Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın Gonul DeryĂ‚sında Sır ve Hikmet İncileri
HEVESLE OLMAZ
CenĂ‚b-ı Hak indinde, mu’minler derece derecedir.
İhlĂ‚s ve takvĂ‚; muhabbet ve mĂ‚rifette derinleşerek, CenĂ‚b-ı Hakk’ın lutfuna ererek mukarreb olan kulların, yani Allah TeĂ‚lĂ‚’ya yakınlıkta mesafe alabilenlerin, kendilerine mahsus hĂ‚lleri ve husûsiyetleri vardır.
CenĂ‚b-ı Hak; peygamberlerin de bazılarını, diğerlerinden ustun kılmış ve derecelerce yukseltmiştir. AshĂ‚b-ı kiram da Allah ve Rasûlu’ne yakınlıkta aynı seviyede ve derecede değildir.
Fahr-i KĂ‚inat –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhĂ‚nî dokusundan en fazla nasipdar olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallĂ‚hu anh- idi. Hazret-i Peygamber ile bazen oyle husûsî sohbetleri olurdu ki, bunlara başkaları asla muttalî olamazdı. Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-, bu mustesnĂ‚ hĂ‚li şoyle anlatıyor:
RasûlullĂ‚h’ın huzûruna girdim. Hazret-i Ebûbekir -radıyallĂ‚hu anh- ile ilm-i tevhîd hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapca bilmeyen biriymişim gibi sohbetlerinden hicbir şey anlamadım.
“–Bu hĂ‚l neyin nesidir? Siz Peygamber –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ile hep boyle mi sohbet edersiniz?” diye sordum.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallĂ‚hu anh-;
“–Evet bazen Rasûlullah –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ile baş başa iken boyle sohbet ederiz.” dedi. (Bilgi icin bkz. Ahmed bin AbdullĂ‚h et-Taberî, er-RiyĂ‚zu’n-Nadra, II, 52)
Her makamın kendine mahsus hĂ‚lleri, mahremiyetleri ve îcapları vardır. Mukarrebûn seviyesinde olmadığı hĂ‚lde; onların seviyelerinin îcĂ‚bı olan sozleri ve davranışları taklide kalkışmak, cok yanlış ve tehlikelidir.
Nitekim, Peygamberimiz –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-; butun mal varlığını infĂ‚k eden Hazret-i Ebûbekir’in bu tasaddukunu kabul ederken, diğer sahĂ‚bîlerden kabul etmezdi.
Cunku;
“–EvlĂ‚t ve ıyĂ‚line ne bıraktın?” suĂ‚line Hazret-i Ebûbekir Sıddîk;
“–Allah ve Rasûlu’nu bıraktım!” diyebilecek derecede teslîmiyet ve tevekkule sahipti.
Efendimiz de; onun bu kalp kıvĂ‚mını istikametle muhafaza edeceğinden, hayatın med-cezirleri karşısında muvĂ‚zeneyi kaybedip, yaptığı buyuk fedĂ‚kĂ‚rlıktan dolayı en ufak bir nedĂ‚mete dûcĂ‚r olmayacağından emin idi. Dolayısıyla ondan butun malını infĂ‚k etmesini kabul ederken diğerlerinden kabul etmemesi; bu kalp kıvĂ‚mında olmayan bir kişinin, en kucuk bir nedĂ‚mete duşmesinin, butun hayrına ve niyetine leke duşurecek, kendisine zarar verecek bir hĂ‚l olduğunu da tĂ‚lim hĂ‚linde idi.
Bir başka misal olarak;
En buyuk peygamberlerden Hazret-i İbrahim; tevekkul ve teslîmiyetin zirvesini sergileyerek, ateşe atılırken;
حَسْبِىَ اللّٰهُ
«Hasbiyallah!: Allah bana yeter!» demiş, CebrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m- dĂ‚hil, hic kimsenin yardım teklifini kabul etmemiş, yalnızca AllĂ‚h’a dayanmıştı. O -aleyhisselĂ‚m- tevhid uğruna ateşte yanmayı kabul etmişti. Ateşi yandırana, kendisinin oraya atılmasını takdir edene tam teslim olmuştu. Fakat CenĂ‚b-ı Hak; onun kalbindeki deryĂ‚ gibi îman ve teslîmiyetin sularıyla o ateşi sondurdu, ateşe emretti:
“Ey ateş, İbrahim’e serin ve selĂ‚met ol!” (el-EnbiyĂ‚, 69)
Boylece, Hazret-i İbrahim’in atıldığı ateş, gul bahcesine donuştu.
Halîlullah, yani AllĂ‚h’ın dostu olan bu buyuk peygamberin hĂ‚linden uzak ve nasipsiz olan bir kişinin; boyle bir durumda kendisi hakkında da aynı neticenin zuhûrunu beklemesi, haddini bilmemek olur. Bunun sonu ise husrandır.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, bu hususu şoyle acıklar:
SENDE İBRAHİMLİK VAR MI?
“Allah yolunda ateşe girmek vardır. LĂ‚kin ateşe atılmadan once, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! Cunku ateş seni değil, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..”
Haddini bilmemenin bir başka tarafı da;
“Nasıl olsa Allah bu ateşi sondurecek!” şeklindeki icten pazarlıktır. Hazret-i İbrahim, ateşe boyle girmemiştir.
“Yakarsa O yandırır, sondururse O sondurur.” şeklinde bir muazzam tevekkul ve rızĂ‚ hĂ‚linde girmiştir.
Bir başka misal:
Hazret-i İsa, «ism-i Ă‚zam»ı okur ve oluleri diriltme mûcizesi gosterirdi. NĂ‚dan ve gafil bir kişi, ısrarla bu buyuk peygamberden kendisine de «ism-i Ă‚zam»ı oğretmesini istiyordu. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın Mesnevî’de edebî tarzda tezyin edilmiş anlatışıyla; Rûhullah (Hazret-i İsa), ona şoyle cevap verdi:
“–O iş senin kĂ‚rın değildir. «İsm-i Ă‚zam»ı okuyup oluyu diriltmek icin yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i Ă‚zam, pak bir lisan ve temiz bir kalp ister. Yani oyle bir kimse ki, nefsi haram ile mulevves olmasın ve melĂ‚ike gibi isyan ve gunahtan pak olsun. Cunku bir kimsenin nefsi pak olursa; o kimsenin duĂ‚sı makbul olur. Hak TeĂ‚lĂ‚ o kimseyi hazinelerinin emîni eyler.
MeselĂ‚ farz edelim ki sen Hazret-i Musa’nın asĂ‚sını elinde tutabilirsin. Fakat Musa’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderhĂ‚ yapabilesin ve onu zapta kādir olabilesin? HattĂ‚ Musa’nın asĂ‚sı ejderhĂ‚ olunca kendisi bile korkmuştu da CenĂ‚b-ı Hak ona; “Korkma yĂ‚ Musa!” (en-Neml, 10) buyurmuştu.
İşte bunun gibi, sende İsa’nın nefesi yokken «ism-i Ă‚zam»ı okuyup ezberlemenin sana ne faydası olur ki?”
Ez-cumle, Hazret-i İsa; kendi kalbi olu olan bu adamın, başka kalpleri diriltmeye heveslenmesine hayret icinde kaldı.
Anlaşılmaktadır ki; eserlerde okunan, sohbetlerde dinlenen, ilĂ‚hî ve şiirlerde terennum edilen yuce makamların, yuksek hĂ‚llerine heveslenerek hatalı talep ve davranışlarda bulunmamak, kulluğun edebindendir.
Peygamberler de AllĂ‚h’ın kullarıdır ve ancak Allah lutfederse mûcize ve gaybî haberlere nĂ‚il olurlar. Bunun dışında onlar da başlarına gelene sabrederler.
Şeyh SĂ‚dî GulistĂ‚n’ında der ki:
Bir kişi Hazret-i YĂ‚kûb’a;
“–Ey kalbi munevver, akıllı peygamber! Yûsuf’un gomleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanı başındaki kuyuya atılırken onu gormedin?” diye sorar.
YĂ‚kûb -aleyhisselĂ‚m- cevĂ‚ben;
“–Bizim bu hususta nĂ‚il olduğumuz ilĂ‚hî nasip, cakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı gercekler, bize bazan ayĂ‚n olur, bazan kapanır! (Cok cok oteleri de gorebiliriz, fakat an gelir onumuzdeki cukuru goremeyiz.)” buyurur.
Allah dostlarına mahsus bir keyfiyet ve sır da, onların; başlarına takdir-i ilĂ‚hî olarak gelen musîbetleri, CenĂ‚b-ı Hakk’a yaklaşma vesilesi olduğu icin sevinc ve sururla karşılamalarıdır.
Fuzûlî bu makamın tercumanı olarak şoyle niyaz eder:
YĂ‚ Rab, belĂ‚-yı aşk ile kıl Ă‚şinĂ‚ beni,
Bir dem belĂ‚-yı aşktan etme cudĂ‚ beni!
“YĂ‚ Rabbî!.. Beni aşk belĂ‚sıyla ayrılmaz bir dost eyle. Aşk belĂ‚sından bir an dahî beni uzak kılma!..”
Buradaki dĂ‚imĂ‚ belĂ‚ ve musîbet talebini doğru anlamak îcĂ‚b eder. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“MukĂ‚fĂ‚tın buyukluğu, musîbetin şiddetine goredir. Allah, sevdiği topluluğu musîbete uğratır. Kim başına gelene rızĂ‚ gosterirse Allah ondan hoşnut olur. Kim de rızĂ‚ gostermezse, AllĂ‚h’ın gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zuhd, 57)
Musîbetler ve belĂ‚lar en cok peygamberlere gelmiştir. Bu, yuksek bir hakikattir. Bu kıvamda olmayan avamdan kimselerin, AllĂ‚h’ın takdiri dışında kendi arzularıyla yuksek bir musîbete heves etmeleri, doğru değildir. Cunku boyleleri, hevesle talip olsalar da; musîbetle karşılaştıklarında altından kalkamaz, sabredemez, ağırlığını kaldıramaz, hattĂ‚ isyana suruklenirler.
Bu ve benzeri hadisler, mĂ‚nen zirveleşmiş kişilere mahsustur. Onlar; ışık etrafında donen, hattĂ‚ kanatlarını ateşte yakan pervĂ‚neler gibidir. Bu aşk yangını; Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, Hazret-i Yûnus ve Fuzûlîlerin ifade ettiği gibi bir yanıştır ve kavruluştur.
Bir misal olarak M. Es‘ad Erbilî Hazretleri’ni, gonlundeki muhabbet ateşi oyle ihĂ‚ta etmiştir ki; butun mahlûkātı bir aşk yangını hĂ‚linde gorur ve bu hĂ‚li şoyle terennum eder:
TecellĂ‚-yı cemĂ‚linden, habîbim, nevbahĂ‚r Ă‚teş…
Gul Ă‚teş, bulbul Ă‚teş, sunbul Ă‚teş, hĂ‚k u hĂ‚r Ă‚teş!
“Habîbim; Sen’in guzelliğinin tecellî ederek ortaya cıkmasından dolayı, Sana Ă‚şık olan ilkbahar ateş, gul ateş, bulbul ateş, sumbul ateş, toprak ve diken ateş!..”
Ne mumkin bunca Ă‚teşle şehîd-i aşkı gasletmek?
Ceset Ă‚teş, kefen Ă‚teş, hem Ă‚b-ı hoş-guvĂ‚r Ă‚teş.
“Bunca ateşle, her şey boylesi bir aşk ateşiyle kaplanmış iken, aşk şehidini gasletmek ne mumkun! Ceset de, kefen de, onu yıkayacak su da ateş kesilmiş!”
Kalbi bu aşk ateşiyle dolu olmadığı hĂ‚lde, sıradan kimselerin musîbete talip olması, taşıyamayacağı iptilĂ‚lara heves etmesi onları helĂ‚ke goturur. Bu hususta tehlikeli heveslere kapılarak istikamet dengesini kaybedenlere; «esmĂ‚yı uzerine sıcrattı» denir.
Buna bir misal olarak asr-ı saĂ‚dette yaşanan bir hĂ‚diseyi serdetmek munasip olacaktır:
Enes -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatır:
Rasûlullah –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve sordu:
“–AllĂ‚h’a bir şey icin duĂ‚ ediyor muydun veya O’ndan bir şey istiyor muydun?”
Hasta;
“–Evet;
«AllĂ‚h’ım! Bana Ă‚hirette vereceğin cezĂ‚yı bu dunyada hemen peşin olarak ver!» diye duĂ‚ ederdim.” cevabını verdi.
Allah Rasûlu –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
“–SubhĂ‚nallah! Senin buna (boyle bir talebin ağırlık ve Ă‚kıbetine) gucun yetmez. Şoyle duĂ‚ etseydin olmaz mıydı:
رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
«…Rabbimiz! Bize dunyada da iyilik ver, Ă‚hirette de iyilik ver ve bizi cehennem azĂ‚bından koru!» (el-Bakara, 201)”
Bunun uzerine adam bu duĂ‚yı yaptı ve şifĂ‚ buldu. (Muslim, Zikir, 23; Tirmizî, DeavĂ‚t, 71/3487)
Yuksek yerlerin ruzgĂ‚rı da serttir. Şartları ehil olmayanlara ağırdır.
Ehil olmadığı hĂ‚lde zirvelere tırmanmaya heveslenen kişi; ucurum kenarında catlak bir taşa basarsa, en aşağıya yuvarlanır. Evvelce bulunduğu vasat noktayı da kaybeder.
O hĂ‚lde, kişiye haddini bilmek yakışır.
HADDİNİ BİLMEK
Haddini bilmeyenlere mĂ‚nen haddi bildirilir. O da fecî bir Ă‚kıbet demektir. Bir mu’min, uzerine farz olmayan nĂ‚file bir ibĂ‚dete girişse, meselĂ‚ bir nĂ‚file oruca başlasa, artık onu bırakması edebe mugāyir olur. Bırakmak yani orucu bozmak durumunda kalırsa da, bu ibĂ‚det kendi uzerine vĂ‚cib hĂ‚line gelir. Onu kazĂ‚ etmesi gerekir. Bunun gibi, CenĂ‚b-ı Hakk’ın kendisine takdir etmemiş olduğu bir musîbeti, bir iptilĂ‚yı talepkĂ‚r olmak da boyledir. Talep eden, sonuna kadar muktezĂ‚sını yerine getirmek durumundadır.
Bu ince hakikatlerden hareketle;
Ehlullah hazerĂ‚tı; uzunca bir sure başlarına hastalık ve benzeri bir sıkıntı gelmezse, Hakk’ın yakınlığından uzak duşmuş olmaktan endişe ederlerdi. Onlar icin, CenĂ‚b-ı Hak’tan yani dosttan gelen imtihanlar, defterden silinmediklerinin, sevildiklerinin, dergĂ‚h-ı ilĂ‚hîye takarrub, yani yakınlaşma noktasında mesafe aldıklarının bir işareti idi.
Buna mukabil, firavun gibi Allah duşmanlarının, dunyada bir kez baş ağrısına dahî muptelĂ‚ kılınmamış olduklarını bilirlerdi.
İşte bu sebeple, belĂ‚ ve musîbetten ayrı duşmemek istediklerini ifade eden beyanlarını şu mealde anlamak daha munasiptir:
“YĂ‚ Rabbî!.. Sen’in dostluğundan kulunu ayırma. Âciz kulunu mĂ‚rifetullah ve muhabetullah yolunda mesafe alabilenlerden eyle!.. Bu yolun şartı birtakım sıkıntıların, musîbetlerin yani nefse hoş gelmeyen şeylerin başa gelmesi ise, onlar başımın tĂ‚cıdır. Mademki kulunu Sana yaklaştırıyor, onları nimet ve devlet bilirim. Onlara lezzetle tahammul edebilmeyi bu Ă‚ciz kuluna nasîb eyle…”
Yani kul dĂ‚imĂ‚ tebessum hĂ‚linde olacak. DĂ‚imĂ‚ Allah’tan rĂ‚zı, takdir-i ilĂ‚hîden hoşnut ve mutebessim olacak. İbĂ‚detinde, hizmetinde, gayretinde, darlıkta ve genişlikte, zorluk ve kolaylıkta, seferde ve hazarda, hastalıkta ve sağlıkta dĂ‚imĂ‚ AllĂ‚h’a mu’min bir kul ve Peygamberi’ne ummet olmanın sevinci icinde yaşayacak… Cunku CenĂ‚b-ı Hakk’ın mu’min kuluna her ikramı bir lutuftur. Şu hadîs-i şerif bu hakikati ne guzel îzah eder:
“Mu’minin durumu gercekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Cunku her hĂ‚li kendisi icin bir hayır vesilesidir. Boylesi bir haslet sadece mu’minde vardır:
Mu’min, sevinecek olsa, şukreder; bu onun icin hayır olur.
Başına bir musîbet gelecek olsa, sabreder; bu da onun icin hayır olur.” (Muslim, Zuhd, 64)
Cunku başına gelecek sıkıntıların da, derece kazanması icin gonderilen ikramlar olduğunu bilir. Bunu dert değil derman bilir.
Hazret-i Omer’in şu sozleri, başa gelen musîbette dahî şukredecek hikmet ve sırları gorebilme ahlĂ‚kı zĂ‚viyesinden cok mĂ‚nidardır:
“AllĂ‚h’ın bana verdiği her musîbette, uc nimetin bulunduğunu gordum:
Birinci nimet; bu belĂ‚nın dînimle ilgili olmayışıdır.
İkinci nimet; bu belĂ‚nın daha buyuk olmayışıdır. Cunku daha buyuk de olabilirdi. (Benim de guc ve tĂ‚katimi aşabilirdi.)
Ucuncu nimet ise; bu belĂ‚nın Allah katında benim gunahlarımı silmesi ve dereceleri yukseltmesidir. Bu sebeple her gelişinde belĂ‚lara karşı AllĂ‚h’a şukrederim.” (Muhyiddîn İbn-i Arabî, FutuhĂ‚t-ı Mekkiyye, IX)
Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz bir gun ashĂ‚bının yanına cıkmıştı. Ensardan bir zĂ‚tla karşılaştı. O;
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Anam babam Sana fedĂ‚ olsun, yuzunuzde gorduğum şu hĂ‚l beni cok uzdu, bunun sebebi nedir?” dedi.
Peygamber Efendimiz –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, o kimsenin yuzune bir muddet baktıktan sonra:
“–Aclık.” buyurdular. SahĂ‚bî hemen cıktı, koşarak evine geldi, yiyecek bir şeyler aradı, fakat bulamadı. Hemen Benî Kurayza’ya gitti. Kuyudan cektiği her kova su karşılığında bir hurma almak uzere anlaştı. Bir avuc hurma biriktirince onları alıp Nebiyy-i Ekrem –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in huzûruna cıktı. Peygamber Efendimiz aynı mecliste bulunuyordu. SahĂ‚bî;
“–Ey AllĂ‚h’ın Rasûlu, bunları yiyiniz!” dedi.
Âlemlerin Efendisi; hurmaların nereden geldiğini sordu, o da durumu anlattı. Bunun uzerine Hazret-i Peygamber –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-;
“–Oyle zannediyorum ki, sen AllĂ‚h’ı ve Rasûlu’nu seviyorsun!” buyurdu.
O zÂt;
“–Evet, Sen’i hak uzere gonderen AllĂ‚h’a yemin ederim ki, Sen bana kendimden, evlĂ‚dımdan, ehlimden ve malımdan daha sevgilisin.” dedi.
Allah Rasûlu –sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
“–Madem oyle, fakirliğe karşı sabırlı ol, belĂ‚lara karşı kendine bir kalkan hazırla! Beni hak uzere gonderen AllĂ‚h’a yemin ederim ki, bu ikisi (fakirlik ve belĂ‚lar) beni seven kişiye, suyun dağın tepesinden aşağıya inmesinden daha hızlı gelir.” (Heysemî, X, 313; Zehebî, Siyer, III, 54; İbn-i Hacer, el-İsĂ‚be, III, 298)
Demek ki;
Gercek kulluğa kabul, ancak iptilĂ‚ ve musîbetleri tebessumle karşılayabildikten sonra tahakkuk ediyor. Dunya hayatının med-cezirlerinden kulluk muvĂ‚zenesini bozmadan cıkabilen, Rabbinin huzûruna kalb-i selîm ile, rızĂ‚ hĂ‚linde ulaşabilenlere, Rabbimiz şoyle hitĂ‚b edecek:
“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine don. (SĂ‚lih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)
Bu mevzuda ince bir husus da kader ile ilgilidir.
KADERE RIZÂ
Başa gelen belĂ‚ ve musîbette takdir, AllĂ‚h’ındır. Kul kendisine takdir olunana rĂ‚zı olmalıdır.
Cunku kullarına şefkat ve merhametle muĂ‚mele eden CenĂ‚b-ı Hak; herkesin kalbî kıvĂ‚mını bilir ve herkesin kaderini, başına gelecek lutuf ve imtihanları buna mumĂ‚sil takdir eder. İptilĂ‚yı veren sabrını da verir. Halk ifadesiyle; “Allah dağına gore kış verir.”
Fakat; “Ben daha fazlasını kaldırırım!” şeklinde yiğitlik gostermeye kalkmak, ilĂ‚hî takdir karşısında kustahlık derekesine varırsa, işte sakındırdığımız husus tecellî etmiş olur. İmtihan gelir, fakat dayanma gucu gelmez! Âkıbet felĂ‚ket olur. Şu kudsî hadis rivĂ‚yeti bu mevzuyu vĂ‚zıh bir şekilde ortaya koymaktadır:
“…Mu’min kullarımdan kimisi, kullukta bir derece ister. Kendisine ucub gelmesin de onu ifsĂ‚d etmesin diye bu isteğini ona vermem. (…)
Bazı mu’min kullarımın îmĂ‚nını ancak zenginlik sağlam tutar (muhafaza eder); onu fakir etsem, bu durum onu ifsĂ‚d eder.
Bazı mu’min kullarımın îmĂ‚nını ancak fakirlik sağlam tutar (muhafaza eder); ona bol rızık versem, bu durum onu ifsĂ‚d eder.
Bazı mu’min kullarımın îmĂ‚nını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem bu durum onu ifsĂ‚d eder.
Bazı mu’min kullarımın îmĂ‚nını ancak hastalık korur; onu sıhhatli etsem bu durum onu ifsĂ‚d eder.
Ben kullarımın işlerini, ilmimle tedbir ederim; Ben onların her bilgisini bilirim, onlardan haberdarım.” (İbn-i Ebi’d-Dunya, EvliyĂ‚, s. 9; Bkz. Beyhaki, el-EsmĂ‚ ve’s-Sıfat, s. 122; Hatîb BağdĂ‚dî, TĂ‚rîhu BağdĂ‚d, VI, 504)
Bu rivĂ‚yetteki mĂ‚nĂ‚ bircok Ă‚yet-i kerîme ve hadîs-i şerifte tebĂ‚ruz eder. Şu Ă‚yet-i kerîme meĂ‚lini misal olarak zikredelim:
“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryuzunde azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği olcude indirir. Cunku O, kullarının haberini alandır, onları gorendir.” (eş-ŞûrĂ‚, 27)
Zenginlik Kārûn’u perişan etmiştir, fakat Hazret-i Suleyman icin, bir tebliğ ve hizmet vasıtası olmuştur.
Hastalık, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-’ın ecrini ve derecesini yukseltmiştir. Fakat sabredemeyen nicelerini de isyĂ‚na duşurmuştur.
Fakirlik, bircok insanı maddiyatla işlenen gunahlardan kendiliğinden korur. Dînî duygular; garip, fakir, caresiz insanlar arasında daha kuvvetli yaşanır. Coğu insan fakirliğe sabrın, zenginliğe sabırdan kolay olduğunu ifade etmiştir. Fakat kimisi icin de fakirlik ağır bir imtihan olabilir.
Merhameti bol Rabbimiz, herkesin kalbini bilir. Allah’tan dunyada da ve Ă‚hirette de haseneyi, iyiliği ve hayırlısını istemelidir. O’nun takdiri olarak gelen sıkıntı ve imtihanları ise, rızĂ‚ ile kabullenmelidir.
DERT DEĞİL DERMAN
Fuzûlî, bu mĂ‚nĂ‚yı şoyle ifade eder:
YĂ‚r’in cefĂ‚sı cumle vefadır, cefĂ‚ değil!
YĂ‚r’i cefĂ‚ etti diyenler ehl-i vefĂ‚ değil…
“Dosttan gelen cefĂ‚, tamamen vefĂ‚dır. O cefĂ‚ gibi gorunen hĂ‚ller, O’nun; sevdiği, mukarreb kullarına ikramlarıdır. Asla cefĂ‚ değildir. Bunu idrĂ‚k edemeyip de; «Dost bana cefĂ‚ etti.» diyen; muhabbetin, maiyyetin, ve akrabiyyetin îcĂ‚bı olan hĂ‚llerden şikĂ‚yet eden kişi, vefĂ‚sızın ta kendisidir!..”
Fuzûlî’nin işaret ettiği bu hĂ‚li anlamayanlar; boyle sozleri, taklîden telĂ‚ffuz etmekten ictinĂ‚b etmelidir. Cunku belĂ‚ya talip olma iddiası sergilemek de bir başka imtihan vesilesi olabilir. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz; yiğitlik izhĂ‚rı ve benzeri duşuncelerle; şiddetli bir savaş isteyen ashĂ‚bına şoyle demiştir:
“Ey muslumanlar! Duşmanla karşılaşmayı temennî etmeyiniz; Allah’tan afiyet dileyiniz. Fakat duşmanla karşılaşınca da sabrediniz.” (BuhĂ‚rî, CihĂ‚d, 112)
İşin lĂ‚kırdısına kapılıp, kuru iddia olarak savaş isteyen; fakat gercekten harp emredildiğinde de yan cizen TĂ‚lût devrindeki İsrailoğulları bize misal olarak verilmiştir:
“Musa’dan sonra, Benî İsrail’den ileri gelen kimseleri gormedin mi? Kendilerine gonderilmiş bir peygambere;
«Bize bir hukumdar gonder ki (onun kumandasında) Allah yolunda savaşalım!» demişlerdi.
(Peygamberleri onlara; )
«Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi.
Dediler ki:
«Yurtlarımızdan cıkarılmış, cocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hĂ‚lde Allah yolunda neden savaşmayalım?»
(Fakat) kendilerine savaş yazılınca, iclerinden pek azı haric, geri donup kactılar. Allah zalimleri iyi bilir.” (el-Bakara, 246)
HulÂsa-i kelÂm;
FĂ‚tiha’da bize Rabbimiz tarafından oğretildiği gibi, biz nimet verilenlerin yoluna ermeyi Rabbimiz’den dilemeliyiz.
Ancak bilmeliyiz ki, o nimet verilenler, yani peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sĂ‚lihlerin başlarına; bu dunyada cileler ve imtihanlar gelir. Onlara sabretmeleri vesilesiyle AllĂ‚h’a kullukta ve yakınlıkta dereceleri artar.
Biz de onları ihsan ile takip edenler olarak, o nimetin muhtevĂ‚sında, o nimetlerin muktezĂ‚sı olarak; nefsimize hoş gorunmeyen, ağır ve zor gelen hĂ‚llerle, imtihanlarla karşılaştığımızda, bunlardan şikĂ‚yet etmemeli, bilĂ‚kis onu sabır şartıyla AllĂ‚h’a yaklaştırıcı bir nimet bilerek şukretmeli, rızĂ‚ hĂ‚linden nasip alma gayretinde olmalıyız.
Yuce Rabbimiz;
وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ
“Rabbimiz! Bize gucumuzun yetmediği işler yukleme!” diye niyaz etmemizi bize tĂ‚lim buyurmuştur.
Rabbimiz tĂ‚katimizin ustunde musîbetlere talip olmama edebini bize oğretmektedir. Bize duşen vazifelerimizi edĂ‚ etmek ve başımıza gelen imtihanlardan istikametle gecebilmektir.
YĂ‚ Rabbî! Bize dunyada ve Ă‚hirette iyilik ver. Bizi cehennem azĂ‚bından muhafaza eyle!..
Bize sabredemeyeceğimiz imtihanlar verme… Bizi ilĂ‚hî takdirden rĂ‚zı olan ve rızĂ‚na erişebilen bahtiyar kullarından eyle… Hayatın med ve cezirlerinde kulluk istikamet ve muvĂ‚zenesini kaybetmeden, son nefesimizi musluman olarak verebilmeyi cumlemize nasîb eyle…
Âmîn!..
Osman Nuri Topbaş
Yuzakı Dergisi
Yıl: 2016 Ay: Nisan Sayı: 134
__________________
Hak Dostlarının Zirve Olculeri
Dini Bilgiler0 Mesaj
●27 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eđitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Hak Dostlarının Zirve Olculeri