
Bugun, Âhir zaman fitnelerinin her yanı sardığı bir vasatta yaşıyoruz.
Gunumuzde fert ve toplumun en buyuk hastalığı, “dunyevîleşme”. Zira televizyon, internet, reklÂmlar, modalar, materyalist duşunce, kapitalist sistem, her bir yandan insana Âdeta “Âhiretsiz bir dunya” telkininde bulunuyor.
Âhiretin unutulduğu her devir, cÂhiliye devridir. İnsanın Allahʼtan uzaklaşıp nefsinin hev ve hevesi peşinde koşturduğu, selde suruklenen kutukler misÂli şuursuzca savrulduğu her devir, bir cÂhiliye devridir.
Zamanımızda merhamet azaldı, vicdanlar kurudu. Son zamanlarda butun dunyada yaşanan acı hÂdiseler de gosteriyor ki, insan insanın kurdu oldu.
Guc odaklarının menfaat kavgalarında, mesel bir petrol kavgasında; coluk-cocuk, hasta, yaşlı vs. denmeden, kul hakları ayaklar altına alınabiliyor. İnsanî yardım konvoyları, cocukların okuduğu mektepler, hastahÂneler, cÂmiler, pazar yerleri, savunmasız siviller bombalanıyor. Hani şÃ‚irin:
Sırtlanları gecmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!..
mısrÂlarında tasvir ettiği gibi, tam bir cÂhiliye devri yaşanıyor.
Diğer taraftan bugun; haram ve gunahlarla insanlar arasındaki mesafeler kısaldı. Gunahlara set olan hay perdeleri kayboldu. Bir yonuyle cok faydalı olan internet ve medya, maalesef nefsÂnî cirkinlikleri de, herkesin evine, odasına, hatt cebine kadar taşır oldu.
Boyle bir zamanda, guclu bir îman irÂdesiyle nefsine hÂkim olabilmek, kendini ve sorumlu olduğu insanları Cehennemʼden koruyabilmek; nefis terbiyesini cok daha hayÂtî bir zarûret kılıyor.
Tarihimize baktığımızda goruyoruz ki ecdÂdımız, nefis terbiyesini, tekke ve dergÂhlar vÂsıtasıyla toplumun Âdeta kılcal damarlarına kadar teşmil edebilmişti. Bugun bu muesseselerden mahrum olsak da muʼmin, hicbir ahvÂlde mÂzeret ve bahÂnelerin ardına saklanmamalıdır. Zira Yûnus Emre Hazretleriʼnin guzel bir ifadesi vardır:
Dervişlik dedikleri, hırka ile tac değil,
Gonlun derviş eyleyen, hırkaya muhtac değil!
Yani muhim olan, gonlu derviş eylemektir. Gonlu derviş edense, ne giyim-kuşamdır ne de dergÂhın dort duvarıdır. İlÂhî hakîkatleri aramasını bilen, her zaman ve mekÂnda onu bulmasını da bilir. İlÂhî muhabbet ve mÂrifetle gonlunu doldurabilen bir insan, nerede olursa olsun, huzûr-i ilÂhîde demektir. Nefsini terbiye edebilen bir muslumana, butun yeryuzu bir dergÂh olur. Huşû ile secde ederek Hakkʼa yaklaşan bir muʼmin, kendisine bir secdegÂh kılınmış olan yeryuzunun hicbir koşesinde Rabbinden ayrı duşmez.
Âyet-i kerîmede buyrulduğu uzere:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları uzerine yatarken (yani her zaman ve mekÂnda) AllÂhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrÂn, 191)
Bu şuurdaki bir muʼmin, İslÂmʼı hayatının hicbir Ânında bir kenarda unutamaz: Ne camide, ne carşı-pazarda, ne okulda, ne sokakta, ne evde, ne komşu ve akraba munÂsebetlerinde, ne de kul ve mahlûkat haklarında…
Kalbi Hakkʼa bağlı bir muʼmin, karşılaştığı butun nefsÂnî cÂzibelerin ve gunaha davetlerin, birer ilÂhî imtihan olduğunu bilir. Bu şuurla; gozunu, gonlunu, elini, dilini, velhÂsıl butun ÂzÂlarını korumaya gayret eder.
Mesel insan, bir seyahat esnasında belki binlerce araba gorur. İclerinden bazıları ilgisini de cekebilir. Fakat tutup da hicbirinin plÂkasını okumaya kalkmaz. İşte bunun gibi, bugun toplumdaki nice şerlerin icinden gecmek mecburiyetinde kalan bir muʼmin de, karşılaştığı mÂsıyet manzaralarını ve nefsÂnî vitrinleri tecessus nazarıyla okumamalı ki, gonul feyzini muhÂfaza edebilsin.
Bunun icin de, gonlun her an AllÂh ile olması gerekir. DÂimî zikirle uyanık hÂlde bulunması îcÂb eder. Zira CenÂb-ı Hak buyurur:
“…Nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)
Bu Âyetlerin tefekkurunde derinleşen bir muʼmin icin, yeryuzu Âdeta bir dergÂh hÂline gelir. Hangi ortamda bulunursa bulunsun “el kÂrda, gonul Yarʼda” hÂli nasîb olur. Dış dunyanın aldatıcı cÂzibeleri, tesirini kaybeder.
NEFİS TERBİYESİ VE RAMAZÂN-I ŞERÎF
İlÂhî rahmetin Âdeta tuğyÂn ettiği bir rahmet mevsimi olan RamazÂn-ı Şerîf, rûhÂniyeti nefsÂniyete gÂlip getirmenin en feyizli zamanıdır. Ramazan ayı, nefsin tezkiye ve terbiye edildiği bir takv mektebidir. Zira bu ayda tutulması farz kılınan oruc ibadeti, bir bakıma, nefsÂniyeti dizginleyerek rûhÂniyete seviye kazandırma tÂlimidir.
İnsanda rûhÂniyet ve nefsÂniyet, bir terÂzinin iki kefesine benzer. Biri hafiflediğinde diğeri ağırlık kazanır. Gonuller fÂnî hazlardan uzaklaşmadıkca bÂkî lezzetlere kavuşamaz. Tıpkı cocukların sutten kesilmedikce yuksek gıdÂlara ve hayÂtî lezzetlere eremedikleri gibi. Bunun icindir ki MevlÂn Hazretleri:
“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini cek ki, gokten mÂnevî rızıklar gelsin. Bu ay, gonul sofrasının kurulduğu aydır. Gonlun, bedenin hatÂlarından kurtulduğu aydır. Gonullerin aşk ve îmÂn ile dolduğu aydır.” buyurmuştur.
Oruc, sabır tÂlimidir. Nefsin isteklerini frenleyebilme irÂdesinin kazanılmasıdır. İnsanın nefsine hÂkim olabilmesi, ilÂhî imtihanlardan muvaffakıyetle gecebilmenin en muhim sırrıdır. Oyle ki; ofkeyi yenebilmek, affedebilmek, fedÂkÂrlık ve ferÂgat gibi yuksek fazîletler, hep nefsin îtirazlarını susturabildikten sonra gercekleşebilir.
Orucluyken bilhassa “ofkeyi yenmek” zarûrîdir. Zira aclık asabîliği icinde birtakım nefsÂnî davranışlara suruklenmek, orucun rûhÂniyetini zedeler. Bunun icin Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“Hicbiriniz (bilhassa) oruclu olduğu gun, cirkin soz soylemesin ve kimseyle cekişmesin. Eğer biri, kendisine sover veya catarsa; «ben orucluyum» desin.” buyurmuştur. (BuhÂrî, Savm, 9)
Sabır ayı olan RamazÂn-ı Şerîfʼte tutulan oruc, Âdeta rûhun giydiği bir ihram gibidir. Nasıl ki ihramda refes, fısk ve cidÂl yasaksa, tıpkı bunun gibi, şehevî arzular, fısk u fucûr, munÂkaşa ve bir gonle diken batırmak da, orucun ecrini zÂyî etmektir.
Yani oruc, sadece midenin belli bir muddet aclığından ibaret değildir. Gunahlara karşı; ele, dile, goze, kulağa, velhÂsıl butun uzuvlara oruc tutturulmadan, orucun kemÂline erilemez.
SUKÛT ORUCU
Orucluyken yanlış hÂl ve tavırlar icinde olanlara Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin pek cok îkazları bulunmaktadır. Bunlardan birinde şoyle buyrulur:
“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini-icmesini bırakmasına kıymet vermez.” (BuhÂrî, Savm 8, Edeb 51)
SahÂbeden Ubeyd -radıyallÂhu anh- şoyle anlatır:
İki kadın oruc tutuyorlardı. Oğle uzeri bir kimse gelerek dedi ki:
“–YÂ RasûlÂllah! Şurada iki kadın var, oruc tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan olecekler. (MusÂade buyurursanız oruclarını bozsunlar.)” dedi.
Allah Rasûlu ondan yuz cevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse sozunu tekrar etti:
“–YÂ Nebiyyallah! VallÂhi neredeyse olecekler.” dedi. Fahr-i KÂinÂt Efendimiz:
“–Cağır onları!” buyurdu.
Kadınlar geldiler. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek:
“–İcindekileri cıkar!” dedi. (Bu mucerred hÂdise, AllÂhʼın dilemesiyle muşahhas hÂle geldi.) Kadın, kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerahat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca, o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et cıkardı.
Bunun uzerine Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Bunlar, AllÂh’ın helÂl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruclu oldular; haram kıldığı şeylerle de oruclarını actılar. Birbirinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (yani gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)
Dolayısıyla orucu nefsÂnî zaaflarla zedelememek; bilhassa dili, dedikodu, gıybet, yalan, iftira ve mÂlÂyÂnî mevzulardan muhÂfaza etmek, yani cirkin konuşmalara karşı dile de “sukût orucu” tutturabilmek îcÂb eder.
Zira Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“AllÂh’a ve Âhiret gunune îmÂn eden kişi, ya hayır soylesin ya da sussun!” buyurmuşlardır. (BuhÂrî, Edeb, 31, 85)
Buyuk murşid-i kÂmillerden Abdullah Dehlevî Hazretleri, bulunduğu meclislerde luzumsuz sozler sarf edilmesine musÂade etmezdi. Birisi gıybet etse, derhÂl ona mÂnî olur ve:
“–O soylediğin soze ben daha lÂyığım!” derdi.
Oruclu olduğu bir gun, yanında bir şahsın gıybetini yaptılar. Hazret:
“–Eyvah, orucumuz bozuldu (ecri zÂyî oldu)!” buyurdu.
Bir talebesi:
“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:
“–Evet, biz gıybet etmedik ama dinledik. (Bu sebeple bize de gıybetin kasveti sirÂyet etti.) Gıybette, soyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.
Demek ki, oruclu iken ağzımıza bir şey girmemesine dikkat etmemiz gerektiği gibi, ağzımızdan cıkan her soze de dikkat etmemiz îcÂb eder. Dilimiz kalplere saplanan bir diken değil, rahmet lisÂnı olmalıdır.
Oruc, bedenin şiddetle muhtac olduğu fÂnî nîmetlerden el cekmek sûretinde gercekleştiğinden; rûhu, nefsÂnî arzuların sıklet ve kasvetinden kurtarır. Dolayısıyla rûhun kuvvet bulmasına, duyguların ulvîleşmesine vesîle olur. Bu yonuyle oruc, mustesn bir nefis terbiyesi vesîlesidir. Zira oructa helÂller bile asgarîde kullanılır. Yani helÂlde bile bir riyÂzat hÂli yaşanır. Oruc sÂyesinde, -belli bir sureliğine de olsa- bÂzı helÂllerden dahî el cekmek, haram ve şuphelilere karşı daha guclu bir şekilde mukāvemet edebilecek, sağlam bir irÂdenin inşÃ‚sına vesîle olur.
Bu hakîkati MevlÂn Hazretleri şoyle ifade buyurur:
“Oruc der ki: «–AllÂh’ım! Bu muʼmin kulun, Sen’in emrine itaat etmek icin, helÂl lokmayı bile yemedi; susuzken su icmedi. Bu muʼmin, nasıl olur da harama el uzatabilir?!»”
DİĞERGÂMLIK TÂLİMİ
Oruc; diğergÂmlık tÂlimidir. Yoksulların ve muhtacların cektiği sıkıntılardan sadece biri olan aclığı fiilen yaşatarak onların hÂlinden anlamayı temin eder. Boylece gonullerde merhamet, şefkat ve comertlik tohumlarının filizlenmesini sağlar.
Mısır’da şiddetli kıtlığın hukum surduğu gunlerde Yûsuf -aleyhisselÂm-’a:
“–Siz, devletin hazinelerine hukmeden bir idÂrecisiniz. Neden kendinizi ac bırakıyorsunuz?” diye sordular. O ise şu hikmetli cevabı verdi:
“–Karnım tok olursa acların hÂlinden anlayamam diye korkuyorum!”
Din kardeşlerini duşunmek, onların sıkıntılarını gidermek icin gayret gostermek ve bu yolda ictimÂî hizmetlere koşmak, kÂmil mu’minlerin hayat dustûrudur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- muʼminler icin bu hÂlin zarûrî olduğunu şoyle ifÂde buyurmaktadır:
“Mu’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (HÂkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)
“Komşusu acken tok yatan, (kÂmil) mu’min değildir.” (HÂkim, II, 15)
“Hicbiriniz kendi nefsi icin istediğini, mu’min kardeşi icin de istemedikce kÂmil mu’min olamaz.” (BuhÂrî, Îman, 7)
RamazÂn-ı Şerîfʼi boyle diğergÂm bir ruhla değerlendirerek hizmet ve infaklarla ihy etmek, kulun Rabbine olan muhabbetinin en guzel nişÃ‚nesidir. Zira ibadetlerin bir gÂyesi de, ahlÂkî vasıfları guclendirip kulu rûhen kemÂle erdirerek Rabbine daha yakın bir hÂle getirmektir.
Nitekim bir muʼmin, ibadette derinleştikce duşunur ki;
“‒Rabbim benden nasıl bir kul olmamı istiyor? O, yuce zÂtını en cok Rahman ve Rahîm sıfatlarıyla tanıtıyor. Oʼnun kulu ve Rasûlu olan Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- KurʼÂn-ı Kerîmʼde raûf ve rahîm olarak tavsif ediliyor, Âlemlere rahmet olarak gonderildiği bildiriliyor. O hÂlde beni Rabbime sevdirecek en muhim vasıf da merhamettir…”
Muhabbet ve dostluk, muştereklikten kaynaklanır. Dolayısıyla CenÂb-ı Hakkʼın bizi sevmesini istiyorsak, ilÂhî ve nebevî ahlÂktan hisse alıp rahmet tevzî eden bir muʼmin olabilmemiz şarttır. Elinden, dilinden, gonlunden, butun mahlûkÂta merhamet tevzî edebilmek zarûrîdir. Gonlun bir rahmet dergÂhı hÂline gelmesi ve butun mahlûkÂtın o dergÂhta huzur bulması elzemdir.
Merhamet, îmÂnın ilk meyvesidir. Merhamet, bir mu’minin îmÂnını tescil eden bir alÂmet-i fÂrikadır. Bu yuzden muʼmin, aynı zamanda rûhundan rahmet taşıran bir insandır.
RAHMET İNSANI KİMDİR?
Rahmet insanı; comerttir, fedakÂrdır, muşfiktir, veren eldir. Yağmur gibi, gittiği her yere hayat bahşeder. Bahar meltemleri gibi, gectiği her yerde huzur ve ferahlık tevzî eder.
Rahmet insanı; zarar değil, fayda verir. Zira Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:
“Mu’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer (yani helÂl yer), temiz olan şeyler ortaya koyar (yani Hakk’ın rızÂsına uygun işler yapar), temiz yerlere konar (yani sÂlih ve sÂdık kişilerle goruşur) ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed, II, 199; HÂkim, I, 147)
Rahmet insanı; incitmez, incinmez.
Rahmet insanı; bollukta şımarmaz ve taşkınlık yapmaz, darlıkta isyan etmez, sabırla merhaleler kateder.
Rahmet insanı; fakirlerin, yetimlerin, kimsesizlerin duÂlarının tÂlibidir.
Rahmet insanı; butun ummeti kendine zimmetli addeder. Kendini devrin akışından mesʼûl gorur.
Rahmet insanı; sadece kendisine, evlÂdına, yakınlarına değil, din kardeşi olarak butun ummet-i Muhammed’e, yaratılışta eşi olarak butun insanlığa, kendisine emÂnet olan butun mahlûkÂta, şefkat ve merhamet tevzî eder.
Rahmet insanı; corak insan değil, bereket tevzî eden insandır. Guneş gibi en kuytu ve ucr koşeleri dahî aydınlatır.
İşte bu hakîkatlerin bir tezÂhuru olarak, tarih boyunca İslÂm toplumları, şefkat ve merhametin muesseseleştiği vakıflarla donanmıştır. Nitekim sahÂbe-i kirÂmdan CÂbir -radıyallÂhu anh- diyor ki:
“MuhÂcirler ve EnsÂr’dan imkÂn sahibi olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.” (İbn-i KudÂme, el-Muğnî, V, 598)
İşte bu rahmet insanlarından teşekkul eden rahmet toplumu, tarihte emsÂli gorulmemiş bir “fazîletler medeniyeti” inşÃ‚ etti. O medeniyetin tÂkipcisi olan ecdÂdımız Osmanlı da, toplumu vakıflarla Âdeta bir ağ gibi ordu. Sarılmadık yara bırakmadı. İnsanın problemini cozdukten başka, hayvanÂta ve nebÂtÂta dahî hizmet eden vakıflar kurdu.
PÂdişÃ‚hından sıradan bir ferdine kadar bu toplum, buyuk bir tasavvuf mektebinde yetişti. Halk ile beraber butun sultanlar, Edebali silsilesinden feyz aldı. Butun gonuller, sanki bir rahmet dergÂhı hÂline geldi.
İşte o fazîletler medeniyetinde;
* Hamallar icin her mahalleye, kufelerini koyup dinlenebilecekleri mola taşları yapılmıştı.
* HizmetkÂrların, işleri esnÂsında kaz ile kırdıkları eşya sebebiyle azarlanıp kalpleri kırılmasın diye, o zararı tazmin etmek icin vakıflar kurulmuştu.
* NezÂket, zarÂfet ve insana verilen kıymette oyle bir kemÂle ulaşılmıştı ki, akıl hastalarına bile “muhterem Âcizler” diye hitÂb edilmekteydi.
* Yuksek iffet ve hay duygusu sebebiyle ihtiyacını arz edemeyen yoksulların, ihtiyacı kadar para alabileceği sadaka taşları ihdÂs edilmişti. Boylece veren alanı, alan vereni gormuyordu. Verenin ihlÂsı, alanın haysiyeti korunuyordu.
Fatih Sultan Mehmed Han, şehidlerin Âilelerine ve İstanbul fukarÂsına, havanın loş karanlığında, kimseler gormeden, kapalı kaplar icerisinde yemek gonderilmesini, vakfiyesinin bir şartı kılmıştı.
Mahalle; fakirin, dulun, yetimin Âdeta teminÂtıydı. Zengin-fakir, bir arada huzurla yaşardı. Şimdiki gibi zenginler ayrı sitelerde, fakirler varoşlarda değildi.
Şu hÂdise, bunun muhteşem bir misÂlidir:
Sultan 3. Mustafa bir Ramazan akşamı ŞeyhulislÂm Mehmed Emin Efendi konağına iftara gider. Soz esnÂsında:
“–Efendi, arada bir size gelmek isterim amma, konağınız pek uzak yerde!” der.
Mehmed Emin Efendi ise:
“–SultÂnım! SÂyenizde yakın yerlerde bir ev tedÂriki mumkundur, lÂkin gorduğunuz gibi şu civar hÂnelerinin hicbirinde mutfak yoktur.” cevÂbını verir.
Bu soz Padişah’ın tuhafına gider:
“–AcÂyip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorar.
ŞeyhulislÂm:
“–Cumlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhÂneden gider. Onun icin buradan ayrılmak istemem.” der.[1]
Şunu hicbir zaman hatırımızdan cıkarmayalım ki, biz de ecdÂdımızın inşÃ‚ ettiği o fazîletler medeniyetinin ve rahmet toplumunun bugunku devamıyız. Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bizim vazifemiz de, ecdÂdımız gibi; elinden, dilinden, hÂlinden ve kālinden butun mahlûkÂtın mustefîd olduğu bir “rahmet insanı” olmaktır.
Bizler bugun, o şanlı ecdÂdın torunları olarak buyuk bir mesʼûliyetle karşı karşıyayız.
Unutmayalım ki fakr u zarûret icinde kıvranan butun muhtacların gozlerinde, en cok Ramazanʼın teşrîfiyle umit ışığı parlar. Zira zekÂt, fitre ve sadaka gibi mÂlî ibadetler, tebessumu unutmuş nice yuzleri, bilhassa bu ayda surûra kavuşturur.
Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, sÂlih amellerin diğer zamanlara gore cok daha fazîletli olduğu Ramazanʼda, butun ibadet ve hayırlarını artırırdı. İbn-i Abbas -radıyallÂhu anhumÂ- şoyle der:
“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- insanların en comerdi idi. O’nun en comert olduğu zamanlar da Ramazanʼda CebrÂil -aleyhisselÂm-’ın, kendisiyle buluştuğu vakitlerdi. CebrÂil -aleyhisselÂm-, Ramazanʼın her gecesinde Peygamber Efendimizʼle buluşur, (karşılıklı) Kur’Ân okurlardı. Bu sebeple Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- CebrÂil ile buluştuğunda, hicbir engel tanımadan esen rahmet ruzgÂrlarından daha comert davranırdı.” (BuhÂrî, Bed’u’l-Vahy 5, 6, Savm 7)
Dolayısıyla ummet-i Muhammed olarak bizler de, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin bu aydaki infak heyecanını, imkÂnımız olcusunde yaşamaya gayret etmeliyiz. “Malda, zekÂttan başka da hak vardır.”[2] hakîkati mûcibince, maldan comertliğin asgarî olcusu olan zekÂtların dışında da infÂk etmeyi, bu ayda mustesn bir fırsat bilmeliyiz. Bu rahmet ikliminden lÂyıkıyla istifÂde edebilmek icin, her zamankinden daha fazla bir gayret icine girmeliyiz.
Nasıl ki sporcular, bir final musÂbakası oncesinde kamplara cekilir, ihtilÂttan men kararı alır, butun dikkat ve gayretlerini, cıkacakları musÂbakaya teksif ederlerse; bir muʼmin de RamazÂn-ı Şerîfʼin icinde barındırdığı buyuk rahmetten lÂyıkıyla istifÂde edebilmek icin, mÂnevî gayretlerini olabildiğince artırmalıdır.
OMUR TEFEKKURU
RamazÂn-ı Şerîfler, aynı zamanda, “hayat ve olum” uzerinde ciddî bir tefekkur vesîlesidir. Duşunmeliyiz ki gecen Ramazan’da aramızda olup da bu Ramazan’da Âhirete intikal etmiş nice din kardeşlerimiz var.
Dolayısıyla bu Ramazanʼı, son Ramazanʼımız olabileceği şuuruyla ganimet bilip ihyÂsı icin ciddî bir gayret icinde olmamız îcÂb eder.
VelhÂsıl RamazÂn-ı Şerîf, CenÂb-ı Hakkʼın ilÂhî bir lûtuf olarak senede bir aylığına bize gonderdiği bir “Misafir” hukmundedir. O misafiri guzelce karşılamak, rÂzı ederek ağırlamak ve memnun ederek uğurlamak; onu bizlere lûtfeden Rabbimizʼin rız ve muhabbetine vesîledir. Biz de RamazÂn-ı Şerîfʼi bu şuur ve idrÂk ile ihy edelim ki, CenÂb-ı Hakkʼın lûtfuyla ebedî bir bayram huzuruna nÂil olalım.
CenÂb-ı Hak cumlemize, RamazÂn-ı Şerîfʼin feyz ve rûhÂniyetinden lÂyıkıyla istifÂde edebilmeyi, ilÂhî af, mağfiret ve inÂyete nÂil olarak ebedî bir bayram surûru yaşayabilmeyi ihsÂn eylesin…
Âmîn!
Dipnotlar:
[1] Suheyl Unver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, s. 64.
[2] Tirmizî, ZekÂt, 27/659-660. Ayrıca bkz. Bakara 2/177.
2016 – Haziran, Sayı: 364, Sayfa: 032
Altınoluk Dergisi
Altınoluk Dergisi
__________________