ŞAHSİYETİN TESCİLİ

Bu cihan; milyarlarca yıldız arasından, insan icin bir imtihan mekÂnı olarak hazırlandı. İnsanın CenÂb-ı Hakk’a yaklaşabilmesi icin zerreden kurreye her şey bu dunyada sergilendi. Yani Rabbimiz, bu cihanı insan icin Âdet bir endam aynası olarak halk etti. İnsanın ne ihtiyacı varsa, orada vÂr etti ve o aynada ilÂhî azameti teşhir eyledi. Tefekkur bir îmÂn anahtarı oldu.

İmtihanın hedefini de Rabbimiz şoyle bildirdi:

اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ

“O ki, hanginizin daha guzel davranacağını imtihan icin olumu ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mulk, 2)

CenÂb-ı Hak, insanlığın;

Ahsen (en guzel) davranışlar sergileyecek bir gonul kıvamında;

Ekmel (en olgun, en mukemmel) ibÂdet, muÂmelÂt ve muÂşerette bulunabilecek bir şahsiyette;

Ecmel (gonle huzur ve ferahlık verecek) davranışlar sergileyecek bir karakterde olmasını arzuluyor. Bu vasıflara ulaşabilenleri cennetine davet ediyor.

Bunun icin;

İnsanlığa fiilen, lisÂnen ve hÂlen rehberlik edecek peygamberler lutfetti. EnbiyÂyı, mÂzîleri tertemiz olan sÂlih insanlar arasından secti. Gecmişleriyle tenkit edilebilecek; “Sen de vaktiyle şu şu nefsÂnî gunahları işlemiştin!” itirazlarına muhatap olabilecek dengesiz şahsiyetlerden peygamber secmedi.

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Peygamberlerin Sultanı… O’nun karakter ve şahsiyeti de en zirve…

O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ; cÂhiliyye devrinde dahî tertemiz ve nezih kalmış, sÂdık ve iffetli, hemşehrileri tarafından kendisine «el-Emîn» sıfatı verilen, en mukemmel ve en mustesn şahsiyet.

Peygamber Efendimiz ilk kez İslÂm’a davet etmek uzere akrabalarına hitÂb ederken; evvel kendi şahsiyetini tescil ettirmek icin Ebû Kubeys Dağı’nı gostermiş şoyle sormuştu:

“–Size; «Şu dağın arkasında duşman var; buraya doğru yaklaşmaktadır. Canınıza kastedecek, tedbir alın!» desem, bana inanır mısınız?”

Akrabaları, hemşehrileri dediler ki:

“–İnanırız. O dağın arkasını gormesek de, Sen Muhammedu’l-Emîn olduğun icin verdiğin haberin doğruluğundan asla şuphe etmeyiz! İcimizde en doğru insan Sen’sin. Sen’in her dediğin doğrudur.”

Peygamber Efendimiz; onlardan bu tasdiki aldıktan, şahsiyetini herkese tescil ettirdikten sonra İslÂm dînini tebliğ vazifesine başlamıştır. Bundan sonra muhatapları O’nu; ancak garezleri, hasetleri, inatları ve korluklerinden dolayı yalanlamış oldular.

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sadece mubÂrek yuzu dahî, etrafına itimat ve huzur telkin ederdi. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret ettiklerinde; yahudi Âlimlerinden eski adı Husayn olan Abdullah bin SelÂm, Allah Rasûlu’nu merak ederek yanına varmış, vech-i mubÂreklerine bakınca da;

“Bu yuz asla yalan soylemez!” diyerek musluman olmuştu. (Tirmizî, KıyÂme, 42/2485; Ahmed, V, 451)

Zira sûret, sîretin en net aynasıdır.

KÂmil bir mu’min de; temiz bir vicdana sahip olduğuna dair, butun mu’minlerden Âdet birer husn-i hÂl kÂğıdı alabilecek bir gonul kıvÂmına sahip olmalıdır.

Şu Âyet-i kerîme, AllÂh’a davet eden kişinin taşıması gereken vasıfları ne guzel tarif eder:

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَٓا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ

“(İnsanları) AllÂh’a davet eden, sÂlih ameller işleyen ve; «Ben muslumanlardanım.» diyen (İslÂm’ın karakter ve şahsiyetini tevzî eden)den daha guzel sozlu kim olabilir?” (Fussilet, 33)

AllÂh’a davet eden kişinin; amelleri, davranışları, ibÂdetleri, muÂmelÂtı, yani her fiili sÂlih olacak, yani AllÂh’ın rızÂsına muvÂfık, insanlara faydalı ve fesattan uzak olacak.

O kişi; lisÂnıyla ve lisÂn-ı hÂliyle, yani her hÂliyle, tabiri cÂizse goğsunu gere gere;

«Ben muslumanlardım!» diyebilecek. Yani;

«Ben; İslÂm’ı ve muslumanları en guzel olculerde temsil ediyorum. Sizleri davet ettiğim İslÂmî olculeri, kendim yaşıyorum. Ozum ve sozum, hÂlim ve kālim birdir, hakikat uzeredir.» diyebilecek.

Yine hicbir endişe hissetmeden, musluman olduğunu, AllÂh’a teslim olduğunu yuksek sesle ifade edebilecek bir vakar ve izzet sahibi olacak.

Boylece dÂim şahsiyet ve karakter tevzî edecek.

Bunu da hayatın med ve cezirlerinde muvÂzeneyi kaybetmeden, eğilmeden, bukulmeden yapabilecek.

TIPKI HUBEYB GİBİ…

Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- , İslÂm’ı oğretmek uzere etraftaki kabîlelere muallimler gonderirdi. Adal ve Kāre kabîleleri de Allah Rasûlu’nden muallim istemişlerdi. Bu kabîleler icin on kişilik bir heyet yola cıktı. Fakat kafile tuzağa duşuruldu. Muallimlerin sekizi şehid, ikisi de esir edildi.

«Recî Vak‘ası» adıyla tarihe gecen bu elîm hÂdisede, esirler yani Hubeyb ve Zeyd -radıyallÂhu anhuma- cok ağır işkencelerle şehid edildiler. Buna rağmen en kucuk bir taviz vermediler.

O sırada ehl-i kufur arasında ve Kureyş’in reisi olan Ebû Sufyan, Hubeyb -radıyallÂhu anh- ’ın Peygamber Efendimiz’e bağlılığının derecesini gormek istercesine bir sual sordu:

“–Hayatının kurtulmasına mukabil, senin yerinde Muhammed’in olmasını ister miydin?”

Hazret-i Hubeyb; zÂhiren zengin ve guclu gorunse de, kalbi kufur ve zulumle perişan bir vîrÂne hÂlinde olan Ebû Sufyan’a acıyarak baktı ve şu samimî sozleri soyledi:

“–Benim, coluk-cocuğumun arasında olup, Peygamberim’in burada olmasını istemek şoyle dursun; benim olumden kurtulmama karşılık, O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile asla gonlum rÂzı olmaz!”

Bu eşsiz muhabbet ve şahsiyet manzarası karşısında Ebû Sufyan, kıskanclık ve hayranlık arasında şu itirafta bulunmak zorunda kaldı:

“–Hayret doğrusu! Ben, dunyada Muhammed’in ashÂbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha gormedim.” (VÂkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)

AshÂb-ı kiram; îmanda, tevhidde tavizsizdi. AllÂh’a îman ve RasûlullÂh’a yakınlık; onların dunyaya bakışını değiştirmişti. Tefekkurleri derinleşmiş, vicdanları rakikleşmiş, merhamet ve şefkat zirveleşmiş, her şeyde Âhireti dunyaya tercih şuuru idrak hÂlini almıştı.

Canlarıyla, mallarıyla, ilimleriyle, irfanlarıyla her şeyleriyle Allah yolunda hizmet ve cihad gayreti icindeydiler. Bu uğurda hicbir fedÂkÂrlıktan vazgecmiyorlardı. Cunku Peygamber Efendimiz’den bunun tÂlimini almışlardı.

Hakikaten Fahr-i KÂinÂt Efendimiz; meşakkatler, alaylar, eziyetler, işkenceler, tehditler, boykotlar ve sûikastlerle gecen 13 senelik Mekke doneminde; hicbir zaman bezginlik, yorgunluk, bıkkınlık ve Âcizlik gostermedi. MuÂrızlarının taviz beklentilerine de tehditlerine de cevabı şu metÂnet ve salÂbet icinde idi:

“VallÂhi, AllÂh’ın dînini tebliğden vazgecmem icin, Guneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dÂvÂdan vazgecmem! Ya yuce Allah, onu butun cihana yayar, (boylece) vazifem biter; ya da bu yolda olur giderim!” (İbnu’l-Esîr, el-KÂmil fi’t-TÂrîh, II, 64)

O’nun sergilediği izzet ve şahsiyet, ashÂbına da in‘ikÂs etti.

FEDÂKÂRLIK RÛHU

Mus‘ab gibi nice genc; Mekke sokaklarının alkışlarını, suslu elbiseleri, ailelerinin servetini yureklerinin tersiyle ittiler. Dunya gozlerinde kuculdu, Âhiret ise yegÂne ufuk oldu. Her nefes Allah Rasûlu’ne hayran oldular. O’nun yolunda en kucuk bir fedÂkÂrlığı bile canlarına nimet olarak bildiler. -radıyallÂhu anhum-

HabbÂblar, BilÂller en ağır işkencelere aldırmadılar. YÂsirler, Sumeyyeler canlarını verdiler, tevhîdi bırakmadılar. -radıyallÂhu anhum-

Peygamberimiz’in krallara gonderdiği İslÂm’a davet mektuplarını; cellÂtların keskin kılıclarının onunde, sevinc ve huzur icinde okumak onlara tarifsiz bir haz veriyordu. Olumu goze aldılar. Nitekim elcilerden HÂris bin Umeyr el-Ezdî -radıyallÂhu anh-, GassÂnî emiri tarafından şehid edildi.

Hazret-i Hatice VÂlidemiz ve Hazret-i Ebûbekir Efendimiz, varlarını yoklarını kardeşleri icin harcadılar. Varlık Nûru’na pervÂne oldular.

CÂfer-i TayyÂrlar O’nun bir emriyle gittikleri Habeşistan’da 14 sene gurbet hayatı yaşadılar. Oraya şahsiyet ve karakterleriyle îman mayası ve aşısı oldular.

Kur’Ân’a koştular, Kur’Ân kulturuyle yaşadılar. Sunnet’e ittib ettiler. Başka hicbir şeye iltifat etmediler.

O samimiyet ve ihlÂs ile Allah TeÂlÂ’nın rızÂsına, hoşnutluğuna erdiler. Maddî ve mÂnevî ikramlara mazhar oldular. Mûcizelere ve kerÂmetlere şahit oldular. Onlardan bir misal:

MUHAFIZ ARILAR

Recî Vak‘ası’nda; Kur’Ân talebelerinin başkanı olan Âsım bin SÂbit, kÂfir oklarıyla yaralanıp, şehid olacağını anlayınca CenÂb-ı Hakk’a şoyle niyaz etti:

“−AllÂh’ım! Ben gunun başında Sen’in dînini korudum; Sen de gunun sonunda benim cesedimi koru!”

Boyle du etmesinin hikmeti şu idi: Bedr’in intikamını almak isteyen Kureyşliler; vahşîlikleri sebebiyle, Âsım’ın cesedinden, oldurulduğunu ispatlayacak bir parca istiyorlardı. Bunun icin adamlar gonderdiler.

Fakat Allah TeÂlÂ, Âsım -radıyallÂhu anh-’ı korumak icin bir arı surusu gonderdi. Bu arı bulutu, Âsım’ın cesedini kapladı. Kureyş’in adamları, onun n‘şından hicbir şey koparmaya muvaffak olamadılar. (BuhÂrî, CihÂd, 170; MeğÂzî, 10, 28; VÂkıdî, I, 354-363)

Duşman, akşama kadar arıların dağılmasını bekledi. Arılar dağıldı bu sefer de Ânîden muthiş bir yağmur bastırdı. Seller aktı ve Âsım’ın cesedi bu esnÂda gozlerinden kayboldu. Rabbi, Âsım’ın cesedini kÂfir tasallutundan korumuştu. Bu hÂdiseden sonra Âsım; «Arıların Koruduğu Şehid» diye anıldı. (İbn-i HişÃ‚m, III, 163)

CenÂb-ı Hakk’ın muhafazası; İslÂm şahsiyet ve vakarı sergilendiği muddetce, devam etti. Nusret, dÂim mu’minlerden yana oldu. Şu Âyet-i kerîme tecellî etti:

وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِر۪ينَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ سَب۪يلًا

“Allah, kÂfirler icin mu’minler aleyhine asla bir yol (bir galip gelme fırsatı) vermeyecektir.” (en-NisÂ, 141)

Îman celÂdetinin ve AllÂh’ın yardımının en bÂriz şekilde tecellî ettiği mekÂnlardan biri, Canakkale harpleri oldu. O gun Turk ordusunun hicbir fizikî gucu kalmamıştı. Fakat metafizik, fizikî gucleri bertarÂf etti. Maddî guclerine istinÂd eden mağrur duşmanlar mağlûp oldu. Îman dolu sîneler kazandı. Onları yetiştiren, «Şehidimin alÂmetidir.» deyip kınaladığı ana kuzularını cephelere gonderen anneler kazandı.

Ancak bu zafer de, asr-ı saÂdetteki zaferler gibi fedÂkÂrlıklarla kazanıldı.

Asr-ı saÂdette muhÂcirler; mallarını, mulklerini bırakıp hicret ettiler. Bir tarafta dunya menfaatleri, diğer tarafta Allah ve Rasûlu vardı. Onlar her şeyden vazgecip AllÂh’a sığındılar.

Onlar milyarlarca insan icinde herhangi bir insan gibi kalabilirlerdi. Fakat gosterdikleri mu’min şahsiyeti ve fedÂkÂrlık, onları gonullere nakşetti.

MeselÂ;

ZU’L-BİCÂDEYN

Babası olduğunde ona hic mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası, onu yanına alıp buyutmuş ve mal sahibi yapmıştı.

Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret ettiği zaman Abdullah musluman olmak ve O’nun yanına koşmak istemişse de, muşrik amcası buna mÂni oldu. Peygamber Efendimiz; Mekke’yi fethedip Medine’ye donduğu zaman artık sabrı tukenen Abdullah, amcasına;

“–Ey amca! Musluman olmanı hep bekledim durdum. Senin hÂl Muhammed -aleyhisselÂm-’ı arzu ettiğini goremiyorum! Bari benim musluman olmama izin ver!” dedi.

Amcası malıyla tehdit ederek şoyle dedi:

“–Eğer sen Muhammed’e tÂbî olursan, uzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana verdiğim her şeyi geri alırım!”

Abdullah -radıyallÂhu anh- tereddut bile etmedi:

“–Ben, vallÂhi Muhammed -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e tÂbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.

Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullah -radıyallÂhu anh-, elbisesiz olarak annesinin yanına gitti. Annesi, kalın kilimini iki parcaya ayırdı. Abdullah; onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden yukarısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medine’ye varıp Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e kavuşmak istiyordu. Onundeki her turlu engel, gozunde bir hic hÂline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara duştu.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından; eli-ayağı parcalanmış, aclık ve susuzluktan tÂkati kesilmiş, perişan bir hÂlde Medine’ye yaklaştı. Heyecanı had safhadaydı. Fakat bir an, uzerindeki kaba cullarla Allah Rasûlu’nun huzûruna cıkamayacağını duşundu. Buna rağmen Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’ne kavuşma heyecanıyla kendinden gecen genc sahÂbî, soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescidde yattı. Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldırdı. Cemaate goz gezdirip evine doneceği sırada AbdullÂh’ı gordu. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- , o mubÂrek sahÂbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Eski isminin Abduluzza olduğunu oğrenince;

“–Sen, Abdullah Zu’l-BicÂdeyn’sin! (Cifte cul/kilim sahibi Abdullah’sın.) Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu.

Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ashÂbı icinde en cok suffe ashÂbıyla ilgilenirdi. Cunku onları; hÂl ve ahlÂklarıyla olduğu gibi, icinde yetiştikleri Kur’Ân kulturuyle de İslÂm’ı butun dunyaya neşredecek kıvamda yetiştirmekteydi.

Abdullah -radıyallÂhu anh- Suffe’de kalıyor ve Kur’Ân-ı Kerim oğreniyordu. Bir muddet sonra Kur’Ân-ı Kerim’den bircok sûreyi okuyup ezberlemişti.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- , onun hakkında;

“O, AllÂh’a ve AllÂh’ın Rasûlu’ne hicret ederek cıkıp gelmiştir! O, «evvÂh»lardandır, yani AllÂh’a cokca yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuştur. Cunku o, Kur’Ân okurken AllÂh’ı cokca zikreder ve yanık terennumlerle icli duÂlar ederdi.

Tebuk Seferi’nde Efendimiz’in haber verdiği şekilde hummÂdan vefat ederek şehid oldu, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından kabre konulma şerefine nÂil oldu.

Bizlere onun bu hÂtırasını anlatan Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallÂhu anh- der ki:

“Bu manzara karşısında icim dolu dolu oldu. Zu’l-BicÂdeyn’e gıpta ettim. O an;

«Ne olurdu bu kabrin sahibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifÂt-ı Peygamberî ile gomulen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (Bkz. İbn-i HişÃ‚m, IV, 183)

Zu’l-BicÂdeyn, bir garip sahÂbî idi. Fakat fedÂkÂrlığı 1.400 seneden beri gonullerde devam ediyor. Kendisinden sonra gelen buyuk kitlelere hÂliyle sohbet veriyor, onları irşÃ‚d ediyor.

Cunku

Tenlerin hayÂtiyeti bir «zıll-i zeval», kaybolan bir golge. Karakter ve şahsiyetler ise fÂni hayatta sonra unutulmaz. KıyÂmete kadar gonullerdeki tahtı devam eder.

Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- buyurdu ki:

“Oyle kÂmil bir hayat yaşa ki, insanlar dunyadayken seni ozlesinler. VefÂtından sonra da sana hasret kalsınlar!”

Onlar bu şekilde yaşayan ve gıpta edilen oyle numûne-i imtisal şahsiyetler ki;

Her biri;

Canıyla karakter ve şahsiyet…

Malıyla karakter ve şahsiyet…

EvlÂdını Allah yolunda yetiştirmesiyle karakter ve şahsiyet…

EvlÂt yetiştirmekteki şahsiyete en guzel misal Abdulkādir GeylÂnî -kuddise sirruh- Hazretleri ve onun muhtereme annesidir.

EŞKIYÂYI ISLAH EDEN DOĞRULUK

Abdulkādir GeylÂnî Hazretleri’nin babası, kendisi kucukken olmuştu. Annesiyle yalnız kalmışlardı. İlme cok iştiyÂkı vardı. Bu sebeple devrin ilim şehri olan Bağdat’a gidip tahsil gormek istiyordu. Yalvara yalvara annesini rÂzı etti. Annesi, babasından kalan 40 altını elbisesinin altına dikip;

“Bunlar babandan kaldı, ilim icin harca. Aman evlÂdım asla yalan soyleme!” dedi ve onu uğurladı.

Abdulkādir GeylÂnî Hazretleri’nin bulunduğu kervanın, yolunu eşkıy kesti. Herkesin nesi varsa aldıktan sonra ona da;

“–Senin bir şeyin var mı?” diye sordular. O da;

“–Evet var. Elbisemin altında dikili 40 altınım var.” dedi. Once ciddiye almadılar. Fakat sonra baktılar ki doğru. Hayretle;

“–Nicin haber verdin? Sen soylemeseydin biz seni cocuk olduğun icin aramayacaktık bile!” dediler.

Abdulkādir GeylÂnî Hazretleri;

“–Ben evden ayrılırken anneme asla yalan soylemeyeceğime dair soz vermiştim. Kırk altın icin sozumu hic bozar mıyım?!.” dedi.

Bunun uzerine, cok duygulanan eşkıy reisi;

“–Bu kucuk cocuk, gunah olacak diye, annesinin sozunu yerine getiriyor. HÂlbuki biz devamlı olarak Rabbimiz’in emrine karşı geliyoruz. Gelin tevbe edelim. Şimdiye kadar eşkıyÂlıkta sizin reisinizdim. Bundan sonra da doğru yola gelmenizde oncunuz olayım.” dedi. Hepsi de tevbe edip hidÂyete erdiler.

İşte mustesn bir şahsiyetin hidÂyete vesile oluşuna bir misal.

CenÂb-ı Hak, o buyuk şahsiyetleri unutturmuyor. Ummet-i Muhammed, Abdulkādir GeylÂnî Hazretleri’nden mustefîd oldu. HÂl irşÃ‚dı devam etmekte…

BahÂeddin Nakşibend -kuddise sirruh- Hazretleri de; intisÂbının ilk yıllarında, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etti ve hatt insanların gececeği yolları temizleyerek tam yedi sene kÂbına varılmaz bir hizmet hayatı yaşadı. Arkasından gelen silsileye en guzel şekilde numûne oldu.

İslÂm, kendisine tÂbî olan mu’mine, yuksek bir karakter ve şahsiyet kazandırır. Cunku musluman icin, Kur’Ân-ı Kerim, Rabbin kullarına mektubu ve en guzel rehber, Allah Rasûlu en guzel usve, yani canlı bir Kur’Ân-ı Kerim.

Gonlunun toprağına îman tohumunu ekip onu yeşertenler, gonullerini Kur’Ân ve RasûlullÂh’a rÂm edenler, rahmet-i ilÂhiyyenin mubarek, berrak ve şeffaf yağmurları gibidir ki, baharların yeşermesi gibi hidÂyetlere vesile olurlar.

Muhteşem bir misal;

ABDULLAH İBN-İ MES‘ÛD -radıyallÂhu anh-

Deve ve koyun cobanlığı yapan, vucutca zayıf ve ufak tefek, sevimli yuzlu bir sahÂbî idi. Fakat gonlunu Hakk’ın Habîbi’ne oyle bir actı ki, musluman olduğu andan itibaren HidÂyet Nûru’ndan hic ayrılmadı. O ilim ve irfan menbaından kana kana istifade etti. FedÂkÂrca O’na hizmete koştu. Efendimiz;

“Kim okur?” deyince; o koştu ve ilk defa muşriklere karşı, Mescid-i Haram’da cehrî olarak Kur’Ân okudu, Allah yolunda fecî şekilde darp edildi. Fakat bu fedÂkÂrlıkları, İslÂm’ın izzetini bu şekilde korkusuzca sergileyişleri sayesinde, kalbi oyle bir kıvam kazandı ki, yediği lokmaların zikrini işitmeye başlamıştı.

Muşrikler gozunde İbn-i Mes‘ûd -radıyallÂhu anh- bir hicti. Bedir’de bir ara Peygamber Efendimiz;

“−Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip bakar?” buyurdu. Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallÂhu anh- aramaya gitti ve onu yere serilmiş hÂlde buldu. HÂdisenin devamını kendisi şoyle anlatır:

Ben onu son dakikalarını yaşarken buldum ve tanıdım, boynuna ayağımla bastım;

“–Ey AllÂh’ın duşmanı! Allah seni zelîl ve hakîr kıldı değil mi?” dedim. (O kibir kumkuması son nefeslerinde bile kufr-i inÂdîsi ve şeytan gururundan sıyrılamadı ve şoyle dedi):

“–Allah beni ne ile zelîl ve hakîr kıldı, kavminin oldurduğu adamlar icinde benden daha ustun kim var? Ey koyun cobanı! Sen cetin ve erişilmesi cok guc olan bir yere cıkmışsın! Sen onu bırak da bana haber ver, bugun devran kimindir?”

“–Allah ve Rasûlu’nundur!” dedim. Onu kendi kılıcıyla oldurdukten sonra Rasûlullah -aleyhisselÂm-’ın yanına vardım:

“–Ebû Cehil’i oldurdum!” dedim. AllÂh’a hamd u sen etti ve;

“–O, bu ummetin Firavun’u idi.” buyurdu. (BuhÂrî, MeğÂzî, 12; Ahmed, I, 444; İbn-i HişÃ‚m, II, 277; VÂkıdî, I, 89-90)

Ebû Cehil’in; “Sen bir cobansın.” diye tahkir ettiği İbn-i Mes‘ûd; Kur’Ân ve Rasûlullah mektebinde oyle inkişÃ‚f etmişti ki, Peygamberimiz’in irtihÂlinden sonra Kûfe Kadısı oldu. Orada kurduğu Kûfe Hukuk Ekolu’nden İmÂm-ı Âzamlar yetişti. O İmÂm-ı Âzam ki; dunya hukuk tarihinde eşi ve benzeri bulunmadığı gibi, ona emsal diye gosterilmeye kalkılan Solon ve HammurÂbi ancak ona cıraklık edebilirler.

İslÂm hukuk metodolojisinin meşhur sîmÂlarından KarÂfî de der ki:

“Allah Rasûlu’nun hicbir mûcizesi olmasa, yetiştirdiği sahÂbesi (ile kurduğu fazîletler medeniyeti bile; ) O’nun (ne buyuk bir) peygamber olduğunun şahidi olarak yeterdi.”

HAKİKÎ TERAKKÎ

İşte İslÂm; mensubuna boyle bir kıvam, boyle bir şahsiyet ve karakter, boyle bir izzet ve vakar kazandırmakta.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in tedris ve terbiyesi sayesinde; mÂzîsi îtibarıyla hicbir şey olmayan insanlardan, her şey olan, dunyaya yon veren insanlar zuhûr etti. Olulerden diriler cıktı, komurden elmas elde edildi.

Bugun de muslumanlar şahsiyet ve vakarı İslÂm’dan tahsil etmelidir. Demirin terakkîsiyle; teknolojik ustunlukle insanlığa zulmeden, hakikî, insanî medeniyet nÂmına dunyaya kan, acı ve gozyaşından başka bir şey vermeyen ehl-i kufur ve dalÂletten şeref ve haysiyet beklemek bir muslumana asla yakışmaz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Mu’minleri bırakıp da kÂfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (guc ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki butun izzet yalnızca AllÂh’a aittir.” (en-NisÂ, 139)

Hakikaten ashÂb-ı kiram, İslÂm ile izzet buldu.

Kabîle savaşlarından oteye gecememiş kişiler, iklimleri fethederek; adÂlet, hak ve hukuku tevzî eden rehberler oldu. Bizans ve SÂsÂnî, devrin iki super gucu iken, İslÂm orduları; birini ortadan kaldırdı, zulmun yuz karası olan Doğu Roma İmparatorluğu’nu da tesirsiz hÂle getirdi.

Ummî, cÂhil, hatta yarı vahşî bir kavmin nesli, dunyanın en sağlam ilim ve arşiv kontrol sistemi olan hadis ricÂl ve sened ilmini tesis etti. Diğer taraftan da fazîletler medeniyeti inşÃ‚ etti.

İlim, irfan, edebiyat, sanat ve mimarîde yani medeniyetin tezÂhuru olan her sahada, muslumanlar, kendi şahsiyetlerini aksettiren en mukemmel zirveleri yakaladı.

Fakat asıl buyuk inkişaf gonul dunyasında idi.

SahÂbe, nubuvvet pınarından nÂil olduğu yoğun in‘ikÂslar neticesinde Hakk’a akrabiyet, yani kalben Hakk’a yakınlığı tahsil etti. Onların nazarında hak ve hayır butun guzelliği ile; şer ve bÂtıl da butun cirkinliği ile netleşti. Kendilerinden sonra gelen nesillere de aynı rûhu in‘ikÂs ettirdiler.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- kendisi hakkı tevzîde en guzel numûne oldu. VefÂtına yakın gunlerde de kendi şahsına izÂfe ederek;

“AshÂbım; kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına haksız yere vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..” (Bkz. Ahmed, III, 400) sozleriyle emsalsiz bir hak-hukuk ve servet beyannÂmesinde bulundu.

Bu hakkāniyet olculerini Efendimiz’den tahsil eden ashÂb-ı kiram da; cihana yayılarak hakkı tevzî etti, adÂletli, merhametli bir İslÂm şahsiyetini temsil ettiler. Bu gonul kıvÂmına ulaşmış kişiler, sadece hÂlleriyle dahî İslÂm’ı temsil ve tebliğ ettiler.

MÂNEVÎ FUTUHAT

Ucuncu Osmanlı Padişahı I. Murad Han, Kosova’yı fethedince oraya Anadolu’nun temiz insanlarını yerleştirdi. Bu, bir İslÂm iskÂn siyaseti oldu. Anadolu’dan gelen musluman ailelerin yaşayışıyla, sergiledikleri mustesn şahsiyet ve tertemiz karakterle, Arnavutların % 95’i musluman oldu.

İstanbul’un Fethi’nden on sene sonra, 1463’te Bosna fethedildi. Fatih Sultan Mehmed Han da oralara Anadolu’nun temiz insanlarını goturup yerleştirdi. Butun Boşnaklar, boylece musluman oldular. Yine Fatih’in, İşkodra bolgesine getirdiği guzel numûne insanlarla, mÂnevî futuhat devam etti. O coğrafyada da cok halk musluman oldu.

Osmanlı’da dÂimÂ, zulmu ve mÂnileri bertarÂf eden zÂhirî fethin ardından, mÂnevî futuhÂtı; İslÂm’ın guler yuzunu sergileyen, İslÂm’ı her hÂlleriyle yaşayan muslumanlar, dervişler, tuccarlar gercekleştirirdi.

O muslumanlar, her şeyleriyle, Hakk’ın şahidi oldular. Kendilerini seyredenlere hayranlıkla; “Bu ne guzel din!” dedirdiler. Asıl fetih bu idi. Gonul fethi idi. Nitekim 18. asırdan itibaren, Osmanlı’nın gucu Balkanları korumaya yetmedi. Balkan Harpleri ile bolgedeki hÂkimiyeti tamamen sona erdi. Oralarda hıristiyan ve komunist idareler nice zulumler ve baskılar uyguladılar. Fakat bugun, Bosna-Hersek, Kosova, Arnavutluk ve Makedonya başta olmak uzere butun Balkanlarda yuz binlerce musluman, İslÂmî huviyetlerini devam ettiriyorlar.

Bugun milyonlarca muslumanın yaşadığı Endonezya gibi okyanus otesindeki ulkeler, gonul futuhÂtı dışında hicbir askerî sefer ile fethedilmedi. Oraya durust, haram-helÂl hassÂsiyetiyle iş yapan musluman tuccarlar gittiler. Oranın idarecileri ve halkı;

“Bu ne guzel din!” diyerek halka halka musluman oldular.

VelhÂsıl;

Gercek bir musluman, şahsiyetiyle İslÂm’ın guler yuzunu ve rûhÂnî dokusunu fiilen sergilemelidir.

Bir muslumanın en buyuk tebliği; lisÂnıyla beraber hÂliyle, kulturuyle ve edebiyledir. “Bunlar ne guzel insan!” kıvÂmında şahsiyetine hayran bırakabilmesiyledir.

Rabbimiz; şahsiyet ve karakterimizi, ahlÂkımızı ve gonul dunyamızı, Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ve O’nun guzîde ashÂbının mustesn hÂlinden nasiplendirsin.

Rabbimiz bizleri; «Daha guzel sozlu kim var?» diye methettiği; İslÂm izzet ve vakarını taşıyan, gonlunden rahmet taşıran, AllÂh’a davet eden, sÂlih amel sahibi muslumanlar zumresine ilhak buyursun.

Âmîn!..




Osman Nuri Topbaş//Yuzakı Dergisi
Yıl: 2016 Ay: Nisan Sayı: 134

__________________