O’NA İTAAT HAKK’A İTAAT

Âyet-i kerîmede buyurulur:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Kim RasûlullÂh’a itaat ederse AllÂh’a itaat etmiş olur…” (en-NisÂ, 80)

Rasûl’e itaat, AllÂh’a itaattir.

Cunku O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- her şeyde usve-i hasenedir. AllÂh’ın rÂzı olacağı; en guzel kulluğu, en muazzam ahlÂkı, en mustesn muÂmelÂtı sergilemek, yaşayarak yaşatarak oğretmek uzere, butun kÂinÂta muallim olarak gonderilmiştir.

Aile hayatında, iş hayatında, cemiyette, kumandanlıkta; ferde, cemiyete, asırlara ornek…
KelÂmda mûcize Kur’Ân-ı Kerim olduğu gibi, insanda da hÂrika O’dur. Usve-i hasene, en guzel ornek!..
En ideal aile hayatının sırrını oğrenmek isteyen; O’nun kurduğu, cihanın en mesut ailesine bakmalıdır.

İdeal toplumu arayanlar icin O’nun asrı, yani asr-ı saÂdet en guzel ornektir.
Yediden yetmişe her insan; O’nun hayatına bakarak problemlerini halledebilir, telÂfi edebilir.

Rabbimiz; «لاَ اِلٰهَ» diyerek İslÂm’a girerken kalpten nefsÂnî arzuları bertarÂf etmemizi arzu ediyor.

«اِلَّا اللّٰه» diyerek de rûhÂnî istîdatları inkişÃ‚f ettirmemizi istiyor. Boylece kalp, CenÂb-ı Hakk’ın tecellî mekÂnı olacak.

Bu da «مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ»’ı tasdik etmekle, -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i kalpten tanımakla olacak. O’nun şahsiyetine hayran olmakla, sunnetine tÂbî olmakla muyesser olacak.

Allah katında kıymet kazanmak istiyorsak, O cevheri yureğimizde taşımalı, O’nun ahlÂkıyla ahlÂklanıp istikameti uzere yaşamaya gayret etmeliyiz. Zira Fahr-i KÂinÂt Efendimiz;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmaktadır. (BuhÂrî, Edeb, 96)

Bu beraberliğin hakikati ise; hÂl beraberliği, amel beraberliği, ahlÂk beraberliği, his ve fikir beraberliği, velhÂsıl istikamet beraberliğidir.

GONLUMUZ DE O’NUN MUHABBETİYLE DOLMALI

Bir teşbihle ifade edersek, gul ağacından murad, ne kok, ne govde, ne diken, ne yaprak; sadece guldur. Butun cicekler icinde en zarifi ise yine guldur. Yaprak icin o gul ile beraberlik ne buyuk bir şereftir. Govde icin o gule hizmet ne buyuk nimettir. Hatt ayağı dibindeki toprak icin o gulun şebnemleriyle ıslanmak, onun ıtırıyla bezenmek ne buyuk bir bahtiyarlıktır.
Şeyh SÂdî, GulistÂn’ında bu bahtiyarlığı şu temsil ile anlatır:
Bir gun hamamda dostlardan biri bana guzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) parcası verdi.
Kile sordum:

“–A mubÂrek, sen misk misin, anber misin? Senin gonul cekici guzel kokunla mest oldum.”

Kil bana şoyle cevap verdi:

“–Ben bir gulun toprağıydım. O gulun yaprakları seher şebnemleriyle dolar, benim uzerime ağlayarak damlardı. Ben bu yaşlarla hamur gibi yoğruldum. Ben aslında alelÂde bir «kil»im. Bu koku onundur…”

Fuzûlî, Gul-i GulzÂr-ı Nubuvvet Efendimiz’in eşsizliğini şoyle ifade eder:

Suya virsun bÂğbÂn gulzÂrı zahmet cekmesun,
Bir gul acılmaz yuzun tek virse bin gulzÂre su…

“Bahcıvan, gul bahcesini sulamak icin (boş yere) zahmet cekmesin! (Zira), bin tane gul bahcesi sulasa, (YÂ RasûlÂllah, yine de) Sen’in yuzun gibi bir gul (hicbir zaman) acılmaz!..”
MevlÂn Hazretleri buyurur:

“Ey gafil! Musa ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et. As nasıl ejderh oldu ve hurma kutuğu nasıl irfan sahibi oldu ve inledi?”

“Hazret-i Mustaf -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- , kendisinden ayrı duştuğu icin inleyen HannÂne1 direğini okşadı. Sen, ey insan, bir ağactan da aşağı değilsin. HannÂne direği ol da sen de ayrılıktan inle…”

İnle, cunku O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de senin icin; «Ummetî!.. Ummetî!..» diye CenÂb-ı Hakk’a yalvarmakta…

Ahsen-i takvîm olan insanın, Varlık Nûru’nun kıymetini idrÂk etmesi, O’nu idrÂk ederek, O’na yakınlık icin inlemesi ve yanması elbette, sÂir mahlûkattan farklı ve mustesn olmalıdır. Bunu ifade icin Hazret-i MevlÂnÂ’dan ilhamla denilmiştir ki:

“Odun yanar kul olur, gonul yanar kul olur.”

HayÂtiyetini kaybetmiş, olu bir kutukten bir şey beklenmez. Gafil insan icin cehennem vardır. Fakat gonlu diri, gozleri mÂn ve hakikatlere acık, kulağı hakka ve hayra ÂmÂde bir mu’min, idrÂk ettiği hakikatlerle hamlıktan kurtulur, pişmeye başlar. Sonunda yanar. Elbette onun yanışı, bir odunun yanıp kul oluşu, hic oluşu gibi bir yanış değildir. «نِعْمَ الْعَبْدُ» medhine mazhar bir kul hÂline getiren bir yanıştır. Sevdiğinde fÂnî eden bir yanış ve kavruluştur. Neticesi cennettir. Tıpkı pervÂnenin yanışı gibi:

PERVÂNE GİBİ

Buyuk şair ve mutefekkir Muhammed İkbal; uzakta ve karanlıkta kalanlarla, nûra koşan, aşk ile yanıp nûr olanları şoyle bir temsil ile anlatır:
Bir gece, kutuphanemde bir guvenin, pervÂneye şoyle dediğini duydum:

“–İbn-i SînÂ’nın kitapları icine yerleştim. FÂrÂbî’nin eserlerini gordum. (Felsefenin bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Fakat) bu hayatın mÂnÂsını bir turlu anlayamadım. KÂbuslu cıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir guneşim yok ki, gunlerimi aydınlatsın…”

Guvenin bu feryÂdına mukabil, pervÂne; guveye, yanık kanatlarını gosterdi:
“–Bak!” dedi; “Ben bu aşk icin kanatlarımı yaktım.” Sonra da şoyle devam etti:

“–Hayatı daha canlı kılan, cırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”

Yani pervÂne; guveye, yanık kanatlarını gostererek hÂl lisÂnı ile;
“Sen bu felsefenin cıkmaz sokaklarında helÂk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mÂn deryÂsından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.

Bu temsilde; yaşanmayan, amelsiz, kuru ilim sahibi, ihlÂs ve takvÂdan mahrum olarak kara kitaplara yaslanmış bilgicler guveye benzetilir. TakvÂ, haşyet ve muhabbetle yanan Âşık gonuller, ilmiyle Âmil yanık gonullu Ârifler ise, pervÂneye teşbih edilir.

O pervÂnelerin, Allah Rasûlu’nden ayrı duşme korkusuyla inleyenlerin en guzel misÂli Hazret-i SevbÂn idi.
SevbÂn -radıyallÂhu anh- bir gun Efendimiz’in yanına geldi. Efendimiz onu cok mağmum, mahzun ve kederli gordu.

“–SevbÂn, nedir derdin?” buyurdu.
SevbÂn icli icli anlattı:

“–Anam, babam ve bu cÂnım Sana fed olsun y RasûlÂllah! Sohbetinde hÂlden hÂle geciyorum. Eve gidiyorum hasret kalıyorum. Nûrundan ayrı gecirdiğim her an bana ayrı bir hicran… Dunyada boyle olunca Âhirette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz, peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede savrulacağım belli değil! Ustelik cennete giremezsem, sizi gormekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hÂl beni yakıp kavuruyor ey AllÂh’ın Rasûlu!”

Efendimiz bir muddet sukût etti. Ondan sonra;
“Ey SevbÂn, kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (BuhÂrî, Edeb, 96; Muslim, Birr, 165)
SevbÂn’ın belki bu dunyada bir dikili ağacı bile yoktu. Fakat o, dunyanın en zengin insanıydı, cunku Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in muhabbetine rÂm ve beraberlik sırrına mazhar olmuştu.
Bir ormanı dışarıdan seyredince sadece bir resim tablosu olarak bir guzellik arz eder. Yaklaşınca her bir ağacın, her bir ciceğin, her bir meyvenin guzellikleri temÂşÃ‚ edilir. Seyredilmekle de kalmaz; rÂyihaları koklanmaya, kuş cıvıltıları işitilmeye, meyveleri tadılmaya başlar. Yani ormanla temsil edilen hakikat bizzat, hakka’l-yakîn yaşanır.

İşte ashÂb-ı kiram; Peygamber Efendimiz’i uzaktan seyretmedi, yakından tanıdı. O’nunla maiyyet/beraberlik sırrına erdi. Her biri kendi istîdÂdınca O’nun nûruyla boyandı, ahlÂkıyla ahlÂklandı. SevbÂn gibi Rasûlullah Âşıkları, O’na yaklaşmak uğrunda her fedÂkÂrlığa gonullu, her meşakkate rÂzı idiler.
Muteakip nesillerde de O’nun Âşıkları, O’nun kardeşleri arasına iltihÂk edebilme cırpınışında her fedÂkÂrlığa gonulden koştular.

RASÛLULLAH AŞKIYLA

Bursa kadısı Mahmud Efendi, butun dunya makam ve debdebesini geride bırakarak UftÂde kapısında hizmetkÂr oldu. Allah ve Rasûlu’ne yaklaşma yolunda kendisine ayak bağı olan nefsÂnî problemlerini yenmek icin; ustÂdının emriyle sırtında kaftanıyla, Bursa sokaklarında ciğer sattı. DergÂhta tuvalet temizledi. Hicliğe erişti, fakat nihayetinde; dilinden hikmetler dokulen ve cihan padişahlarının da onun onunde hurmetle eğildiği Aziz Mahmud HudÂyî Hazretleri oldu.

HÂlid-i BağdÂdî, zÂhirî ilimlerde zirve idi. Ona «Şemsu’ş-Şumûs: Guneşler Guneşi» diyorlardı. Fakat o da asıl tahsilin Allah ve Rasûlu’nu yakından tanımak olduğuna dair bir işaretle binlerce kilometre yol aşıp Hindistan’a gitti, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergÂhına vardı. Geldiği haber verilince Abdullah Dehlevî -kuddise sirruh- onu karşılamadı;

“Tuvaletleri temizlemeye başlasın!” diye haber gonderdi. MevlÂn HÂlid, ilmiyle gururlanmadan hemen hizmete koyuldu. Kuyudan su cekerek, omzunda yaralar bırakan tahta terazilerde kovalarla taşıyarak aylarca hizmet etti. Ancak bu hizmetlerden sonra, ustÂdı onunla bizzat alÂkadar olarak, kısa surede onu yetiştirdi ve seyr u sulûkunu tamamlamış ve vazifelendirilmiş olarak memleketine gonderdi. Yolcu ederken de şehrin dışına kadar kilometrelerce mesafede, onun yanından yurudu ve;

“Sadrımda ne varsa aldı, goturdu.” dedi.

Esas tahsil Allah Rasûlu’nu yakından tanıyabilmek.

Yakından tanıyanlar ÂbÂd olur, uzaktan bakanlar ise berbÂd olur, kahrolur gider.

Peygamberimiz’e ittibÂ, AllÂh’ın muhabbet ve mağfiretine vesile olur. Allah ve Rasûlu’ne muhabbet, rakik gonullu, derûnî hissiyatlı, istîdatlı Âşıkları bir vecd ve istiğrÂk hÂline sevk etmiştir. Onların icli bir numûnesi olan Fuzûlî; gozlerinden akan yaşlarda, nehirlerin cağıldayışında, gokte ve yerde, her şeyde Allah Rasûlu’ne muhabbetli bir akış gorur. KÂinatta nereye baksa, neyi gorse her şey ona Allah Rasûlu’nu hatırlatmaktadır. Cağıldayarak akan bir dere onun gonlune şoyle dedirmektedir:

HÂk-i pÂyine yetem der omrlerdir muttasıl,
Başını daşdan daşa urup gezer ÂvÂre su…

“O Rahmet Peygamberi’nin ayağının değdiği, gezip dolaştığı, mubÂrek toprağına ulaşayım diye; sular, hic durmadan omurler boyu başlarını taştan taşa vurarak ÂvÂre ve meclûb bir şekilde akmaktadır.”

Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin aşkı ise gonulde aşk ateşinin hararetiyle tezÂhur eder. O oyle bir yanış hÂlindedir ki, guneşin hararetinin butun dunyayı sardığı gibi, aşk-ı Muhammedî de onun butun dunyasını doldurmuştur. Her ne yone baksa ateştir:

TecellÂ-yı cemÂlinden habîbim nev-bahÂr Âteş!
Gul Âteş, bulbul Âteş, sumbul Âteş, hÂk u hÂr Âteş!

“Habîbim, Sen’in guzelliğinin tecellî ederek ortaya cıkmasından dolayı, Sana Âşık olan ilkbahar dahî ateş kesilmiş! Gul ateş, bulbul ateş, sumbul ateş, toprak ve diken bile aşk ateşi icinde!..”

O’nun Âşıklarında bu muhabbet ve ittibÂın tezÂhurleri de farklı farklıdır.

Yine O HidÂyet Guneşi’ne Âşık, nurlu bir hilÂl olan Hak dostu Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri de, Fahr-i KÂinÂt Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- 63 yaşında ebediyete irtihÂl ettikleri icin bu yaştan sonraki omrunde yeryuzunde dolaşmaya ved etmiş, vefÂt edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir.

Buyuk hadis Âlimi İmÂm-ı Nevevî Hazretleri; Peygamber Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğine dair malûmat tespit edemediğinden, ne yapacağını bilemedi, karpuz yemedi. O’na ittib edemeyeceği icin karpuz ona tatlı gelmedi. Cunku onun lezzet aldığı tek şey Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’e her hÂlinde tÂbî olmaktı.

Bunlar zihnin değil, kalbin tahsilidir. Gonlun tÂlimidir. Bunları bir başkasının taklit etmeye kalkması, uygun değildir. Bunlar gonulden taşarak, samimiyetle yaşanmış hususî hÂllerdir.

Onların muhabbetleri, fedÂkÂrlık ile tezÂhur etti. FedÂkÂrlıkları da zaferlere vesile oldu.

Vehb bin Kebşe -radıyallÂhu anh- ; Cin’e giderken yorulmadı, uşenmedi… İbn-i Abbas’ın kardeşi; Semerkant’a gitti, o da aynı şekilde hicbir bezginlik gostermedi. Allah Rasûlu’nun muhabbeti ve O’nun bir mujdesine nÂil olma heyecanı; HÂlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-EnsÂrî’ye seksen yaşında, yollara duşup İstanbul fethi icin seferlere katılma enerjisi oldu.
Onlar cellÂtlardan, duşmanlardan ve eşkıyÂdan korkmadı.

Onların bir tek korkusu; Allah ve Rasûlu’nun sevgisinden ve O’nu tanımaktan mahrum olmaktı. Onlar icin dunyada en buyuk kayıp bu idi. Dunyanın bir metÂını, makamını ve servetini kaybetmek değildi.

O’NU İDRÂK ETMEK!

Yaman Dede; Galata MevlevîhÂne’sine giderken yolda duvara yaslanmış, mecalsiz ve tÂkatsiz bir vaziyette iken kendisine bir talebesi denk gelir. Der ki:
“‒Hocam, herhÂlde hastasınız. Sizi doktora goturmemi ister misiniz?”
Yaman Dede, derin bakışlarını talebesine cevirir:
“‒Hayır evlÂdım, hasta değilim. Sadece hatrıma Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- geldi. O’nun muazzam ve mûten hÂl ve şahsiyetini duşundukce, dehşete gelip kendimi kaybediyorum, O’nu idrak husûsunda tÂkatim kesiliyor.

Ayakta duracak mecÂlim kalmıyor. HÂlsiz ve perişan duşuyorum.”
Onun yazdığı na‘t-ı şerif de bu hissiyÂtı ne guzel ifade eder:
Susuz kalsam, yanan collerde cÂn versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummÂnlarda nem duymam,
Alevler yağsa goklerden ve ben masseylesem duymam,
CemÂlinle ferahnÂk et ki yandım y RasûlÂllah!..

Efendimiz’i hatırlamak, buyuk fetihlerin kuvvet ve heyecanı da oluyordu. O’nun emÂneti olan İslÂm birliğini muhafaza nÂmına şark seferine cıkan Yavuz Sultan Selim Han; ust uste tecellî eden buyuk futuhatlardan sonra donerken, İstanbul halkının kendisini buyuk bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun uzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Camlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmedi. Nefsine mağlûp olmamak icin takv ve mahviyet libÂsına burunup lalası Hasan Can’a;

“–Hava kararsın, herkes evlerine donsun de ondan sonra İstanbul’a girelim. FÂnîlerin alkışları, zafer tÂkları ve iltifatları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.

Akşam olup her yer karardıktan sonra gizlice ve ÂlÂyişsiz bir şekilde şehre girdi.
Bu derviş yurekli sultan, bir Allah dostuna rÂm olmanın kıymet ve değerini ifade sadedinde şoyle demiştir:

PÂdişÃ‚h-ı Âlem olmak bir kuru kavgā imiş,
Bir velîye bende olmak cumleden Âl imiş.

Hakikaten onun icin sultanlık, takdirin omuzlarına yuklediği bir vazife idi.
Nitekim;

Trakya seferine cıktığında Yavuz’un sırtında şirpence adlı tehlikeli bir cıban cıkar. Yara iyice derinleşince Hasan Can; durumun nezÂketini gozyaşları icinde, şoyle ifade eder:

“–Padişahım, şimdi Allah ile beraber olmak zamanıdır.”

Yavuz ise şu mÂnidar cevabı verir:

“–Ya bunca zamandan beri bizi kiminle bilirdin?”

Daha sonra Yavuz, nediminden kendisine bir YÂsîn-i şerif okumasını talep eder ve son nefesini huzur icinde verir.
Sıradan insanından kadı ve hukumdarına, bu zirve insanları kim yetiştirdi? Bu mukemmel şahsiyetler, hangi mektebin mezunudur?

MUSTESNÂ TALEBELER

Bir coban ki, kendisine gayr-i meşrû bir dunya metÂı teklif edildiğinde, Allah korkusuyla titreyerek, parmağını semÂya kaldırıp der ki:

“‒Allah gormuyor mu? Allah nerede?”

Yine bir hizmetkÂr ki, gunluk yegÂne yiyeceğini ac bir kopeğe verir ve niye boyle yaptığını soran kişiye der ki:

“‒Onu da beni de yaratan, aynı Allah! O burada garip. Belli ki uzaktan gelmiş. Ac kalmasına gonlum rÂzı olmadı.”

Duşunelim:
Bu kimseler hangi fakultede tahsil yaptı. Hangi mastır yahut doktora programından mezun oldu?

Onlar, Allah Rasûlu’ne muhabbet ve O’nunla kalben beraberlik tahsiliyle bu kıvÂmı kazandılar.

Gururu, bencilliği, cimriliği ve cehÂleti ayaklarının altına alıp, tevÂzuyu, fedÂkÂrlığı ve comertliği tÂc ettiler.
İşte asıl tahsil…

Kendimizi SevbÂn -radıyallÂhu anh- ve bu buyuk peygamber Âşıkları ile mukayese ettiğimiz zaman, acaba bu sevginin neresindeyiz? Âhirette O’ndan ayrı duşmek korkusu bizi ne kadar endişelendiriyor?
Bugun Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyabilirsek, yarın mahşerde O da bizi tanır. Havz kenarında bizi kabul eder. Gonlumuz O’nu gorecek kıvamda olursa, O da bize nazar kılar. O’nu duyar ve dinlersek, O da bizi ihsanlarıyla ÂbÂd eder.

Kısacası, biz O’na tÂbî olalım ki, O da bize;

“Peygamber de sizin uzerinize şahit olsun!” (el-Bakara, 143) buyurulduğu uzere, şahit ve şefaatci olsun.

Dunyaya Efendimiz’den tahsil gormeye geldik. Bu sebeple, Kur’Ân-ı Kerîm’in ilk emri;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ ى خَلَقَ
«Yaratan Rabbinin adıyla oku!» (el-Alak, 1) fermanı olmuştur.

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bu ilÂhî emre muhatap olduğunda, Hir Mağarası’nda tefekkur ve tezekkur icin inziv hÂlindeydi. Yani peygamberlik oncesinde, cÂhiliyye zulum ve zulumÂtı icinde bîzÂr olan kalb-i Muhammedî; yanına az bir azık alarak uzlete cekiliyor, KÂbe’yi seyrederek uzun ve derin tefekkurlerle ferahlıyordu.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emriyle ilk vazife, tefekkur olarak beyan buyurulmuş oldu. Cunku tefekkur; îmÂna, ibÂdete, ahlÂka ve her şeye vesile…

TEFEKKUR, ÎMAN ANAHTARI

Tefekkurumuz icin uc yardımcı var:

Mu’min; birbirini tefsir ve şerh eden uc ayrı hÂrika tecellîden istifÂde eder:

İnsanın kendi mÂhiyeti, ozu, cevheri…
KelÂmullah, Kur’Ân-ı Kerim Âyetleri…
Bir kÂinat kitÂbı olan cihan dershÂnesi…

İnsanoğluna akıl, bu ilÂhî sır ve hikmetleri temÂşÃ‚ ve tefekkur edebilmesi icin verilmiştir.

EsÂsında butun Âlem, esm terkiplerinin tecellîlerinden ibÂrettir. Bu mÂnÂda cihan, onu ayna yapacak olan kimyevî terkibi / sırrı cekilmemiş bir cam levha hÂlindedir. O levhaya ayna vasfı kazandıracak bir ilÂhî terkib / «sır» olarak yaratılan insan onu tamamlar ve tefekkur nazarıyla bakıldığında Âlem, insana bir endam aynası olur. İnsan, onda kendinin hicliğini ve yaratılış cevherini gorur ve bilir. Bu tefekkurle;

“Nefsini bilen, Rabbini bilir.”

Hazret-i Âdem’e CenÂb-ı Hak «butun esm»yı oğretmiştir. İnsanoğlu, Rabbinin kendisine lutfettiği bu ilim ve husûsiyetlerle; yeryuzunde Hakk’ın şahidi olacak, kÂinat kitÂbının ve Kur’Ân-ı Hakîm’in rehberliğinde, kendi ozundeki sırları ve hikmetleri okuma gayretinde olacaktır. Bu gayret ona, «mÂrifetullÂh»a mesafe kat ettirecektir.

KELİMELERDEN OLUŞAN CİHAN: KUR’ÂN

KÂinat, Kur’Ân-ı Kerim mûcizesinin bir nevî mufassal tefsîri demektir. Yani Kur’Ân-ı Kerim, kelimelerden oluşan bir cihan; kÂinÂt ise kelimeleri olmayan bir Kur’Ân’dır.

Kur’Ân-ı Kerim, Son Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıyÂmete kadar bÂkî mûcizesidir. Onceki semÂvî kitaplar, tahrife uğramışken, Kur’Ân ilÂhî sıyÂnet ile muhafaza edilmiştir.

Kur’Ân-ı Kerim; muhteşem ilÂhî diksiyonuyla, nazmındaki mustesn letÂfet ve azametiyle, mÂnÂlarında ucsuz bucaksız derinlik ve zenginlikle, mukemmel belÂgat ve fasÂhatiyle, muhtevÂsındaki insan ve toplumun ferdî, ailevî, ictimÂî, iktisÂdî ve siyasî butun dertlerine şif ve derman oluşuyla, gaybdan verdiği haberlerle ve kıyÂmete kadar insanoğlunun emekleye emekleye bulduğu kevnî ve ilmî hakikatleri asırlar once ifade etmesiyle mûcizeler mûcizesi bir hÂrikadır.

KÂinat ve hÂdisÂtın kalp aynasında temÂşÃ‚sında da aynı idrak ve şuur farkı gorulur. Cunku kalp aynasının gunah ve haram paslarından ne derecede arınmış; îman, takv ve ihlÂs cilÂlarıyla ne kadar mucell hÂle gelmiş olduğu; elbette ki, ondaki tecellîlere aksedecektir.

Mu’min; Kur’Ân-ı Kerîm’in Âyetlerini de kalbinin takvÂsı nisbetinde tefekkur edebilir. Aynı rahle başına oturan muteaddit şahıslardan her biri, Kur’Ân’ın mÂn ummÂnından farklı derecelerde istifÂde edebilir.
Ancak kalbinde kilit olanlar Kur’Ân’dan istifÂde edemezler. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا
“Onlar Kur’Ân’ı (inceden inceye) duşunmuyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

Kur’Ân-ı Kerim; dÂim insanı tefekkure, akletmeye, ilÂhî azameti ve Âkıbeti duşunmeye davet eder:

AKLETMEZ MİSİNİZ?

اَفَلَا تَعْقِلُونَ “Akletmez misiniz?”

اَفَلَا تَذَكَّرُونَ “Duşunup ibret almaz mısınız?”

اَفَلَا تُبْصِرُونَ “Gormez misiniz?”

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ “Tefekkur etmez misiniz?”

Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ; Kur’Ân-ı
Kerîm’i vakar ile, tane tane ve derin bir hassÂsiyet icinde okurdu. Âyet-i kerîmelerin mÂnÂları uzerinde tefekkur eder ve emirlerini derhÂl hayatına tatbik ederdi. AllÂh’ı tesbih etmekten bahseden Âyetlere gelince;

«SubhÂnallah!» gibi tesbih ifadeleriyle AllÂh’ı noksanlıklardan tenzih ederdi. Du Âyetleri gelince onlarla AllÂh’a munÂcatta bulunurdu. CenÂb-ı Hakk’a sığınmaktan bahseden Âyetleri okuyunca, hemen AllÂh’a sığınırdı.
Bazen bir Âyet-i kerîmeye oylesine teksîf olurdu ki; sabaha kadar o Âyet ile tefekkur ve niyaz hÂlinde bulunurdu.

Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- , baktığı her şeyden bir ibret cıkarıp hamd ve şukur ile Rabbine yonelirdi. Bizler de;

Gorduğumuz her şeyde ilÂhî azameti seyrederek his ve fikir dunyamızın mÂnevî gıdÂsını almaya gayret etmeliyiz. Musluman; Guneş’e, Ay’a, atmosfere, kendi yaratılışına, ecdÂdına, evlÂdına, velhÂsıl nereye bakarsa baksın, bunlar vesilesiyle ikrÂm edilen ilÂhî mesajları kalp gozuyle okumalıdır. Nereden ve nasıl geldiğini, nasıl hayat surebildiğini, cehre ve sûretini kimin verdiğini, omrunu kimin tayin ettiğini, nereye gitmekte olduğunu, hayat ve kÂinÂtın hikmetsiz olmadığını, hicbir şeyin boş ve abes yere yaratılmadığını, kendisinin başıboş bırakılmadığını duşunup, dÂim ilÂhî kudret ve azametin farkında olmalıdır. CenÂb-ı Hak, mu’minlerin tefekkurunu şoyle tasvir buyurur:

“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları uzerindeyken (dÂimÂ) AllÂh’ı zikrederler. Goklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkur ederler (ve şoyle derler):

«Rabbimiz! Sen bu (Âlemi) boşuna yaratmadın, Sen’i tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!»” (Âl-i İmrÂn, 191)

Bir seher vakti Hazret-i BilÂl geldi ve Hazret-i Peygamber’i perişan bir hÂlde gordu.
Efendimiz ağlıyordu. O kadar ağlamıştı ki; elbisesi, mubÂrek sakalları, hatt secde ettiği yer sırılsıklam ıslanmıştı.

“–Y RasûlÂllah! Allah TeÂl Siz’in gecmiş ve gelecek gunahlarınızı bağışladığı hÂlde nicin ağlıyorsunuz?” diye sordu.

Bunun uzerine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ;

“–AllÂh’a cok şukreden bir kul olmayayım mı? VallÂhi bu gece bana oyle Âyetler indirildi ki, onu okuyup da uzerinde tefekkur etmeyenlere yazıklar olsun!” karşılığını verdi ve Âl-i İmrÂn, 191 ve 192. Âyetleri okudu. (İbn-i HibbÂn, II, 386)

Tefekkur; nimeti duşundurur, hesabı hatırlatır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ
“Nihayet o gun (dunyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.”

Bu Âyet-i kerîme nÂzil olduğunda cok fakir, muhtac bir sahÂbî ayağa kalkarak;

“‒(YÂ RasûlÂllah!) Benim uzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise hulÂsaten;

“–Golge, iki nalin ve soğuk su.” cevabını verdi. (Bkz. Suyûtî, VIII, 619)

Efendimiz’in bu cevabındaki anahtarla tefekkur edelim:

Ağaclar bizim icin yaratıldı. Hem golgeleniyoruz, hem meyvelerini ve yemişlerini yiyoruz. Govdesinden ahşap eşyalar yapıyoruz. Ağaclar havayı temizliyor. Hem de bize huzur veren yeşiliyle ve mevsiminde cicekleriyle cok guzel bir manzara sergiliyor. Bir duşunelim; ağaclar olmasaydı, bu dunya ne kadar kurak, corak ve huzurdan mahrum olurdu!

Diğer mahlûkat istese de bir ayakkabı giyemez. CenÂb-ı Hakk’ın verdiği istîdatla, bize musahhar kıldığı mahlûkātın derileri gibi malzemelerle biz ihtiyaca gore ceşit ceşit ayakkabılar imal edip giyebiliyoruz. Sıcaktan, soğuktan, taştan, dikenden ve kirden muhafaza oluyoruz. Şukredebiliyor muyuz?

Yağmur bir deniz suyu gibi tuzlu yağsaydı yahut bol sodalı olsaydı, asitli veya kirli yağsaydı hÂlimiz ne olurdu!

En basit nimetlerden başlayarak, uzerimizdeki sonsuz nimetleri tefekkur etmeliyiz.

Nimetler Hak yolunda hamd ve şukur îfÂsıyla değerlendirilirse onların hesabını vermek o kadar rahat hÂle gelir.

O hÂlde kÂinÂtı, butun nimetleriyle tefekkur etmeliyiz.

MEKTEB-İ ÂLEM

Zerreden kurreye her şey ilÂhî azamet tecellîsi. Her şey kudret akışları…
Ziya Paşa ne guzel soylemiştir:

Bin ders-i maÂrif okunur her varakında,

YÂ Rab ne guzel mekteb olur mekteb-i Âlem!

“Bu kÂinat kitabının her bir yaprağında mÂrifet ilminin binlerce dersi okunur. YÂ Rabbî! Şu Âlem, tefekkur deryÂsına dalarak ibretler almak icin ne guzel bir mekteptir.”

Âlimler, kÂinat yaratıldığından beri 13 milyar yıl gectiğini tahmin etmektedirler. İnsanın varlığı, bu muazzam zaman diliminin ancak son demlerine tesaduf eder. CenÂb-ı Hak da bu hakikati tefekkur etmemizi ister. Âyet-i kerîmede şoyle buyurulmaktadır:

“İnsanın uzerinden, henuz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir sure gecmedi mi?” (el-İnsÂn, 1)

İnsanın ismi de cismi de yoktu. Fakat CenÂb-ı Hak bu cihanı insana hazırladı. İnsan icin zengin bir tefekkur malzemesi olması icin, husûsiyle ilÂhî sanat bu kucuk gezegende galeyÂna geldi. Bunları tefekkur eden kişi anlar ki, CenÂb-ı Hak ne kadar muazzam bir tefekkur zenginliği ihsan etmiş.
İnsanın, bu zenginliğin sebebini tefekkur ettiğinde bir kere daha şukretmesi gerekir. Zira insanı felÂha kavuşturacak îman ve ibÂdete anahtar olan tefekkur nimeti icin bin bir fırsat ve vesileyi halk etmesi, AllÂh’ın kullarına en buyuk yardımlarından biridir.

TEFEKKURDE DE REHBERİMİZ

Peygamber Efendimiz şoyle buyurmuştur:

“Tefekkur gibi ibÂdet yoktur.” (Beyhakî, Şuab, IV, 157)
Bazen Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ashÂbının suallerine, onları tefekkur ettirerek cevap verirdi. Ebû Rezin -radıyallÂhu anh- anlatıyor:

Bir gun;
“–Ey AllÂh’ın Rasûlu! Allah TeÂlÂ, mahlûkātı yeniden nasıl diriltir? Bunun dunyadaki misÂli nedir?” diye sordum.

Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ;

“–Sen, hic kavminin yaşadığı vÂdiden kurak mevsimde gecmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular.

Ben;
“–Elbette!” deyince;

“–İşte bu, AllÂh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah oluleri de boyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)

CenÂb-ı Hak; bizleri de Kur’Ân-ı Kerîm’i tezekkur ile tilÂvet edebilenlerden, kÂinÂtı tefekkur ile temÂşÃ‚ edebilenlerden eylesin.
Kalplerimizin tefekkur ve tehassusune, Allah Rasûlu’nun rûhÂnî dokusundan nasipler lutfeylesin.
Âmîn!..

1 Peygamberimiz’in uzerinde hutbe okuduğu bir hurma kutuğu vardı. İhtiyac gorulup minber yapılınca, bu hurma direği, firÂkından dolayı deve inleyişine benzeyen bir sesle inleyip ağladı. Peygamberimiz da yanına vararak okşadı ve bu kutuk sukûnet buldu. (BuhÂrî, Cuma, 26; Tirmizî, MenÂkıb, 6/3627) HannÂne «inleyen» demektir.





Yuzakı Dergisi

Yıl: 2016 Ay: Mayıs Sayı: 135

__________________