarenin tehlikesinden, aldatıcı ve cazibedar hevesatın hucumundan kurtulmanın yegÂne caresi, iffet, edep, hay ve takva dairesinde yaşamaktır. Zira nefisle cihadın en kısa yolu takvadır.

Ulvî maksatlar icin yaratılan insan, bu imtihan yeri olan dunyaya sadece yemek, icmek ve zevk etmek icin gonderildiğini zannedip, helal dairesindeki keyfi kÂfi gormeyerek, her turlu ahlaksızlığı işlemekte ve sefahat bataklığında surunmektedir.

İman, marifet, muhabbet, ibadet, takva, adalet ve istikamet gibi ulvi seciyelerden mahrum olan bir cemiyetten sefahat ve fuhşiyat gibi her turlu fenalık zuhur eder; memleketleri yıkar, aileleri tarumar eder, haysiyet ve şerefleri silip supurur ve fert ve cemiyetin dunya ve ahiret hayatını zehirler.

Evet, ahlaksızlık ve hayÂsızlıkta haddini aşan ve sefahat bataklığında boğulan gecmiş bazı ummetler ve kavimler bir cok elim azaba, bela ve musibetlere ducar olmuşlardır. Bunlardan ders alınması bir ayette şoyle ifade buyrulur: “De ki, yeryuzunde gezin dolaşın da, daha oncekilerin akıbetleri nice oldu gorun.” ( Rum, 30/42)

Mazide edep ve hayÂsızlığa sukut etmiş ve ahlaksızlık cukuruna duşmuş olan bircok asi kavimlere CenÂb-ı Hakk’ın vurduğu sille-i tedip ve tazip Kur’an-ı- Kerim’in bircok ayetinde nazara verilmektedir. Bir kanser mikrobu olan sefahate, cok guclu kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi dayanamamıştır. Bu mikrop bir cemiyete girdi mi, artık onun bunyesini kısa bir zamanda kemirir, gucsuz bırakır ve sonunda cokertir. Oyle ise gecmiş kavimlerin başına gelen o elim hadiselerden ibret alıp uyanalım, edep, hay ve istikamet dairesinde yaşayalım ki, gadab-ı ilÂhinin celbine vesile olmayalım.

Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de gecmiş ummetlerin başına gelen elim hadiseleri bizlere anlatmasının hikmeti, onlardan ibret ve ders almamız icindir. Firavun ve kavmini bit, cekirge ve kurbağa istila etmişti. Ama onlar her defasında tovbelerini bozmuş, başlarına gelen musibetlerden ders almamış ve sonunda denizde boğulmuşlardı.

Hem yine KÂbe’yi yıkmak icin gelen Ebrehe ve ordusuna Cenab-ı Hak suruler halinde kuşlar gondermiş, o kuşlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları taşlarla onları perişan etmişlerdi.

Hem yine, Hz. Nuh’un (a.s) kavmini helak eden o buyuk tufan, asi ve mutemerrit bir kavmi tarih sahnesinden silmişti.

Evet, Cenab-ı Hak, insanları uyarmak ve uyandırmak icin zaman zaman deprem, kasırga, aclık ve sel gibi bazı afetlerle onları ikaz etmektedir. Ancak insan oyle garip ve acip bir mahluktur ki, gaflet uykusundan uyanmasını gerektiren bir cok ayet, hadis ve tarihi hadiseler varken yine de onların bircoğu bunlardan ibret alıp uyanmaz, kendini tehlikeye surukleyecek hata ve gunahlardan sakınmaz.

Bu bakımdan, ceşitli bela ve musibetlere maruz kalmamak icin, her mumin ve ozellikle de ilim ve irfan erbabı olanlar, kanser mikrobundan daha tehlikeli olan bu asrın hastalığı “sefahate” karşı buyuk bir mucadele etmelidirler. Aksi halde suclularla beraber masumlar da perişan olur. Nitekim bir ayette şoyle ifade buyrulur: “Ve oyle bir fitneden sakının ki, icinizden yalnızca zulum yapanlara dokunmakla kalmaz. (masumları da yakar) ” (Enfal, 8/25)

Edep ve hayÂsızlıkta haddini aşan gecmiş kavimlerin başına bircok elim hadise geldiği gibi, Roma, Endulus ve Pers gibi bircok imparatorlukları da tarih sahnesinden silip atan sefahattir. Evet, tarihin şahadetiyle sabittir ki, duşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra guclenerek istiklallerini elde edebilmiş, duşmanlarına galip gelebilmişlerdir. Fakat ahlÂksızlığa, sefahate, zulme ve adaletsizliğe mağlup olan bir milletin kendini toparlaması ve guclenmesi mumkun olmamıştır, olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden silmiştir.

Mesela; Romalılarda faziletin butun guzellikleri inkişaf etmiş; gerek idarecileri ve gerek ahalisi arasında muhabbet tesis edilmişti. Onlar sefahatten ve ahlaksızlıktan son derece sakınır ve faziletli yaşamayı bir şeref sayarlardı. Hanımları ve gencleri son derece iffetli idi. Ancak, İskender Yunanistan’ı fethedince, onlardaki ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye başladı. O guzel ahlÂk ve faziletin yerine sefahat ve ahlaksızlık hakim oldu. Aile hayatı bozuldu ve tefessuh etti. O ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkıldı ve tarih sahnesinden silinip gitti. Ne kanunları ve ne de zenginlikleri onları yıkılmaktan kurtaramadı.

Bediuzzaman Hazretleri şoyle buyurur:

“… genclik gidecek. Sefahette gitmiş ise, hem dunyada, hem Âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve oyle gencler ekseriyetle sû'-i istimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere duşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, genclik saikasıyla israfat ve sû'-i istimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gencliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht genclerin teessuflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mutemadiyen oraya girenler icin kapıları acılıp kapanan o Âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun muşahedatıyla ve butun ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, genclik sû'-i istimalÂtının neticesi olduğunu bileceksiniz. Hem nev'-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile "Eyvah gencliğimizi bÂdi heva, belki zararlı zayi' ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız." diyecekler.” (Nursî, ŞuÂlar)


MESUT BEKİR KOPDAĞI
BİLGİSAYAR BİLİMLERİ ARABİLİM TASARIMCISI



__________________