SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>OZGURLUK

Tasavvufcular, hadis bilginlerince sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır’ın hic vefat etmediğini ve arasıra gorulduğunu soylemişlerdir. Onun icin buradaki rahmeti, uzun sure yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin “FutuhÂt-ı Mekkiyye” sinde Hızır’ın hayatına dair birtakım bahisler ve hikayeler gorulur. İbnu SalÂh ve Nevevî gibi bazı yuce zatlar, Hızır’ın yaşadığı hakkında buyuk Âlimlerin goruş birliğini nakletmişler, fakat eleştiriye uğramışlardır. Buna karşılık bir cok Âlimler de bazı hadislerle “Ey Muhammed! Biz senden once hicbir insana ebedilik vermedik…” (EnbiyÂ, 21/34) Âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş olduğunu soylemişlerdir. Ebu HayyÂn, bunun cumhur sozu olduğunu kaydetmiştir. Gercekten tefsir bilginlerinin coğu, bircok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir.
İbnu Kayyim-i Cevzî, Hızır (a.s)ın hayatı hakkında zikrolunan hadislerin hepsi yalandır. Yaşadığına dair sahih bir hadis bile yoktur demiş. Alûsî de bu konuyla ilgili sozleri ve delilleri uzun uzadıya inceleyip araştırdıktan sonra demiştir ki: Her turlu hesaptan sonra Hz. Peygamberin sahih hadisleri ve aklın tercih ettiği deliller, vefat etti diyenlerin sozune tamamen uygun ve iddialarını tamamen desteklemektedir. Ve bu haberlerin dış gorunuşlerinden sapmayı gerektiren bir şey yoktur. Olsa olsa cok hayırlı bazı salihlerden -ki sahih olduğunu Allah bilir rivayet edilen hikayelerin dış gorunuşlerini gozetme ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Hızır’ın yaşadığını soyleyen bazı tasavvuf ulularına iyi fikir besleme meselesi kalır ki, bu da bir delil meydana getirmez. Eğer yalnız soyleyen kimsenin değerinin yuceliğinden ve onun hakkındaki iyi kanaatten dolayı, o gibi sozlere değer verip de kabul edersen kıyamete kadar Hızır’ın yaşadığına inanabilirsin. Eğer Hz. Ali’nin “soyleyene bakma, soylediğine bak” dediği gibi soyleyen kimsenin onurunun yuceliğine aldanmayıp da sozu, delilin bulunması ve bulunmamasına gore kabul veya reddedeceksen iki tarafın delillerini, faydasına ve zararına olan delilleri oğrendikten sonra, vicdanından fetva sor, vereceği fetva ile amel et. Sakın birtakımlarının yaptığı gibi, bir konuda tasavvufculara uymayanı hemen doğru yoldan sapıtmaya kalkışma. Cunku İslÂm hukukuna gore veya akla gore bir delilin, red edemeyeceği konularda ehlinden işitilen bir soze inanmamak bir mahrumiyet olabilirse de şer’î veya aklî delilin reddettiği bir dava tasavvufcularca da kabul edilmez.
Biz de şunu soylemek isteriz ki, bu konu gorunen hayat acısından uzerinde duşunulurse Hızır’ın yaşadığını kabul etmeyen Âlimlerin sozu acık olduğunda şuphe yoktur. “Ondan once de peygamberler gelip gecmiştir” (Maide, 5/75) Âyeti bu konuda yeterli bir delildir. Fakat işaret, şiarları olan tasavvufcuların sozlerini de dış gorunuşu uzere tartışma konusu yapmamak icab eder. Ozellikle Musa ve Hızır kıssası bir zÂhir ve bÂtın kıssası olduğuna gore o bÂtın (gizlilik), Hızır meselesinin konusunu meydana getirir. Tasavvufcuların sozunde buna delil de yok değildir. (Elmalılı Tefsiri, 18Kehf suresi, 65. ayet)


posted in HIZIR | 0 Comments
12th Temmuz 2008
SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>OZGURLUK

HIZIR İNANCI
“Hızır” sozcuğu; “yeşil” demektir ve baharı simgeler. Bu kavram ilk onceleri ilkel toplumların cok tanrılı inanclarındaki, belki “Bitki Tanrısı” denilebilecek bir kavrama karşılık gelmekte iken, daha sonra kişileştirilmiştir. Kişileştirme ise ortaya yeni bir sorun cıkarmıştır: Kimlik!

HIZIR KİMDİR?
Bize gore cahil ve sapık cevrelerin inanc ve kabullerine gore Hızır:
“İbrÂhim a.s.’dan sonra yaşamış bir peygamber veya velidir. Avrupa ve Asya kıtalarına hÂkim olan Zulkarneyn a.s.’ın askerlerinin komutanı ve teyzesinin oğludur. İsminin, Belk b.Melkan, kunyesinin Ebu-l Abbas olduğu ve soyunun Nûh As.mın oğlu Sam’a dayandığı bildirilmiştir. Bazıları da Hızır As.mın İsrailoğullarından olduğunu soylemişlerdir.
Hızır lÂkabıyla meşhur olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığında, oranın yeşerip, yemyeşil olmasından dolayıdır.
Hızır, Allah’ın sevgili kullarındandı. Doğdu, buyudu ve vefat etti. Ancak cenabı Hak onun ruhuna insan şeklinde gorunmek ve kıyamete kadar yardım isteyen Muslumanların imdadına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim oğretmek ozelliklerini verdi.
Bazı Âlimler Peygamber, bazıları da Velî kabul ederler.
Hızır, gercek fizyonomisini değiştirme, sonsuz değişik kalıplarda gorunme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar bir adam, genc veya bir cocuk olabilir. Kuş, tavşan vs. gibi her turlu hayvan bicimlerine girebilir. Goz acıp yummadan uzun mesafeleri katedebilir. Yardıma ihtiyac duyulduğu bir anda gorunup, işini bitirince hemen yok olur gider. Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir. Onları kendi hizmetinde kullanabilir. Olu insanları diriltme kabiliyetine sahiptir. Havada, boşlukta yuruyebilir; su ustunde batmadan dolaşabilir.”(!)
Gorulduğu gibi cahil ve sapık olarak nitelediğimiz cevreler Hızır’a, İslÂm dini ile hic bağdaşmayan bir anlayışla insanustu, doğaustu gucler ve ozellikler yakıştırmışlardır.

DİNÎ KAYNAKLARDA HIZIR:
Yukarıdakilere benzer şekillerde kimlik kazandırılmış Hızır inancı, Zerduştluk, Hıristiyanlık, Yahudilik, Şamanizm ve Eski Yunan dinlerinde yer almaktadır. Ozellikle de Yahudilikteki İLYA inancı, Hızır inancı ile tıpatıp aynıdır. Kitab-ı Mukaddes’e gore İlya, Yahudi mistiklerine gorunmekte, onlara gizli hikmetleri oğretmektedir. Yahudi mistikleri de yollarda, collerde İlya’ya rastladıklarını ondan bilgi aldıklarını, maddî ve manevî yardım gorduklerini anlatırlar.
İslÂm dininde ise boyle bir inanc ve motif yoktur. Dinimizin tek kaynağı olan Kur’an, Hızır diye birisinden bahsetmez.
Ancak, cahil cevrelerce, “yeşil” anlamına gelen Hızır sozcuğu kutsallaştırılıp, yeşil renk İslÂm’ın rengi olarak kabul edilmektedir. Ozellikle de Şİİ kesim bu rengi Ali sulÂlesinin ve dolayısıyla da Şiilerin kutsal rengi saymaktadır. Şii kesimin Hızır’ı boyle sahiplenmelerinin bir nedeni de yine rivayetlere dayanmaktadır. Rivayetlere gore Hızır, Ali’nin cenaze namazına katılarak ehli beyte başsağlığı dilemiş, hatta Huseyin şehit edilince de arkasından mersiye okumuştur. (!)
Bu rivayetlerde Hızır’ın, Ali ve Huseyin şehit olurken nerelerde ne yaptığı, niye bu katliama engel olmadığı hakkında bir bilgi olmadığı gibi, rivayetlerdeki ravilerin de Nevf b.Fudala el bekkali ve Ka’bu-l AhbÂr gibi Yahudi kokenli kişiler oluşu dikkat cekicidir.
Muslumanlar arasında Hızır konusu ile ilgili olarak yaşanan bir diğer gelişme de, Kur’an’daki iki kıssa uzerine yapılan tartışmalar neticesinde ortaya cıkmıştır:
Kehf suresinde anlatılan kıssadaki Musa peygamberin yol arkadaşı “Âlim kul” ile Neml suresinde varlığı bildirilen Suleyman peygamberin maiyetindeki “Âlim kul” hakkında ceşitli goruşler ileri surulmuş ve Kehf suresindeki Musa’nın, İsrailoğulları’nın peygamberi olan Musa mı yoksa başka bir Musa mı olduğu, “Âlim kul”un ise insan olmayıp melek ya da cin olabileceği hep tartışılmıştır. İşte bu tartışmalar icinde, Kur’an’da yer alan bu “Âlim kul”, Hızır olarak isimlendirilmiş, ceşitli ekleme ve uydurmalarla da bu Hızır, halk icerisinde yaşayan, onlara dar zamanlarında yardıma koşan, insanustu bir varlık olarak kabul edilmiştir. Hatta, ayrı zamanlarda ve ayrı mekÂnlarda yaşamış olmalarına rağmen Musa peygamberin yol arkadaşı olan “Âlim kul” ile Suleyman peygamberin yanında bulunan “Âlim kul”un aynı kişi olduğu, bu kişinin de Hızır olduğu kabul edilmiş ve boylece KUR’AN’A AYKIRI olarak olumsuz, ebedî, zaman ve zemin ustu, kıyamete kadar yaşayacak HURAFE bir varlık oluşturulmuştur.
Oysa, “Musa ve Âlim Kul” başlıklı calışmamızda yaptığımız tespitler gostermektedir ki, Kur’an’da gecen bu “Âlim kul” bir insandır. Bunun ispatı ve ayrıntısı, sozunu ettiğimiz calışmamızda olup, burada vurgulamak istediğimiz husus, o “Âlim kul”un, Hızır diye birisi olmadığıdır.
Ama daha onemlisi, Hızır ozelliklerine sahip bir varlığın mevcudiyeti Kur’an’a gore mumukun değildir:

Enbiya; 34, 35 : “SENDEN ONCE HİCBİR İNSANA OLUMSUZLUK VERMEDİK. Şimdi sen olursen onlar olumsuz mu olacaklar?
HER CANLI OLUMU TADACAKTIR. Biz bir imtihan olarak sizi şer ile de hayır ile de deniyoruz. Sonunda bize donduruleceksiniz.”

HADİSLERDE HIZIR:
Kehf suresinde Musa ile “Âlim kul” kıssasını anlatan ayetlerin tefsirini (!) ve “İlim”i konu alan hadislerde, bu “Âlim kul”un Hızır olduğu beyan edilmektedir. Metinleri cok uzun olduğu icin Arapca ve meallerini ornek olarak buraya almadığımız bu mealdeki hadisler, hadis kitaplarının en sağlamı denilen Sahih-i Buhari’de bile vardır. Bu kitabın Kitabu-l Enbiya ve Kitabu-l İlim bolumlerinde Hızır’dan bahseden hadisler yer almakta ve bu “alim kul”un Hızır olduğu soylenmektedir. Ama Hadis İlminin (!) “Mevzuu Hadisler (uydurulmuş hadisler)” bolumu incelendiğinde ise, Hızır adı gecen hadislerin tumunun yalan ve uydurulmuş olduğunun MUTTEFEKUN ALEYH olduğu, yani o hadis denen sozlerin yalan ve uydurma olduğunun OY BİRLİĞİ ile kabul edildiği gorulmektedir. Bu sebeple tum bu hadislere şuphe ile bakılır olmuştur.

TASAVVUF KİTAPLARINDA HIZIR:
İslÂm dininin yegÂne kaynağı olan Kur’an’da boyle bir varlığın mevcudiyetinden soz edilmemesine ve “Hızır” sozcuğunun Kur’an’da hic yer almamasına karşılık, tum tasavvuf ve tarikat cevrelerinde “Hızır”, bir inanc, bir ana unsur olarak yer almıştır. Bu cevrelerde; “Âlim kul”un Hızır olduğu, Hızır’ın da Nebi olmayıp Velî olduğu kabul edilmekte, Kehf suresinde anlatılan kıssadaki “Âlim kul”un Musa peygamberden bilgili olmasına dayalı olarak da Velî’nin Nebi’den ustun olduğuna inanılmaktadır. “Ruya”, “Keşif” gibi aslı astarı olmayan safsataları kendilerine temel kaynak edinmiş olan bu cevreler, Hızır adındaki uydurma kişiliği de kendilerine sermaye yapmışlar ve bu konuyu cok eskiden beri, dini bilmeyenler uzerindeki somurulerinde ilÂve bir malzeme olarak kullanmışlardır.
Hızır hakkında bircok yalan ve yanlış olaylar uydurulmuş, bu olayları konu alan belki de yuzlerce kitap yazılmıştır. MeselÂ; İmam-ı Gazalî tarafından yazılmış ve Hızır’ın bazı tasavvuf erbabıyla goruşmelerini nakleden İhyÂ; Muhydidîn-i Arabî tarafından yazılmış ve Hızır’la bir cok kez karşılaşıp konuştuklarını anlattığı FutuhÂt; Hacı Bektaş Velî tarafından yazılmış ve Hızır’la yapılmış olan goruşmelerin yer aldığı MakÂlÂt; İmam-ı Rabbanî tarafından yazılmış ve yine Hızır’la yapılmış olan goruşmelerin yer aldığı MektûbÂt adlı eserler, bu kitaplardan birkac tanesidir.
Bu meşhur kişilerin meşhur eserlerinin yanında piyasada dolaşan yuzlerce tasavvuf ve tarikat kitapları ile evliya menkıbelerini konu alan kitaplarda, Hızır’dan ve onun kerametlerinden bahsedilmektedir.
İslÂm dini ile hic alÂkası olmayan bu kitaplar, temsil ettikleri akımın ayrı bir din olduğunu gostermektedir. Hicbir tasavvuf ve tarikat erbabı bunu acıkca ifade etmese de maalesef bu bir gercektir. Cunku tasavvuf ve tarikatlar incelendiğinde, onların İslÂm dininden (Kur’an’dan) ayrı bir inanc temeline dayandıkları acık ve net bir şekilde gorulmektedir. Boyle olmasına rağmen “din adamı” gecinen İslÂm Âlimleri(!) ise, saflık gorunumu altına saklamaya calıştıkları korkaklıkları ile o sapık hazretlerin herzelerine kılıf hazırlamaya uğraşmaktadırlar.
MeselÂ; MevlÂna unvanlı CelÂleddin Rumî’ye ait olduğu soylenen kitaplar eğer gercekten bu şahsa ait ise ve başta Mevlevîler olmak uzere diğer tarikat zumreleri tarafından baş tacı yapılmış olan MenÂkıbu-l Arifin adlı kitapta yazılan rezillikler doğru ise, CelÂleddin Rumî’nin Muslumanlığına yuz bin şahit az gelir. Ama hakkında “AŞK PEYGAMBERİ MEVLÂNA” diye kitap yazılan ve “aşk dini”nin peygamberi ilÂn edilen bu şahıs icin hicbir Musluman “Ne peygamberi?” diye bir soru sormamakta, hicbir “din adamı” kisveli zevat da tum ulkede satışı yapılmakta olan kitap hakkında ve de bu şahsın Kur’an’a aykırı olarak Muhammed’den sonra peygamber ilÂn edilmesi karşısında bir soz soylememektedir.
Ozetle ifade etmek gerekirse; Hızır inancı, İslÂm dini ile uzaktan ve yakından alÂkası olmayan ve ayrı bir sapık din olan tasavvuf ve tarikat kanalı ile Muslumanlar arasına sokulmuş pek cok sapık ve yanlış inanclardan birisidir.
SONUC OLARAK İSLÂM’DA HIZIR :
Hızır inancı, kışın bitişini ve baharın gelişini simgeleyen, havaya, suya ve toprağa hayalî bir “cemre (kor)”nin duştuğunu varsayan “cemre duşmesi” inancı gibi gercek dışı bir inanctır.
Hızır inancı İslÂmî bir inanc olmayıp, Zerduştluk, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Şamanizm gibi, tahrif olduğu icin batıl hÂle gelmiş dinlerin mensuplarında gorulen bir inanctır. Bu inanc, tamamen vehme dayalı ve uydurulmuş bir inanc olup, Muslumanlar arasına da sonradan sokulmuştur. İslÂm dininin biricik kaynağı Kur’an’a gore de boyle bir kişi veya varlık yoktur.
http://www.istekuran.com/index.php?page=8c3bb2e15d9fc663f0e0522ef168dc9a&id =27


KUR’AN’DAKİ MUSA İLE BİLGİN KUL KISSASI
Allah’a kayıtsız şartsız teslim olma ve gecici şeylerden uzak durma konularında onemli bilgi ve ilkeler iceren Kehf suresinin bunyesindeki “ashab-ı kehf (mağara arkadaşları)”, zengin adam-yoksul adam, Musa ile “bilgin kul” ve Zulkarneyn ile Ye’cuc Me’cuc kıssaları, bizler icin ibret dolu birer ornek teşkil etmektedir.
Ancak, bu kıssalardan bir tanesi, Musa ile “bilgin kul” kıssası, İsrailiyat kulturu altında Âdeta rivayet bombardımanına tutulmuş ve bu konuda binlerce hikÂye, menkıbe yazılmıştır. İşin kotu tarafı, bu rivayet bombardımanı sonucunda Kur’an’dan onay almayan ve İslÂm ilkeleri ile kesinlikle bağdaşmayan,
Veli,
Hızır,
İlm-i Ledun
Kulların gaybı bilebilmeleri,
Velinin nebiden ustunluğu
gibi bir cok abuk sabuk inanış, ne yazık ki Muslumanlara kabul ettirilmiştir.
Bizim bu makaleyi yazmamızdaki amac, işin gerceğini kardeşlerimizle paylaşıp, kardeşlerimizi İsrailiyat batağından uzak tutmaktır.
Musa ile “bilgin kul” kıssası, Kehf suresinin 60 – 82. ayetlerinde anlatılmıştır. 60 – 64. ayetler, Musa’nın yolculuğa cıkışı, genc yardımcısı, sahra (iki denizin birleştiği yer), balık konularını icermekte, “bilgin kul” ise 65. ayette ortaya cıkmaktadır. 60 – 64. ayetlerde anlatılanlar da onemli olmakla birlikte, rivayet bombardımanın bu ayetlerdeki hasarı imanı, tevhidi zedeleyecek boyutta değildir. Bu sebeple biz, bu kısmın sadece mealini vermekle yetinip, yorumlarımızı, yanlışa, batıla ve hurafeye malzeme yapılan 65 – 82. ayetler icin yapmış bulunuyoruz.
18/60 – 80. ayetlerin meali:
60- Ve bir vakit Musa genc hizmetcisine “Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut senelerce gideceğim.” demişti.
61- Bunun uzerine iki denizin birleştiği yere vardıklarında ikisi de balıklarını unuttu. O zaman o denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu.
62- Bu şekilde gectikleri zaman genc hizmetcisine: “Getir kuşluk yemeğimizi; gercekten biz bu yolculuğumuzda yorulduk.” dedi.
63- Genc: “Gordun mu? Buyuk Kaya’ya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unuttum; onu anmamı muhakkak şeytan unutturdu. O, şaşılacak bir şekilde denizdeki yolunu tuttu.” dedi.
64- Musa, “İşte bu, aradığımızdı!” dedi. Hemen izlerini takip ederek gerisin geri donduler.
65- Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim oğretmiştik.
66- Musa ona: “Doğru yol konusundaki sana oğretilenden bana da oğretmen şartıyla sana tÂbi olabilir miyim?” dedi.
67- O: “Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.
68- Ve havsalanın almadığı şeyenasıl sabredeceksin!” dedi.
69- Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hicbir işine karşı gelmem.” dedi.
70- O: “O halde eğer bana uyacaksan, bana hicbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana ondan soz acıncaya kadar.”
71- Bunun uzerine ikisi beraber gittiler; nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı.Musa: “A, icindekileri boğmak icin mi yaraladın onu? Doğrusu kotu bir şey yaptın!” dedi.
72- O: “Demedim mi ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?” dedi.
73- Musa: “Unuttuğum şeyle beni suclama ve bu işimden dolayı bana gucluk cıkarma!” dedi.
74- Yine gittiler nihayet bir delikanlıya rastgeldiler; tuttu onu olduruverdi. Musa: “Bir can karşılığıolmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu cok kotu bir şey yaptın!” dedi.
75- “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?” dedi.
76- Musa: “Eğer bundan sonra sana birşey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Doğrusu tarafımdan beyan edilecek son ozre erdin.”
77- Bunun uzerine yine gittiler. Nihayet bir koy halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar, kendilerini misafir etmekten kacındılar. Derken orada yıkılmak uzere olan bir duvar buldular, tutup onu doğrulttu. Musa: “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ucret alırdın” dedi.
78- O: “İşte bu, seninle benim ayrılmamız olacak! Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin ic yuzunu haber vereyim.
79- Once gemi, denizde calışan birtakım zavallılarındı. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim; cunku otelerinde butun sağlam gemileri gaspedip alan bir kral vardı.
80- Delikanlıya gelince, anne-babası mumin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkÂra suruklemesinden korktuk.
81- İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikce daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin.
82- Ve gelelim duvara; o, şehirde iki yetim oğlanındı, altında onlar icin bir define vardı ve babaları iyi bir zat idi. Onun icin Rabbin onların erginlik cağına ermelerini, definelerini cıkarmalarını diledi. Bu, Rabbinden bir rahmet olmak uzeredir ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi goruşumle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin acıklaması!” dedi.

18/65 – 82. ayetlerin tefsiri:
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, bu ayetlerde anlatılan seruven, binlerce rivayet ve menkıbeye kaynak olmuştur. Daha doğrusu, bu uydurmaların turediği esas kaynak bu ayetler değil, bu ayetler hakkındaki Ubeyy b. Ka’b rivayetleridir. Ubeyy b. Ka’b sayesinde; Hızır adında bir supermenimiz; elifi gorse mertek sanan İlm-i Ledun sahibi koşe bucak post serip cennet pazarlaması yapan bircok evliyamız; havada ucup suda yuruyen, dağların arkasını ve yıllar sonrasını ayan beyan gorup anlatan, peygamberden ustun tutulan velilerimiz olmuştur.
Bu bombardımanın amiral gemisi ise İbn-i Kesir’in rivayet tefsirleri kitabıdır.
Şimdi, bu sacmalıklara dayanak kabul edilen ayetlerin gercek anlamlarını inceleyelim ve bakalım gercekten bu ayetler ile bu sacmalıklar arasında bir bağıntı, bir benzerlik var mı?
18/65. Ayet: “ Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim oğretmiştik.
Musa ile yardımcısının Sahra’da (iki denizin birleştiği yerde) buldukları kul bize gore bir peygamberdir. Cunku ayette “Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik” denmiştir. Biz biliyoruz ki Yuce Rabbimiz bu ifadeyi başka ayetlerde de peygamberlerine verdikleri icin kullanmıştır:
Zuhruf; 31 – 32: Yine dediler ki: “Bu Kur’an, şu iki kentin birinden, bir buyuk adama indirilmeli değil miydi?”
Ne! Yoksa Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şimdiki hayatta, onların gecimliklerini aralarında paylaştıran, birbirlerine iş gordurmeleri icin, kimini kimine derecelerle ustun kılan biziz. Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha iyidir.”
Kasas; 86: Sen, Kitab’ın sana verileceğini hic ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Oyleyse, sakın inkÂrcılara arka cıkma!
“Bilgin kul”un peygamber oluşunun bir diğer delili ise; “bilgin kul”un 82. ayette, duvar doğrultma işini kendi iradesi ile yapmadığını beyan etmesidir. Bu demektir ki, duvar altında duran iki yetime ait gomunun varlığı ve bu gomunun belli bir sure daha bulunduğu yerde korunması gereği ve dolayısıyla bunun icabı olan duvarın doğrultma işi, “bilgin kul”a vahy ile telkin edilmiştir.
Yukarıdaki delillere dayanarak peygamber olduğunu soylediğimiz “bilgin kul” icin bize bu kıssa dışında bilgi verilmemiştir. Bu durumda “bilgin kul”un Nisa suresinin 164 ve Mumin suresinin 78. ayetlerinde bahsedilen, adı ve kendi hikÂyesi bildirilmemiş peygamberlerden olduğu anlaşılmaktadır.
Bu iki Âyetten(18/65à 43/31-32 28/86) “rahmet” ile neyin kasdedildiğini oğrendikten sonra goruyoruz ki 65. Âyette “biz ona katımızdan rahmet vermiştik” buyuruluyor. Yine aşağıda goreceksiniz 82. Âyette duvar doğrultma olayı Âlim Kul’un kendi isteğiyle yaptığı bir eylem değildir. Duvarın altında iki yetime ait gomunun varlığı, onun korunmasının gereği, onun icinde duvarın doğrultulmasının icabı Alim Kul’a (peygambere) vahy ile telkin edilmiştir.
18/66. Ayet: “Musa ona: “Doğru yol konusundaki sana oğretilenden bana da oğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?” dedi.”
Musa ve “bilgin kul” tanışmışlardır. Musa, onun bilgin birisi olduğunu, doğru yolu bulma konusunda kendisine cok bilgi verilmiş olduğunu oğrenmiştir. Ve ondan “doğru yolu bulma konusunda ona oğretilenlerden oğrenmek icin”, onun oğrencisi olmayı istemektedir.
18/67 – 68. Ayetler:
O: “Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.
Ve havsalanın almadığı şeye nasıl sabredeceksin!” dedi.
Musa`nın o yore ve “bilgin kul” hakkında bilgisinin olmadığı bellidir. Cunku o bolgeye yeni gelmiş ve “bilgin kul” ile yeni tanışmıştır. Ama “bilgin kul”un ifadelerinden anlıyoruz ki, “bilgin kul” o yorenin insanıdır ve bir takım gorevleri vardır. Zira “bilgin kul”, Musa ile birlikte oldukları takdirde meydana gelmesi muhtemel olaylar karşısında Musa’nın, kafasının bu olayları almayacağını ve sabredemeyeceğini ongormektedir. Yani “bilgin kul”, belli bir gorevi ifa etmek icin dolaştığı o bolgede, o bolgeyi iyi tanıdığı icin, bazı olumsuzluklarla karşılaşabileceğini tahmin edebilmekte ve Musa’nın da bunlara sabredemeyeceğini duşunmektedir.
18/69 – 77. Ayetler: Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hicbir işine karşı gelmem.” dedi.
O: “O halde eğer bana uyacaksan, bana hicbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana ondan soz acıncaya kadar.”
Pazarlık yapılmış ve “bilgin kul” Musa’nın yanında gelmesine izin vermiştir. Kıssanın bundan sonraki bolumlerinde Musa’nın genc yardımcısından soz edilmez olmuştur.
Bunun uzerine ikisi beraber gittiler; nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı. Musa: “A, icindekileri boğmak icin mi yaraladın onu? Doğrusu kotu bir şey yaptın!” dedi.
“Bilgin kul”un o cevreyi tanıdığı gibi, gemi sahipleri ve yolcular da “bilgin kul”u tanıyor ve ona guveniyor olmalılar ki, “bilgin kul”un gemiyi yaralamasına engel olmamışlardır. Ne “bilgin kul”, ne de o yore hakkında bilgisi olmayan Musa ise bu işe karşı cıkmıştır.
Olanlar gayet olağan şeylerdir. Bu olayda herhangi bir olağanustuluk, esrarengizlik yoktur. Kulun gaybı bilmesi gibi bir şey soz konusu değildir.
O: “Demedim mi ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?” dedi.
Musa: “Unuttuğum şeyle beni suclama ve bu işimden dolayı bana gucluk cıkarma!” dedi.
Yine gittiler nihayet bir delikanlıya rastgeldiler; tuttu onu olduruverdi.
Musa: “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu cok kotu birşey yaptın!” dedi.
Ayette gecen “ غلام Gulam” sozcuğunun orijinal anlamı, “Cinsel ilişkiye alabildiğine duşkun ve arzulu olan” demektir. Bu ozellik, cocukluk yaşından cıkmış kimselerde olur. Bu da delikanlılık cağıdır. Gulam/ delikanlı sozcuğu, şeyh/ ihtiyar sozcuğunun zıt anlamlısı olarak kullanılır.
Ayetteki “Bir can karşılığıolmaksızın masum bir cana mı kıydın?” ifadesinden, “gulam”ın erişkin birisi olduğunu anlıyoruz. Zira cocuk yaşta birisi başkasını oldururse ona kısas yapılmaz. Buradaki olay kısasa uygun gorulduğune gore “gulam”, cocuk değil erişkin bir delikanlıdır.
Delikanlının oldurulmesine de Musa’dan başka karşı cıkan olmamıştır. Demek ki, “bilgin kul”un delikanlıyı nicin oldurduğunu o beldenin insanları, oldurulen delikanlının yakınları; ana-babası herkes bilmektedir. Aksi halde bir yabancının gelip de, memleketlerinde kendilerinden bir delikanlıyı oldurup elini kolunu sallayarak cekip gitmesine kimse kayıtsız kalmazdı. Oldurme gerekcesi ise aşağıda 80 ve 81. ayetlerde acıklanmıştır.
“Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?” dedi.
Musa: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Doğrusu tarafımdan beyan edilecek son ozre erdin.”
Bunun uzerine yine gittiler. Nihayet bir koy halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar, kendilerini misafir etmekten kacındılar. Derken orada yıkılmak uzere olan bir duvar buldular, tutup onu doğrulttu. Musa:
“İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ucret alırdın” dedi.
“Bilgin kul” bu koyun veya beldenin yabancısı olmalı ki, koyluler “bilgin kul” ve Musa’ya ilgisiz kalıyorlar.
18/78 – 79. Ayetler: “O: “İşte bu, seninle benim ayrılmamız olacak! Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin ic yuzunu haber vereyim.
Gemi olayına gelince, denizde calışan birtakım zavallılarındı. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim; cunku otelerinde butun sağlam gemileri gasp edip alan bir kral vardı.”
“Bilgin kul”un o bolgeyi tanıdığının bir kanıtı da, bindikleri geminin sahiplerini tanıması ve oteki kıyıda hukum suren zalim kraldan haberdar olmasıdır. Bunları bildiği icin gemiyi yaralamış ve zalim kralın gemiye el koymasını engellemiştir. Gemi sahipleri ve gemideki yolcular da “bilgin kul”u tanıyıp ona guvenmektedirler ki, ona engel olmamışlar ve gemiye verdiği zararın karşılığını talep etmemişlerdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, “bilgin kul”un gemideki hasarı kendi iradesi ile yapmış olmasıdır. Bu hususu kendisi de “ فاردت ان اعيبها BEN onu kusurlu hale getirmek İSTEDİM” diyerek beyan etmiştir.
“Bilgin kul”un buradaki davranışı; “İki fesat tearuz ettikte ehaffi irtikab ile a’zamın caresine bakılır. Yani, biri buyuk diğeri daha hafif iki zarar bir anda soz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek buyuk zarardan kurtulma yoluna gidilir.” (Mecelle Madde 28) genel ilkesine goredir. Yoksa burada gaybı bilme gibi olağan dışı bir durum soz konusu değildir.
18/80 – 81. Ayetler: “Delikanlıya gelince, anne-babası mumin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkÂra suruklemesinden korktuk.
İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikce daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin.”
Ayetlerden anlaşıldığına gore delikanlıyı oldurme olayı resmî otoritenin; toplum olarak yasalara gore verdikleri bir karar gereği olmuştur. “Bilgin kul” bu kararın infaz memurudur; tabiri caizse cellÂttır. Onun icin olayı acıklarken “فخشيناkorktuk” ve “فاردنا istedik ki” diye kamuyu iceren, coğul bir ifade kullanmıştır. Eğer delikanlının oldurulmesi o delikanlının yaşadığı kentte yasal bir icraat olmasaydı, hem delikanlının yakınlarının hem de şehir halkının (kamu otoritesi) “bilgin kul”a gerekli tepkiyi gostermeleri ve onu cezalandırma yonune gitmeleri gerekirdi.
Gelenekciler, bu ayetlerdeki “korktuk” ve “istedik” fiillerinin oznelerini uyduramamışlardır. “Bilgin kul”, “Hızır” veya “melek” yapılınca, korkanlar da Allah ile Hızır veya Allah ile melek olmaktadır. Buna rağmen bu sozcuklerin uzerinde durmamışlar olayın ustune gidememişlerdir.
Bu olayların bilinmeyecek, yadırganacak, batın ilmi vs. gibi acıklanacak bir yanı yoktur. Normal şer’î bir icraattır. Musa “Bir can karşılığıolmaksızın masum bir cana mı kıydın?” diyerek sadece kısas ile insan oldurulebilineceğini ileri surmuştur. Halbuki şer’an (yasal acıdan) insan, sadece, kısas icin oldurulmez. Allah’a savaş acanlar da oldurulur:
Maide; 33: Allah ve elcisine karşı savaşanların ve yeryuzunde bozgunculuğa calışanların cezası ancak oldurulmek veya carmıha gerilmek ya da el ve ayakları capraz olarak kesilmek ya da yeryuzunden surulmektir. Bu onlara dunyada bir rezilliktir. Oteki dunyada da onlar icin buyuk bir ceza vardır.
Burada 80. ayete dikkat edilirse; “Delikanlıya gelince, anne-babası mumin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkÂra suruklemesinden korktuk.”denilmektedir. Bu ifadeden de delikanlının, mumin anne ve babasını dinden cıkarmak icin caba sarfettiği (Allah ile savaştığı) anlaşılmaktadır. Yani bu durumda Maide suresinin 33. ayetine gore onun oldurulmesi meşru bir olaydır.
18/82. Ayet: “Ve gelelim duvara; o, şehirde iki yetim oğlanındı, altında onlar icin bir define vardı ve babaları iyi bir zat idi. Onun icin -Rabbinden bir rahmet olmak uzere- Rabbin onların erginlik cağına ermelerini, definelerini cıkarmalarını diledi. Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi goruşumle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin acıklaması!” dedi.”
Kendisine rahmet (peygamberlik) verilen ve Allah tarafından bilgilendirilen “bilgin kul”, duvar meselesini acıklarken “Onun icin ( ……. فاراد ربّك ) – Rabbinden bir rahmet olmak uzere- Rabbin onların erginlik cağına ermelerini, definelerini cıkarmalarını diledi. Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi goruşumle yapmadım.” diye acıklamıştır.Demek oluyor ki, bu uc olaydan sadece ucuncu olay vahy ile bildirilmiştir. Yani “bilgin kul”, sadece duvar doğrultma işini kendi bilgisi ve iradesiyle gercekleştirmemiştir.
Ayetin orijinalindeki “ وما فعلته عن امرى ve m fealtuhu an emrî” ifadesi, tefsir ve meallerin ekserisinde (hemen hemen hepsinde) “ve ben bunların hic birini kendi goruşumle yapmadım.” diye cevrilmiştir. Bu ceviriye gore uc olaydan hic birinde “bilgin kul”un kendi goruşu ile davranmadığı, her uc olayda da aldığı vahyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Oysa bu ceviri yanlıştır. Doğru ceviri; “Ve ben onu (duvarı doğrultmayı) kendi goruşumle yapmadım” şeklindedir.
Rivayetcilerin ve dirayetsizlerin yanlış meal ve tefsirlerinin doğru olabilmesi icin ayetin orijinalinin “عن امرى وماVe m fealtuhunnean emrî” şeklinde olması gerekirdi. Ancak bu takdirde cumlenin anlamı, “Ben onları kendi goruşumle yapmadım” şeklinde olurdu. Halbuki ayetin orijinali boyle değildir.
Uc olayın da vahye dayandığı goruşu, ayetlerin iceriği ile uyumlu değildir. Eğer uc olay da vahye dayalı ise “bilgin kul”, 79. ayette geminin kusurlu hÂle getirilme işi kendi tasarrufunda imiş gibi “ben diledim” dememeli ve 80 ile 81. ayetlerde anlatılan “gulam”ın oldurulmesi olayında başkalarını da kapsayan “korktuk” ve “istedik” şeklindeki coğul ifadeler kullanmamalı idi. Ayrıca bu uc olay vahye dayalı olsaydı, 82. ayetteki “Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi goruşumle yapmadım.” ifadesi cumlenin en sonunda, “işte senin sabredemediğin şeylerin acıklaması” ifadesinden sonra olmalı idi. Boylece her uc olay da “bilgin kul”un kendi goruşu ile yapmadığı şeylerin kapsamına girmiş olurdu.
Sonuc olarak rivayetlerin, masalların, menkıbelerin, ayetin orijinal anlamını ihmal ettirdiği anlaşılmaktadır. (Hakkı Yılmaz)
http://www.istekuran.com/index.php?page=8c3bb2e15d9fc663f0e0522ef168dc9a&id =10 )



posted in HIZIR | 1 Comment

6th Temmuz 2008
SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>OZGURLUK

Hızır ve İlyÂs isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibaret olan hıdrellez, ko­ku İslÂm oncesi eski Orta Asya, Ortado­ğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyÂs kavramları et­rafında dinî bir muhtevaya burunmuş halk bayramının adıdır. Bu bayram, mer­kezini ozellikle Anadolu ve Balkanlar’ın, Kırım, Irak ve Suriye’nin teşkil ettiği Batı Turkleri arasında, bugun kullanılmakta olan Gregoryen takvimine gore 6 Mayıs (eski lulyen takvimine gore 23 Nisan) gu­nu kutlanmaktadır.
Hıdrellez, halk arasında olumsuzluk sır­rına erdiklerine ve biri karada, diğeri de­nizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyÂs peygamberlerin yıl­da bir defa bir araya geldikleri gun ola­rak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte, ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada İlyÂs’ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hı­zır motifi one cıkarılmıştır. Dolayısıyla bu bayramda icra edilen butun merasimler Hızır’la ilgilidir. Bunun temel sebebi, İs­lÂm oncesi devirlerde yukarıda zikredi­len uc buyukkulturun hÂkim olduğu alan­da bu yaz bayramı vesilesiyle kultleri kut­lanan insan ustu varlıkların daha ziyade Hızır’ın şahsiyetine uygun duşmesi ve onunla ozdeşleşmesidir.
Osmanlı Devleti’nde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıc tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski takvim­de yıl ikiye ayrılmış olup 23 Nisan’dan (6 Mayıs) 26 Ekim’e (8 Kasım) kadar suren 186 gun “Hızır gunleri” adıyla yaz mevsi­mini, 23 Nisan’a kadar devam eden 179 gun de “Kasım gunleri” adıyla kış mevsi­mini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın so­na erip yazın başladığı gun olarak kutlan­maktadır.
Hızır ve İlyÂs’a tahsis edilen bu gun, İs­lÂm dunyasının her tarafında kutlanma­dığı gibi kutlandığı yerlerde de adı, tarihi ve yapılan merasimler aynı değildir. Her şeyden once İslÂm folklorunda Hızır ile İlyÂs hakkında cok zengin bir inanclar ve efsaneler literaturu ve bu ikisinin yılda bir defa goruştuğu inancı mevcut olduğu halde bu gun belirlenmiş değil­dir; hatta Turk dunyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama gunu olarak bilinmez. Fakat muhakkak olan şudur ki, İslÂm dunyasının onemli bir kısmında ve bu ara­da Turkler arasında her zaman hıdrellez adı altında olmasa da Hızır ile İlyÂs’ın bir­leştiği gunun hÂtırası cok eskiden beri değişik gunlerde ve bicimlerde kutlan­maktadır… Ayrıca Turkiye’deki Alevîler ve İran’daki Kızılbaş Karakoyunlu Turkmenleri (Cihiltenler) arasında şubat ayı ortala­rında “Hızır nebî bayramı” adıyla hıdrel­lezden ayrı ve orucla gecirilen bir bayra­mın kutlandığı bilinmektedir
Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak ve Suriye Turkleri’ne mahsus bir halk şen­liği olan hıdrellezin buralarda ozellikle 6 Mayıs’ta kutlanması iklim ve tabiat şart­larıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sozu edilen bolgelerde ilkbahardan yaz mevsimine gecişi belirlemekte olup hicrî takvim sis­temiyle hicbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece guneşin Ulker burcu­na girdiği bir zaman parcasıdır. Bu tarih­ten 7-8 Kasım’a kadar bu burcu guneşin batışından sonra gormek mumkun de­ğildir. Yılın diğer gunlerinde ise Ulker bur­cu guneş battıktan kısa bir sure sonra go­rulebilmektedir. Bu suretle astronomik gozlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak uzere iki mev­sime bolunmuştur. 8 Kasım butun ozel­likleriyle kışın başlangıc tarihini, 6 Mayıs’a rastlayan hıdrellez gunu de gercek anlamda yazın başlangıc tarihini oluştur­maktadır (Gokalp, Quand le crible etalt dans la paute, s. 211 -231). Pek cok arşiv belgesi, Osmanlılar doneminde devlet nezdinde bile işlerin yılın bu iki mevsimi­ne, yani “rûz-i Hızır’dan (Hızır-İlyÂs’tan) rûz-i Kasım’a” veya “rûz-i Kasım’dan rûz-i Hızır’a” kadar olan iki doneme gore plan­landığını gostermektedir (mesel bk. BA, MD, nr. 5, s. 295, 305; nr. 58, s. 83).
Ote yandan 6 Mayıs, Turklerin Anado­lu’ya yahut daha genel bir ifadeyle Orta­doğu’ya geldikten sonra tanıdıkları bir tarihtir. Zira Doğu Hıristiyanlığının Aziz Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios, Saint Ge-orge) ya da Yeşil Yorgi kultu bu tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı’nda cok onemli bir yeri olan bu kult zaman icinde Hızır- İlyÂs kultu ile birleşerek oz­deşleşmiş ve bu suretle 6 Mayıs tarihi Or­tadoğu ve Balkanlar’da hıristiyan-musluman kultur etkileşimi sonucunda hem Aziz Yorgi hem de Hızır- İlyÂs kultunun ic ice girmesinin bir sonucu olarak kutlan­maya başlanmıştır (iki kult arasındaki bu ozdeşliğin nasıl meydana geldiği ko­nusunda bk. HIZIR).
Muslumanlara Hızır ve hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya İslÂm’la da Hıristiyanlık’la da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve Bal­kanlar’da hem muslumanların hem de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz bay­ramının koku İslÂm ve Hıristiyanlık once­si İlkcağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kulturlerinde aranmıştır. Mezopo­tamya ve butun Doğu Akdeniz cevresin­deki ulkelerde bazı tanrılar adına bahar veya yazın gelişiyle ilgili birtakım Âyinle­rin yapıldığı bilinmektedir. MilÂttan on­ce III. binyılın sonlarında, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fı­rat ve Dicle nehirlerinin hayat verici gu­cunu simgeleyen Tammuz (Dumuzi) ilÂhı adına bahar mevsimi başlangıcında Mezopotamya’daki Ur şehrinde gorkemli Âyinler yapıldığını gosteren tabletler bu­lunmaktadır (James, s. 42). Tammuz, ta­biatın oluşu (sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar, yaz) birlikte olen ve yeniden dirilen bir tanrı kabul edilmiştir (ER, IV, 512-513). Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz kultu, İbrÂnîler kanalıyla Suriye ve Mısır uzerinden eski Yunanis­tan’a ve Anadolu’ya gecmiş, burada da aynı tanrı Adonis adıyla tanınmıştır. Louvre Muzesi’nde bulunan Boğazkoy tabletleri, benzer Âyinlerin Hititler zama­nında Anadolu’da yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı Telipinus icin icra edil­diğini gostermektedir (James, s. 190-192). Ayrıca eski İran’da yine yeşillik ve su kav­ramlarıyla ilgili HaurvatÂt ve AmeretÂt adlı iki tanrı icin bahar mevsiminde ozel Âyinler yapıldığı, Nevruz’un da bunlardan doğduğu bilinmektedir (Widengren, s. 28, 35, 86, 126). AvestaĞa dişi varlıklar olarak kabul edilen HaurvatÂt suların, AmeretÂt ise bitkilerin koruyucusudur…
Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım uygulamalar, bu halk bayramı­nın putperest koklerini cok daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İslÂm Âlimleri bu durumun farkına vara­rak bu konuda yasaklayıcı fetvalar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde de hıd­rellez kutlamalarının dinî acıdan sakın­calı olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yuz­yılda ŞeyhulislÂm Ebussuûd Efendi’nin fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebussu­ûd Efendi, boyle bir gunun kutsallığına inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin, yiyip icmenin sakıncalı olmadığını soy­lemektedir (Duzdağ, s. 117)…
Turkiye’de “hıdırellez”, Kırım ve Dobru-ca’da “hıdırlez”, Makedonya’da “edirlez” (ederlez), Kosova bolgesinde “hıdırles” (hedirles, hadırles) gibi değişik bicimlerde soylenen hıdrellez merasimleri, ceşitli ul­ke ve yorelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar gosterebilir. Ancak bunlar Hızır adının cağrıştırdığı gibi ge­nellikle bolluk ve bereketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının one cıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazan icinde tur­be de yer alan mesire yerlerinde kutla­nan merasimlerdir. 5 Mayıs gunu temiz­lik yapıp yiyecek ve icecek hazırlama gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili butun merasimleri, Âdet ve gelenekleri dort grupta toplamak mumkundur. 1. Şifa ve sağlık talebine yonelik olanlar. 2. Uğura, bereket ve bolluk talebine yonelik olan­lar. 3. Mal mulk, mevki ve servet talebi­ne yonelik olanlar. 4. Kısmet ve talih ac­maya yonelik olanlar. Mesel hıdrellez gu­nu kır ciceklerinin kaynatılarak suyundan icilmesinin hastalıklara şifa vereceği, hıd­rellez gecesi butun sulara nur yağacağın­dan o gece suya girmenin her turlu has­talığa karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci gruba ornek gosterilebilir. Genel­likle hıdrellez gecesi Hızır’ın yeryuzunde dolaştığı ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancı cok yaygın olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve iceceklerin ağ­zının acık bırakılması, dileklerin bir kÂğı­da yazılarak gul ağaclarının dibine konul­ması vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara ornek sayılabilir. Bunlara benzer pek cok orneğe her yerde rastla­mak mumkundur.
Hıdrellez merasimleri Hızır ile İlyÂs’ın buluşmasına atfen hemen daima toplu olarak gercekleştirildiği icin bazı kasaba ve şehirlerin yakınında yeşillik bir mekÂn­dan oluşan ve “hıdırlık” denen, insanların bir arada yiyip ictiği, eğlendiği bir mesi­re yeri bulunur. Bu yerlerde icra edilen merasimler, eski devirlerde aynı zaman­da evlenme yaşına gelmiş genc kız ve er­keklerin birbirlerini gorup beğenmeleri­ne de imkÂn vermekteydi. Dolayısıyla hıd­rellez merasimlerinin geleneksel Turk toplumlarında sosyal iletişim aracı olmak gibi pratik yonleri de bulunmaktaydı.
Hıdrellez inanış ve Âdetleri folklorda ol­duğu gibi edebiyata da koklu bicimde yansımış ve Gılgamış destanından bu ya­na mitoslar halinde yazılı ve sozlu edebi­yat geleneğinde yer almıştır. Anadolu’­nun pek cok yerinde hıdırlık denilen me­sirelerin bulunması ve hıdrellez başta ol­mak uzere bahar eğlencelerinin buralar­da duzenlenmesi edebiyatta hıdrellez te­masının canlı tutulmasına sebep olmuş­tur.
Dede Korkut’tan itibaren Ebû Muslim, Battal Gazi, DÂnişmend Gazi, San Saltuk, Koroğlu gibi kahramanların hayatı etra­fında teşekkul eden destanı romanlarda gerek Hızır ve İlyÂs’ın kişilikleri, gerek hıd­rellez gunu, gerekse hıdıriıklarda devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler ek­seninde yer yer hıdrellezin de zikredildiği gorulur. Klasik Turk şairleri “evvel ba­har”! andıkları zaman genellikle hıdrellez gunlerini kastetmekte ve baharı konu edinen şiirlerinde (bahÂriyye) ekseriya bu gunleri anlatmaktadırlar… (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Hıdırellez maddesi)

posted in HIZIR | 0 Comments

6th Temmuz 2008
SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>OZGURLUK

Kur’Ân, ne Musa’nın uşağının adından, ne de onun karşılaştığı bilge kulun adından soz etmiştir. Bu zatın, sadece Allah’ın katından ilim verdiği bir kul olduğunu soyler. Hızır’ın ebedi yaşadığı hakkındaki rivayetleri, İbn Kayyim ve Âlûsî sağlam gormemişlerdir. Maddi hayat bakımından kıyamete dek yaşayan bir kimsenin olmaması gerekir. Cunku Enbiy Suresi’nin 34′uncu ayetinde, “Senden once hicbir insana ebedi yaşama vermedik” denmektedir. (Suleyman Ateş -Vatan Gazetesi -29.3.2003)

posted in HIZIR | 0 Comments

6th Temmuz 2008
SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>OZGURLUK

HIZIR, Hz. Mûs doneminde yaşayan, kendisine ilÂhî bilgi ve hikmet oğretilen kişi.
Arapca kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapca menşeli oldu­ğu kabul edilen kelime Turkce’de Hızır ve Hıdır biciminde kullanılmaktadır. Hadır “yeşil, yeşilliği cok olan yer” mÂnasındaki ahdar ile eş anlamlıdır. Bu mÂnadan ha­reketle hadır kelimesinin ozel isimden zi­yade lakap ve sıfat olarak kabul edildiği soylenebilir. Nitekim bazı kaynaklarda Hı­zır’a bu ismin, kuru yerde oturduğunda altından otların yeşerip dalgalanması (BuhÂrî, “EnbiyÂ3″, 29), cennet pınarından ictiği icin bastığı her yerin yeşile burunmesi (Makdisî, III, 78) sebebiyle verildiği kaydedilmektedir. Bazı şarkiyatcılar tara­fından Hızır kultunun arkasında birtakım ilkel dinlerde rastlanan bitki tanrısının bu­lunduğu iddia edilmişse de (Hasluck, I, 324) aslında İslÂm’daki Hızır telakkisinin bu inancla hicbir ilgisi yoktur. Hızır ismi­nin menşei hakkında, yukarıdaki iddialara ilÂve olarak Ahd-i Atîk’te yer alan “adı Filiz olan adam” (Zekarya, 6/12) inancının et­kili olduğu da ileri surulmuştur (İA, V/l, s. 461). Şarkiyatcıların bir kısmına gore Hızır kelimesi Arapca asıllı olmayıp Gılgamış destanında yer alan Gılgamış’ın ata­sı Hasistra veya Hasisatra’nın Arapcalaşmış şeklidir (Ocak, s. 61). Friedlaender’e gore ise Hızır ismi İskender efsanesine benzeyen Glaukos (yeşil) masalı ile alÂkalı olup bu efsane Arapca’ya uyarlanırken “hadır” şeklinde tercume edilmiştir (ERE, VII, 694).
Bazı İslÂmî kaynaklarda Hızır’ın asıl adı ve soyu hakkında bilgi verildiği gorulmek­tedir. Sıhhatleri tartışmalı olan rivayetle­re gore Hızır, Hz. Âdem’in cocuklarından Kabil’in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh’un oğ­lu SÂm’ın torunlarından Bely b. MelkÂn yahut Hz. İshak’ın torunlarından Hazrûn b. AmÂyîl’dir. Bunun yanında onun Hz. Harun’un soyundan geldiği, isminin Ha­dır b. Âmiya veya Hadır b. Fir’avn olduğu yahut Kur’an’da adı gecen İlyÂs veya El-yesa’ın Hızır’ın kendisi olduğu one suru­lur (Ebû Hatim es-SicistÂnî, s. 3; Makdi­sî, III, 77; İbn Kesîr, I, 295; Diyarbekrî, I, 106). Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum, babasının Fars olduğu kaydedilir (İbn Ke­sîr, I, 299; Diyarbekrî, I, 106-107). İbn Ke­sîr, İslÂmî kaynaklarda Hızır’ın gercek adı olarak gosterilen Bely b. MelkÂn’ın aslında KitÂb-ı Mukaddesteki İlya’dan bozma olduğunu belirtmiş [el-BidÂye, I, 299), bu goruşe dayanan A. J. Wensinck ve A. Ya­şar Ocak gibi araştırmacılar, Hızır’ın asıl adının İlya’nın Arapcalaşmış şekli olan Bely olabileceğini ileri surmuşlerdir. An­cak başta Kur’Ân-ı Kerîm olmak uzere ha­dis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyÂs tasvirlerine gore İlya ile İl­yÂs aynı, Hızır ile İlyÂs farklı kişilerdir; ay­rıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Buna gore halk kulturundeki Hızır-İlyÂs beraberliğini ifade eden Hıdrellez telak­kisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya cıkar.
[B]Kur’Ân-ı Kerîm’de adı gecmemekle bir­likte mufessirler tarafından Hızır’a ait olduğu kabul edilen Kehf suresindeki kıs­sa ozetle şoyledir: Hz. Mûs genc adamı­na iki denizin birleştiği yere ulaşmaya ka­rar verdiğini soyler, bunun uzerine bera­berce yola cıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutul­muş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir muddet son­ra Mûs genc adamına azığı getirmesini soyler; fakat genc adam olup biteni hatır­layarak daha once bunu Musa’ya bildir­meyi unuttuğu icin uzuntusunu dile ge­tirir. Bunun uzerine Mûs aradıkl