Yakîn ne demektir? İlmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn arasındaki fark nedir?

Yakîn, sozluk mÂnÂsıyla “tereddutsuz, şuphesiz ilim.” demektir. Daha geniş ve daha guzel bir başka tarif:

“Birşeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih uzere şuphesiz bilmek.”

Bu tarifte, yakînin iki onemli mÂnÂsı karşımıza cıkıyor. Birisi, bir şeyi gercekte nasılsa oyle bilmek. Buna, “vakıa mutabakat” deniliyor. Diğeri itikad-ı sahih, yÂni bu inancta zerrece şuphe etmemek. MeselÂ, haşrin cismanî değil de sadece ruhanî olduğuna tam olarak inanan bir insan, yakîne erememiştir. Zira bu iman yakînin birinci şartını taşımıyor. Yanlış inanca ise yakîn denilmez.

Bir insan inandığı hakikatleri ilme dayandırarak yorumlayamıyorsa, onun hic yakîni yok demektir. Yani insan, Allah’a, peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın sair unsurlarına olan imanını ilimle besleyememiş, onu kÂinattan alınıp suzulen Âfakî delillere dayayamamış veya enfusî delillerle irtibatlandıramamış ise, bu insanın hic ama hic yakîni yoktur. Cunku yakînin başlangıcı ilimdir. İnsan icin ondan daha aşağı bir mertebe bahis mevzuu değildir. Zira bunun aşağısı behÂimin icinde yaşadığı bir hayattır.

Yakîn mertebelerinin başlangıcı ilimdir dedik. MeselÂ; şu karşımızda Âdeta meşher gibi serilen kÂinat kitabını bir seyyah, bediî zevki olan bir sanatkÂr veya ekoloji ilmine vÂkıf, onun derinliklerine dalmış bir ilim adamı gibi tetkik etme ve bundan sonra Allah’ın kelÂm sıfatından gelen Kur’Ân’ı okuyarak Kur’Ân ile kÂinat arasında kopruler kurup CenÂb-ı Hakk’ı kabullenme, O’na aksine ihtimal vermeyecek olcude inanma, yakînin ilk mertebesidir ki buna ilme’l-yakîn denilebilir. Şayet insanın ister Allah hakkında, isterse Hz. Muhammed(sallallÂhu aleyhi ve sellem) hakkındaki ilmi, orneğini verdiğimiz bu seviyenin altına duşerse buna hayvanlık denir. Yanlış anlaşılmasın; o kadarcık imanı olan bir insan hayvan değildir. Zira onun da aşağısında iman ile hic ilgisi olmayan ve Kur’Ân’ın ‘’Onlar hayvan, hayır, hayvandan da aşağı.(A’raf sûresi,7/179)’’ dediği kÂfirler vardır. Fakat bu durum hayvan sıfatlarından biridir. Onun icin fıtratın sınırları icinde yuruyen insanoğlu iradesinin hakkını vermek zorundadır. Boylece kendisi icin Allah’ın tayin buyurduğu yolda yururken, Âkif’in şairane konuştuğu bir yerde dediği gibi ‘’hurr-u mutlak’’ veya daha doğru bir tabirle ‘’hurr-u mukayyet’’ hÂliyle insanlığı iradesiyle yakalayıp insan icin mukadder olan insanî duygu ve duşunceleri elde etmeli ve o makama yukselmelidir.

Hemen belirtelim ki ilme’l-yakînin de kendi icinde mertebeleri vardır. MeselÂ; bir insan ağacların yapraklarına bakar, onlardaki canlılığı, insana anlatmak istediği mÂnÂyı ozumsemeye calışır, onların ifraz ettikleri karbondioksite bakar, gece-gunduz değişimlerine dikkat eder, bitkilerle insanlar arasındaki uyuma goz gezdirir, ihtimal hesaplarını nazara alarak bu hÂdiselerin rastlantı olabilme durumlarını araştırır, sonra guneşten gelen değişik dalga boyundaki ışınların ağaclar uzerindeki tesirlerini inceler, o ışınların meyvelerin meydana gelmesindeki katkısını ele alır… vs.

İşte insan bu ve buna benzer incelemeler sonucu almış olduğu ozlerle mÂrifet peteğini ormeye calışır. Ustad Hazretleri’nin yaklaşımıyla dışarıdan aldığı bu doneleri iceride bulunan ‘’musaddık-tasdik edici’’ ile birlikte değerlendirmeye tÂbi tutarak bir neticeye ulaşır.

Evet, bunca gayret sonucu ulaşılan seviye ilme’l-yakîn’in avamcasıdır. Bunun havassına gelince; buna ulaşmak yukarıda ağac-yaprak diyerek Âdeta bir coban anlayışıyla yaklaşıp misalini vermeye calıştığımız şeyleri bir laborant, bir ilim adamı hassasiyeti icinde ele almakla mumkun olur. O zaman ulaşılan netice riyazî kat’iyet icinde ayrı bir huviyet kazanır. Dolayısıyla bu insanın imanı ‘’iki kere iki dort eder’’ kat’iyetini cok aşar ki bu aynı zamanda ayne’l-yakîn’in başlangıcı sayılır.

Burada istidradî olarak bir hususa temas edeyim; Risale-i Nur iman adına ele almış olduğu meselelere bu zaviyeden yaklaşmıştır. Dava-yı nubuvveti temsil etmesi cihetiyle de mebde ile muntehÂyı bunyesinde cem etmiştir. Yani onun satırları arasında cobanlara anlatılan şeyler olduğu gibi, gozlerini her acıp kapayışlarında –hÂşÃ‚- Allah’a mekÂn tahsisinin dışında ‘’Rabbim şuradasın!’’ diyecek ve kendisini O’nun kucağına atacak kadar ilerlemiş seviye insanlarının da alacakları mÂrifet dersleri vardır. Bu sebeple Risale-i Nur’dan herkes kendi seviyesine gore istifade eder. Kimisi onun sayfaları arasında yuzerken, kimisi de satır aralarından Allah’ın marifetine giden bin bir yol bulur ve oralarda seyahat eder.

Fakat şunu da ifade edelim, mÂrifetullahın asgarî seviyesine ulaşmış bir insan a’zamî zuhd, a’zamî takva, a’zamî ihlÂs ve a’zamî vilÂyeti hedef edinerek yoluna devam ettiği muddetce gercek mÂrifetin sağanak sağanak yağmur damlaları hÂlinde yağması gibi bir lutfa mazhar olabilir. Tabiî ic Âlemleri mÂrifetin sağanak yağmurlarına mazhar olanların imanları da, eşyayı duyuşları da elbette farklı olacaktır.

Ayne’l yakîn ise; eşyanın cehresinde Allah’ın tecelli edişinin gorulduğu bir mertebedir. Yani insanın ‘’Vallahi ben şu ağacta Allah’ı goruyorum.’’ dediği mertebe. Yalnız bu, şahsın hususî mutalÂasına, sezmesine, hissetmesine bağlıdır ve bu yonuyle objektif değil, butunuyle subjektiftir. Bu mertebede insan, ciceklerin acmasında, ağacların semalara doğru ser cekmesinde, kuşların cıvıldamasında, suların şırıl şırıl akmasında... hÂsılı her şeyde kemiyetten, keyfiyetten, araz olmaktan munezzeh CenÂb-ı Hakk’ın arkasında, tıpkı Mecnun’un Leyla arkasında koşturduğu gibi devamlı koşturur durur ve surekli O’nu arar. Şu iz, şu hulya, şu siluet galiba evet galiba O der. Ustad Hazretleri’nin dediği gibi ‘’şiddet-i zuhurundan gizli’’ yani zıddı, niddi bulunmadığından dolayı gozlerin idrak edemediği ama her şeyden daha ayÂn olan Allah’ı gorme cabasının sergilendiği bir mertebedir bu. Burada insan ‘’Buraya kadar mulk, bundan ote melekût.’’ veya ‘’Buraya kadar illet, bundan sonra malul.’’ gibi net değerlendirmelerde bulunamaz... bulunamaz, zira her varlığın arkasında vicdanıyla Rabbini muşÃ‚hede edecek kadar his dunyası inkişaf etmiştir. Tasavvufî ifadesiyle ‘’seyr ilallah’’a ulaşmıştır. Bu makamda her şeyi ayrı bir zevk, ayrı bir neşe hÂlinde duyuyor ve yaşıyordur. Veya bir hayret makamı olan, elinden kÂsesi etraf-ı Âlemde baygın baygın, sarhoş sarhoş dolaştığı ‘’seyr fillah’’da bulunuyordu. Veya İmam Rabbanî’nin vesilesiyle literaturumuze giren ve ancak vilÂyet-i kubrÂya mazhar olanlara nasip olan ‘’seyr billah’’ta yuruyordur. Yani halk icinde Hak’la beraberdir. İrşad ve tebliğ vazifesiyle vazifelidir. İşte bunlar ilme’l-yakîni butun mertebeleriyle yaşamaktan ote, bizim ancak sozunu ettiğimiz ayne’l-yakîni yaşarlar.

Ve hakka’l yakîn; o butun butun Allah’ta fÂni olma, O’nun bekÂsıyla bekÂ’ya erme demektir. Tasavvufî ifadesiyle fen fillah-bek billah makamıdır bu. Ustad’ın yaklaşımları icinde ‘’heme ez ost.’’ Yani eşyanın ancak O’nun varlığıyla kÂim olduğu hakikatinin butun mertebeleriyle sezildiği makam.

Aslında butun bu mertebeler birbirine kuvvet ve destek veren ve ic ice yaşanan mertebelerdir. Bana gore insanın, mutlaka bu mertebelerden hic olmazsa birinde hissesi olması lÂzımdır. Aksi hÂlde insan, hadisin ifadesiyle Allah Resûlu’nun ‘’Ummetim hakkında en cok korktuğum’’(1) dediği tehlikeli bir daire icine girmiş demektir.

(1) ‘’Ummetim hakkında en cok korktuğum şeyler: Karın buyukluğu(gobek bağlamak), cok uyku, tembellik ve yakîn azlığıdır.’’


__________________