[IMG]http://img460.**************/img460/6639/logosonoy7.gif[/IMG]

MUSLUMANLARIN İLİMLER TARİHİNDEKİ YERİ

Farklı cevrelerin ilimler tarihindeki ehemmiyetiyle ilgilenen ilim tarihcilerince maruf hakikatin hilÂfı*na olarak, bir kac asırdır hakim olan şu katı tasavvur, genel tarih, kitaplarında hÂl mevcudiyetini surdurmektedir: İlimlerin gelişmesi, ozellikle Akdeniz Havzasında, başlıca iki merhalede olmuştur. Kadim Grek aşaması ve Renaissance olarak isimlendirilen hadiseyle başlayan Batı Alemi safhası...

Beşerî duşuncenin tarihini ortaya koyma hususun*da son asırlarda yapılan araştırmalar, hafife alınmayacak bazı sonuclar elde etmiştir. Bu sonuclar ilimler tarihcilerinin ilgisini cekecek ve suregelen mezkûr kanÂatte değişiklikler yapabilecek onemdedir.

Gercekte asrımız 1925'lerden bu yana Danimarkalı Âlim Otto Neugebauer tarafından gosterilen ve Greklerin ilimler tarihindeki yerinin t başlarda olmayıp, fakat onların kendilerinden once yaşamış başka nesillerin bilgilerine mirascı oldukları duşuncesini benimsetmeye yonelen onemli bir cabaya şahit olmuştur. Bu ilim adamı şikÂyet ederek, şoyle demek zorunda kalmıştır: "Greklerin başarılarını, kendilerinden onceki milletlere bağlama yonundeki her turlu teşebbus şiddetli bir muhalefet ile kar*şılaşmaktadır. Kadîm Yunan cağından evvel -2500-senenin gectiğini ve bu sure icinde onları ilimler tarihinin başına değil de, ortasına koyacak kadar ceşitli ilmî başarıların bulunduğunu ispat eden butun araştırmalara rağmen, Greklerin ilimler tarihindeki alışılmış konumunun şeklini tadîl etmeye hic kimse yanaşmamaktadır."(1)

"Arabların, Kadîm Yunan ile Renaissance devrinin başlatıcıları olan Latinler arasında kopru rolu*nu oynamaktan ibaret bir hizmeti olduğu" mutevazı itirafını aşmayan ilimler tarihindeki bu yanlış kanÂatin sarsılmasında. Arabların ilme olan katkıları hususunda son iki asır boyunca yapılan şarkiyat araştırmalarının tesiri olmuştur.

Ben burada, soz konusu mevzuda hakikati gozden gecirip, -hal sınırlı olmasına rağmen- yeni araş*tırmaların ulaşmış olduğu sonucların hakîkate ulaşıp onu ortaya koymaya calıştığını da itiraf ederek, vakıayı ozetle ortaya koymak istiyorum. Ote yandan gariptir ki butun bunlardan sonra, Grek cağı ile Renaissance cağı arasındaki orijinal teşkil (el-İbdÂ) merhalesini gormezlikten gelen ilim tarihcilerini bulabilmekteyiz.

Arabların ilimler tarihinde ortaya cıkışlarıyla ilgili olarak bazı mulÂhazalarda bulunmam, bu sunuşumda yerine getirilmesi gereken hususlardandır.

1. "Arablar nezdinde ilimlerin doğuş tarihi'' meselesiyle, "Bu ilimlerin gosterdiği gelişme merhaleleri" hususunda one surulen fikirler tutarsızlığını surdurmeye devam etmektedir.

Benim bu sahadaki cıkış noktam ise, araştırmacıların coğununkinden farklıdır. Ben, İslÂm'da ilmî duşuncenin mahsûllerini vermeye, hicrî birinci asırda başladığı kanÂatindeyim. Ancak burada ben, sayamayacağım tarihî delillerden sarf-ı nazar ederek, meseleyi derli toplu bir şekilde takdim etmekle yetineceğim.

Hicrî birinci asrın ortalarından itibaren ceşitli cevrelerden, muhtelif kulturlerden ve birbirinden ayrı dillerden oluşmaya başlayan İslÂm Toplumu, gercekte daha onceleri birbirinden kopuk ve karşılıklı tesirleri hemen hemen yok denecek kadar olan ceşitli ekol sahiplerinin birbirleriyle irtibat kurduğu ve fikirlerin birbirleriyle aşılandığı bir alan haline geldi. Aradaki ilişkiyi doğuran ve beşeri duşuncenin yeni bir cağının doğmasına vasıta olan İslÂm Toplumunun t kendisidir. İlk musluman yoneticilerin, yabancı kulturlerin hamileri tarafından kendilerine yoneltilen etkiler karşısında ilgisiz davranmamış olduklarından asla şuphe etmemekteyiz. Bazılarına bu mulÂhazayı kabul etmek zor gelir. Cunku onlara gore İslÂm'dan onceki Arablar son derece basit bir hayat yaşamaktaydılar; oyle ki karşılaştıkları yeni durumlara uyum dahi sağlayamamaktaydılar. Fakat biz, boyle duşunenlere şoyle itiraz edeceğiz. Bizim goruşumuzde cıkış noktası şudur: Arablar Babilli Aramilerin -en azından coğrafî yonden- varisleridirler ve diğer taraftan onlar, medeniyet sahibi komşularından da kulliyen ayrı yaşamamışlardır. Ve zaten bu gerceği duşunmeksizin de Cahili Arab şiirinin ustun edebi gelişmesinin ve goz alıcılığının sırrıyla, hicri ikinci asrın ilk ve ikinci yanlarında nahiv ilminin gostermiş olduğu erken ve geniş cerceveli gelişmenin sırrını: keza Yunan kitablarının tercume edilmelerinden ve aynı mevzularda onlardan etkilenmelerden cok onceleri musiki, biyoloji ve botanik gibi bazı ilim dallarının gostermiş olduğu şaşırtıcı gelişmenin sırrını da anlamamız zorlaşacaktır.

2. Burada, muslumanların başka milletlerin ilim ve bilgilerini hic bir sakınca gormeksizin almaları*na buyuk olcude katkıda bulunan onemli bir sebep vardır. Bu sebep, Franz Rosenthal'ın. "Kadîm Grek ilimlerinin İslÂm'da devam etmesi" (2) adını taşıyan kitabında kısaca belirttiğine gore şu şekilde acıklık kazanır: "Yabancı kitabların Arabca'ya cevrilme*lerinde gosterilen geniş gayretlerin acıklamasını ya*pabilmek icin, pratik veya nazari olan faydacı sebep yeterli değildir. Daha doğrusu bizatihi İslam dininin ilme karşı tutumunun bilinmesi gerekmektedir. Bu dinin tutumuysa sırf dini yaşantı icin değil, ama butun yonleriyle beşeri hayat icin en buyuk itici guc olmuştur. İlimlerin peşinden koşmada ve insanlı*ğın ortak malı bilgilere ulaşmak icin kapı acmaya en buyuk sebep, işte İslÂm'ın bu tutumu olmuştur. Ve şayet İslÂm dininin tutumu boyle olmasaydı, ter*cume faaliyeti sadece pratik hayat icin zaruri olan şeylere hasrolunacaktı".

Genel bir ifadeyle tekrarlayalım ki yabancı ilimlerden etkilenme, İslÂm'ın zuhurundan az bir muddet sonra ecnebi kitabların tercume edilmesi aracılığıyla bu ilimlere kendini veren kimselerin elinden, hicri ilk asırda başlamıştır: yoksa bir cok araş*tırıcının sandığı gibi Abbasi hilÂfetinin başlamasıyla beraber ikinci asrın ortalarından sonra ve Halife el-Me'mûn'un kurmuş olduğu 'Beytu'l-hikme" nin kurulmasını muteakib ikinci asrın sonlarıyla ucuncu asrın başlarından itibaren değil... Zaten "Beytu'l-hikme"nin İslÂm akliyat tarihindeki ehemmiyeti mubalağa edilmiş ve yeri de tamamen isabetli olmayan bir tarzda anlaşılmıştır.

Erken bir devirde başlayan ve şaşırtıcı bicimde alı*nan malzemenin şekillenmesi istikametinde gelişen bu yabancı bilgileri alma hareketi, hicri ucuncu asrın ortalarından itibaren "orijinal şeyler meydana getirme- ibda" merhalesinin başlamasına imkÂn verecektir. Hatta genel karakteri itibariyle "dışardan almak ve icerde şekillenmek -ahz ve temessul" adını verdiğimiz bu merhale. İslÂm dunyasının bilginlerine Arab şiirinin olcusu ilmini (Aruz) kurmak, nahiv ve lugat ilimlerini de geliştirmek imkÂnını sağlamıştır. Ayrıca buna kelÂm, felsefe, fıkıh usûlu ve muhtelif kurallar uzerine bina edilmiş olan bizatihi fıkıh ilminin kendine mahsûs ıstılahlarından muteşekkil bir grubu da ilÂve edebiliriz. Cebir aritmetiğin bir dalı olarak değil, mustakil bir ilim dalı olarak kabul edilirken, aynı şekilde Arabların, ekvatorun hassas olcumu icin. ağırlıklı olarak Babillilerden alınan ve doğruluk derecesi tesadufe bağlı olan Eratosthéne'nin olcme metodundan farklı bir metod bulmaya gayret ettiklerini de gormekteyiz. Artık bu safhada arab ilim adamları Batlamyusun olcumlerinin ve gozlemlerinin yanlışlar ihtiva ettiğini ve bunların doğruluk derecesinin gozden gecirilip tashih ve eksiklerinin tamamlanması gerektiğini iyice anlamışlardır.

Aynı şekilde onlar Ay'ın farklı evrelerini olcmek icin, Greklerce bilinmeyen ceşitli olcum metodlarını kullanma imkÂnı bulmuşlardır. Yeryuzu coğrafyası hakkında telifler yapmışlar, bir taraftan Greklerden kendilerine ulaşan coğrafi sonucları gozden gecirirlerken, diğer taraftan da yerkurenin olcu sistemini tekrar tekrar kontrol etmişlerdir. Bizzat bu aşamada Arablar kimya ilmini teorik ve pratik bir esas uzerine kurmuşlardır. Hem de, onemli ve kapsamlı bir terkib elde etmelerine imkÂn verecek hicbir ilişki ve karşılıklı teessurde bulunmadıkları halde. İslÂm'dan once ceşitli milletlerin ulaşmış oldukları aynı sonuclara vararak... (Burada, kimya il*minin muslumanlar nezdinde, ancak hicri dorduncu asırda, o da "Ilmu's-sınÂa" adıyla kurulabildiğini soyleyen araştırıcıların coğuna katılmadığımı işaret etmem gerekir).

"Yabancı bilgilerin alınması ve şekillenmesi - el-Ahz ve't-temessul" surecinin hicri ucuncu asrın ortalarında "Orijinal şeyler meydana getirme -el-ibdÂ" safhasına kadar uzandığını soylersek, tarihi ger*ceklere muhalefet etmiş olmayız. Aynı şekilde "Orijinal şeyler meydana getirme -el-ibdÂ" surecinin başlamasının, musluman ilim adamlarının kendilerini ibda'ya kadir olduklarını hissetmedeki genel karakterini duşunebiliriz. Binaenaleyh onlar, kendilerini Grekler'in ulaşamadıktan sonuclara ulaşmaya da kadir goruyorlardı. Bu hisse dair bir ornek vermek istersek, Beni Musa diye şohret bulmuş olan uc kardeşin durumlarını hatırlayalım. Arşimed ve Eblanius hakkında bir calışma yapmakta olan bu uc kardeş pi sayısının değerini, Kadim Yunanlıların ulaştıklarından daha hassas bir bicimde tesbit etmeye uğraşıyorlar, ayrıca acının uc eşit kısma bolunmesi problemine yeni bir cozum getirmeye calışarak. Eblanius'un "el-MahrutÂt" adlı kitabında duşmuş olduğu hataları kendi goruşlerine gore tashih ediyorlardı.

Yine matematik sahasında el-MÂhÂni'nin, hicri ucuncu asrın ortalarına doğru, ucuncu dereceden denklemler icin basit bir cozum yolu bulmaya calıştığını da hatırlayabiliriz. Tıp ve optik sahasında Ebû Bekr er-Razi, "nesnelerin gorunmesi gozden eşyalara doğru bir gorme kuvvetinin cıkması ile oluşur'' şeklindeki goruşlerinden dolayı Oklit ve Galinus'u tenkit ediyordu. Er-RÂzi'ye gore gorme fiili ışığın maddeden goze ulaşmasıyla gercekleşmekte, ve aynı zamanda goz bebeği, kendisine giren ışı*ğın miktarına gore de kuculup buyumekteydi. Keza el-Kindî'nin, Aristoteles ve diğer Yunan bilginlerinin Meteoroloji hususunda elde ettikleri bilgilerin buyuk kısmından yuz cevirip, bir kısmı modern verilerden hicte farklı olmayan onemli goruşler getirdiğini gorebiliriz.

Kanaatimce "Verme ve orijinal şeyler meydana getirme -el-atÂ' ve'l-ibdÂ" doneminin şu iki onemli karakteri olmuştur: Bir kere, ilimlerin diğer sahalarında da goz alıcı yeni neticeler elde ettikleri hicri beşinci asrın ortalarına kadar, musluman alimler kendilerini Kadîm Yunanlıların oğrencileri addederlerken, artık bu tarihten itibaren, başarılarının de*vamından dolayı, kendilerini onların musluman hocaları saymaya başlamışlardır.

1- "Verme ve orijinal şeyler meydana getirme-el-At ve'1-ibdÂ" merhalesinin son sınırlarını tayin hususunda araştırmacılara hakim olan goruş şudur: "İslÂmî ilimlerin donuklaşması, hicri altıncı asırda başlamıştır!". Kendimin, bu araştırıcıların, donuklukla nitelenen altıncı asırdan sonra yaşamış ilim adamlarının başarılarına dair bir cok araştırmanın ortaya koyduğu gerceklere mutabık olmayan bu iddiasına katılmadığımı bildirmem gerekmektedir.

Arab asıllı ilimlerin, hicri yedinci ve sekizinci asır*da zirveye cıktıklarını isbat etmek icin fazla delile gerek yoktur. MisÂl olarak İbnu'n-Nefîs'in kan dolaşımını keşfini; LisÂnuddin ibnu'l-Hatib'in hastalığın bulaşmasını gozden gecirmesini; batılılar mustakil bir ilim haline getirilmesini miladî 15. y.y. da yaşamış olan Regiomontanus a nisbet ettikleri trigonometriyi Nasiruddin et-Tûsi'nin mustakil bir ilim halinde ele aldığını zikredebiliriz. Butun bunlara sen, Şerefuddin et-Tûsî'nin dorduncu dereceden denklemler duzenleyip, bunları cozmesini; GıyÂsuddin el-KÂşî'nin matematik alanındaki bircok onemli buluşlarını: Kutbuddin eş-ŞirÂzi ve İbnu'ş-ŞÃ‚tır'ın astronomi alanında gosterdikleri ustun gayretleri ve yedinci ve sekizinci asırda sosyo*loji ve tarih felsefesi ilimlerinin temellerinin atılmasını da ilÂve edebilirsin.

Ben, Arapca ile yazan ilim adamlarının başarılarını sayıp dokme gayretinde değilim. Zaten boyle bir teşebbuste bir cok konferansı gerektirmektedir. Kaldı ki bu alandaki araştırmalar daha yolun başındadır. Benimse gayem, ilimler tarihinde Arablara ait donemin bazı ozelliklerini zikretmektir. Kanaatimce musluman ilim adamlarının ilimler tarihinde ortaya cıkmaları cok onemli bir olaya sebep oldu. Bu da şu: İcinde, Babillilerden ve Greklerden miras kalan ve İslÂm'dan az once bir nevi gelişme gosteren ilim merkezleri karşılıklı muteessir olma imkÂnlarından son derecede yoksun idi. Fakat cok gecmeden bu ilim merkezleri, İslÂm toplumunda, kendilerine karşılıklı tesir imkÂnlarını bahşeden canlandırıcı unsuru bulacaktır.

Ayrıca burada şu cok onemli husus ta itibara alınmalıdır: İslÂm'dan az once bazı ilim adamları kendi telifÂtını tanınmış kadîm ilim adamlarına nisbet etmeye yonelmekte ve boylece kendilerini, nisbet ettikleri ilim adamlarının arkasına gizlemekteydiler. Coğunlukla bu, ya kendilerine olan guvenin azlığından, ya da onları coğunlukla, kendi kitablarını başkalarına nisbet etmeye sevk eden başka sebeplerden ileri gelmekteydi.

İşte, zahiren tanınmış Grek muelliflerine nisbet edilmiş olan bu kitablar, ilim merkezlerinde elden ele dolaşmaya ve bundan sonra ilk kaynak olmaya başladılar. Derken, sahte kılığa sokulmalarında veya esas muelliflerinden başkalarına nisbet edilmelerinde hicbir mudahalesi olmaksızın, tercume yoluyla muslumanlara gectiler. Bu sahte kitablar aracılığıyla da Grek ilimlerinin ehemmiyeti şuyû buldu ve insanlar onların kahramanlarının ve muelliflerinin isimlerini tanıdılar.

Muslumanlara gelince, t baştan beri manevi hicbir ızdırap veya psikolojik kompleks ya da sıkıntı duymaksızın yabancı ilimleri alırken, seleflerine karşı acık bir tavır takınmışlardır. Bu buyuk davranışın kıymeti, onun, kendi Arab ustatlarına karşı Latinler'inkiyle karşılaştırılınca daha iyi anlaşılacaktır. İlimler tarihine girmiş "sarahet" unsuru olarak isimlendirebileceğimiz bu vakıa munasebetiyle, onun cok onemli bir tesirinden bahsetmemiz mumkun olacaktır ki bu da, Arab ilim adamlarının, seleflerini umûmî bir tarz da tenkit metodudur.

Hakîkat aşkına diyoruz ki: Musluman ilim adamları seleflerinden ilim aldılar, onlardan istifade ettiler. Hicri ilk uc asırda onlardan almaya ve faydalanmaya mecbur idiler de. Grek'ten aldılar, Hint'ten aldılar ve bu yabancıların kitablarını kendi dillerine cevirdiler. Aynı zamanda onlar kitablarının muhtevasını anlamak icin. ilk plÂnda seleflerinin nesillerinden yardım almava ihtiyac duyuyorlardı. Cunku onlar bu orta veya aracı topluluklar ve bilgi sahibi insanlarla aynı cemiyette birlikte yaşıyorlardı. Yabancı ustatlara karşı onların gonullerinden buyuklenme ukdesini cekip alıp, onları ustatlarına karşı mutevazı yapan ve boylece tenkitlerinde teenni ve itidale cok yakın bir mevkiye koyan sebebi, işte buradan anlayabiliriz.

Fakat bu sozden muslumanların, seleflerini mutlak mÂnada tenkit etmediklerini ve kadîm alimleri yargılama gucune sahip olmadıklarını anlamamalıyız. Gercekte durum bu anlayışın tamamen aksinedir: onlar, bu ilimlerle meşgul olmaya başladıkları cok erken tarihlerde seleflerini kritik etmeye başlamışlardır. Ancak onların tenkitleri islÂm ilim adamlarına mahsus bir tarzda idi. Bu daha cok ahlÂki bir uslupla yapılan tenkit idi ve bunu yapanlar da, ilimlerin gelişme prensibini bilen kimselerdi. Musluman ilim adamlarının, seleflerinin ilmi gerekcelerini doğru ve acık olarak anlamaya yonelmiş prensipleri pek cok esasa dayanmaktaydı. Bir kere halef (sonraki nesil), bazı yanılma ve hatalara duş*muş olmaları onlar katındaki kadru kıymetlerini hic eksiltmeden, selefi sigaya cekebilmekteydi. Burada, curuğe cıkarma ve yanlışını bulmada aşırı gitmemek şartıyla, selefin hatalarını duzeltmeye mani olacak hicbir şey yoktu. Musluman ilim adamlarının inancına gore, ilmî derecesi ne olursa olsun hatadan masun, yanılmalardan munezzeh hicbir ilim adamı mevcut değildir, işte bu prensipler muslumanlar katında tenkitin ahlÂki karakterli esaslarını kovmuş ve kritik etmeyi faydalı ve semereli bir hale donuşturmuştur. Ne var ki bir cok araştırmacı bu gercekten habersiz kalmış, vakıayı yanlış anlayışı, onu islÂm dunyasının ilim adamlarını tenkit gucu az ve selefe koru korune bağlılıkla ithama goturmuştur.

Bu duruma bir misÂl vereceğim. 1957 yılında Bordeaux'da yapılan bir kongrede araştırmacılardan birisi İslÂmi ilimlerin donukluk sebebi meselesini tartışırken, şoyle bir iddiada bulunmuştur: Musluman Âlimlerin butun gayretleri ustatlarından oğrendiklerini buyuk bir sadakat ve bağlılıkla gelecek nesillere aktarmaya hasrolunmuştu. Yine onun iddiasına gore musluman ilim adamlarının kendilerine guven duygusu az olduğundan, ustatlarından sonra yeni bir şey yapmaya gayret etmemişlerdir"(3)

Boyle bir iddia her şeyden once, muahhar asırlarda, oğrenci durumundaki muslumanların ulaştıkları seviye ile, daha once ustatlarının bulundukları seviye arasındaki buyuk farktan habersiz gorunmektedir. Burada ben. onca kısalığına rağmen, ahlÂki tenkit esaslarının karakterlerini acık*ca muşahede ettiğimiz el-Birûnî'nin şu sozunu nakletmekle yetineceğim: "Ben de her insan icin zaruri olan, kendi dalında kendisinden oncekinin gayretlerini kabul etmek, şayet muttali olunursa hic kızmadan eksikliklerini gidermek ve kendisinden sonra gelenlere bir oğut olması bakımından ondaki guzel fikirleri devam ettirmek işini yaptım!" (el-KÂnûn. 1. 4-5).

Bundan sonra İslÂmi ilimlerin bir diğer unsuruna, yani nazari ile amelî arasındaki denge ve ahenk prensibine değinmek istiyorum.

Musluman ilim adamlarının bu alandaki durumlarını bilmeyen bir cok kimse, pozitif ilimlerde araştırma esası olan tecrubeye dayalı ilmî metodun kurucusu olarak uzun zamandan beri Roger Bacon'u tanımaktadırlar. Bu bilginin ilkliği hususundaki inanc gunumuze kadar suregelmiştir. Fakat bir mantık tarihcisi olan ve İslÂmi ilimler sahasında da mutehassıs olmayan C. Prantl. bu duşunce akımına karşı sesini yukseltir ve der ki: (3.1) Roger Bacon tabii ilimlerde kendisine nisbet edilen butun ilmi so*nucları Arablardan almıştır!".

Yine E. Wiedemann (4), M. Schramm gibi mutehassıslar, buyuk bir acıklıkla teorik ve pratik ilmin esaslarını kurmada muslumanların yerini ve onların Bacon ve Leonardo da Vinci gibileri uzerinde acık tesirlerini acıklayabilmişlerdir. Munakaşa goturmeyecek tarzda acıkca ortaya cıkmıştır ki, musluman Âlimlerin işi, sadece tecrubeye yonelmemiştir. Gercekte onlar tecrubeden once teoriğin mevcut olması gerektiği meselesiyle de ilgilenmişlerdir. İşte bu mÂnada onlar tecrubeyi, araştırma esnasında surekli kullanılan bir arac addetmişlerdir. Wiedemann butun acıklığıyla, "Arabların bu mevzuda onde bulunduklarını, hatta Bacon'un elde ettiği bilgilerin kadim Arablarınkinden oldukca az olduğunu soyler".

Bunlara ilÂveten Wiedemann, Musluman Âlimlerin araştırma ve tetkik metodlarındaki diğer bir niteliğe dikkat cekerek der ki (5); "Greklerin elde ettikleri araştırma sonuclar, klasik uslubuyla" karşımıza cıkarken, cok istisnai olarak bu ilmi neticelerin başlangıcını araştırma imkÂnı hasıl olmaktadır. Fakat Arablardaki durum, tamamen bunun aksinedir. Arablar. bu gun de bazı araştırıcıların yaptığı gibi, yapmış oldukları ilmi faaliyeti safha safha acıklamışlardır. Boyle bir izah karşısında bize ancak, onların, ilmi faaliyetlerinin her safhasında guven ve sevincle dolup taştıklarını tasavvur etmek ve sanat zevkleriyle kullanmış oldukları aletlerin mukemmelliği sayesinde araştırmalarında başarıya ulaştıklarını duşunmek duşmektedir.

Musluman ilim adamlarının tabiatı gozlemleriyle, astronomik muşahedeleri ve bunları surdurmeleriyle; titizlik ve kendi buluşları olan arac-gerecleriyle cihanın karşısına, ceşitli ilim dallarında seleflerine nisbetle yeni bir donemin temsilcileri olarak cıkmış oldukları, coğu defa araştırmacılara gizli kalmaz.

Onların, yeni bazı ilimler tesis etmelerinden veya ilmu'l-meÂni olarak isimlendirdikleri en-nahvul-inşÃ‚î, kimya, optik ilmi, mustakil ilim olarak trigonometri, tarih felsefesi, sosyoloji gibi bazı ilimleri yeni esaslar uzerine oturtmuş olmalarından sarf-ı nazar ederek diyebiliriz ki, onlar, hicri ikinci asırdan dokuzuncu asra kadar, bircok kere ilimleri tanıtmaya ve yeni goruşler doğrultusunda bunları yeniden tasnife tÂbi tutmaya calışmışlardır. Butun bunların yanı sıra bir diğer hakikati acıklamak gerekir. O da, tabiat ilimleri ve felsefenin deyimleri (ıstılÂhÂt) tarihinde muslumanların onemli bir yeri olduğu, onların kendilerine ulaşan başkalarına ait malûmatı parlatmakla yetinmeyip, onlardan buyuk bir kısmını da kurmuş oldukları gerceğidir. Muslumanların ilimler tarihindeki yerin*den ve Latin Âlemi uzerindeki buyuk tesirlerinden soz ederken, bu tesirin sırrı Arabca kitabların latinceye tercume edilmesiyle veya Haclı savaşlarının neticesi ve Şarkın Garb ile temasa gelmesi sonucunda oluşmadığını, ama gercekte bu buyuk tesirin miladî dokuzuncu asırda başlayıp birkac asır devam eden yabancı bilgileri alma ve bunların şekillenmesi (el-ahz ve't-temessul) faaliyetiyle meydana geldiğini hatırlamak lazımdır. Ote yandan bu buyuk tesir şu uc yolla tamamlanıp kemÂle ermiştir: İspanya ve Sicilya. İtalya ve Bizans...

Benim burada, bu olayı tafsilatıyla anlatmaya gucum yetmez: cunku gayem bu değildir. Beni ilgilendiren bazı mulÂhazalar beyan etmektir. Şoyle: Latinlerin yabancı malzemeyi alıp, şekillendirmesi faaliyeti Arablardaki tarzın dışında başka bir şekilde tamamlanmıştır. Muslumanlar bu malzemeyi İslÂm dinine girenlerle, yabancı kulturlerin hamili olan kendi vatandaşları aracılığıyla elde etmişlerdir. Latinlerin durumuysa başka idi. Bir kere onlar bu bilgileri, ceşitli muesseselerin sistemlerini ve universitelerin metod ve programlarını siyasi ve dini duşmanları olan kimselerden almak zorunda kal*mışlardı. Kendilerinden ilim almış oldukları muslumanlara karşı duşmanlık ve kin duyuyorlardı. İşte bu da "bilgi alma" ameliyesi uzerine psikolojik bir kapalılık olarak yansıdı. Artık bundan sonra Latinlerin, muslumanların başkalarından ilim almalarında esaslı iki unsur olarak kabul ettiğimiz "vuzuh" ve "sarahet" unsurlarını yitirmeleri tabii olacaktır.

Hatta daha da fazlasını goruyoruz. Latinlerin muslumanlardan ilim alma faaliyeti, tamamen kendine mal etme (intihal) şekline donuşmuştur. Bu gerceği ceşitli sahalarda mutehassıs ilim adamları da acıklamıştır. Bu mutehassıslar Latin ilim adamlarının, muslumanlardan aldıkları araştırmaları veya kendi dillerine tercume ettikleri kitabları once kendi telif ve tasnifleri olarak, sonrada Aristoteles, Calinos gibi meşhur Grek bilginlerini aidiyetlerini ortaya koymuşlardır. Ben bu cereyan hususunda fazla misal zikretmek, bunun diğer tezahurlerinden bahsetmek ihtiyacını duymuyorum.

Şu var ki, Latinlerin yaptıklarını da kucumsemek, niyetinde olmadığımı da acıklamalıyım. Benim butun istediğim şunu soylemektir: Latinler, onceki hocaları Arablarınkinden farklı olan sebeblerle, onlardan ilim alma cihetine gitmişlerdir.

Bu hususları zikretmeye beni davet eden sebepse, musluman bilginlerin batı alemindeki ilmî merhalenin gelişmesine olan ve bir coklarınca bilinmeyen tesirine dikkat cekmektir.

Burada zikretmemiz gereken bir başka husus daha vardır. Şu: Musluman Âlimlere karşı duşmanlık ve kin duygularıyla muttasıf olan bu Arab asıllı ilimleri alma ve bunların şekillenmesi (el-ahz ve't-temessul). daha bu ilimler yarı yolda ve henuz olgunluklarını tamamlamamışlarken meydana gelmiştir. Akla şu soru gelebilir: Nasıl olur da tarihciler, Arabların garb ilmî merhalesini diriltmedeki tesirlerini asırlardır zikretmezler? Bize gore cevap acıkca, Batıda uzun asırlardır muslumanlar ve onların ilimlerine karşı hakim olan duşmanlık ruhunun boyutlarını anlamada yatmaktadır (6). Hatta bu durum, kendisine nisbet edilen ilmî sonucları Latinceye cevirilen Arabca kitaplardan iktibas ede Bacon (1219/1290) a kadar uzanır. Mesela M. 1315 yılında olen Raymundus Lullus, hayatını ve tum gayretini Arablara ait olan her şeye mukavemete hasrettikten ve bir suru kimya kitabı telif ettikten sonra, nihayet anlaşılmıştır ki, onun telifatının buyuk bir kısmı Arab kaynaklıdır. Yine ayni şekilde bircoklarının, ilimlerin Arabların boyunduruklarından kurtarılması şeklindeki nidasını unutmayalım.

Ote yandan Arabları savunmaya devam eden bazı ilim adamlarının mevcudiyeti malûmunuzdur. Bunların en tanınmışı, İslami ilimleri takdiri kendisini Şarka goce sevk edip, otuz yıl Dımışk'ta ikamet ederek tabiplikle iştigal eden, sonra M. 1515yılında Padua'ya donen ve Arabca bircok kitabı Latinceye tercume eden Andeas Alpagus'tur. Alpagusun Latince'ye tercume ettiği kitaplardan bir tanesi de Michel Servet'in kendisine nisbet ettiği meşhur İbnu'n-Nefis'in kitabıdır. Fakat baskın cıkan, hakim olan ve M. onaltıncı yuzyıla kadar Almanya. Fransa ve İtalya da devam eden duşmanlık cereyanıdır. Bu cereyana kendini vermiş olan tanınmış liderlerden birisi de Tubingen universitesinden Leonhart Fuchs'tur. Arablara karşı mucadele eden ve onların kitablarını kendilerine nisbet edenlerden bir tanesi de, meşhur Paracelsus'tur.

Arab harfleriyle yazılı kitablardan direkt veya indirekt olarak istifade edilmesine rağmen, Arabların fonksiyonu onyedinci ve onsekizinci asırlar boyunca hep unutulur; ilim tarihcileri de tarihe dair eserlerini boyle bir havada telife başlarlar. Bununla birlikte, bircoğunun gayesi İslimi ilimlere hak ettiği mevkii vermek ve onu ilimler tarihindeki yerine oturtmak olan (!) (7) musteşriklerin ortaya cıkmasıyla 18. yuzyıl islami ilimlerin lehine yeni bir unsur getirdi. Bu sahadaki en muhim ve en başta gelen şahsiyetlerden olmak uzere Jacob Reiske zikredile*bilir. Kendisine Kurt Sprengel, J.W. Geothe ve Alexander von Humboldt gibi ilim tarihcileri yardım etmişlerdir. Fakat onların gayretleri umumî ceyrana karşı pek tesir icra edememiştir. Ve bilhassa ilimler tarihinde şu goruşun hakim olmağa başladığı cağda... "M. onbirinci asırdan itibaren gozlenen butun ilmî sonuclar Grek ilimlerinin uyanması olmuş, neticede de Renaissance doğmuştur."

Buna rağmen muhalif bazı ilim adamlarının bu tavrı genel ilimler tarihinde bu şekilde hakim ol*muş ve tesirini de geniş bir şekilde bu gune kadar surdurmuştur. Ote yandan bazı musteşriklerin cabaları, ozellikle araştırıcıların onceki asırda calışmaya başladıkları ilim dallarında olmak uzere, bazı alanlarda hataların duzeltilmesine yonelmiştir. Genel akımdan etkilenmemeleri ve Pozitivist olarak bilinen 19. yuzyıl duşuncesine hakim olan hadiseye boyun eğmemeleri nisbetinde, bu onlar icin mumkun olmuştur.

Arab asıllı ilimlerin ilimler tarihindeki mevkii me*selesini sunuşun, yakın gelecekte bu gunkunden daha doğru ve adil olmasını umit etmeliyiz. Bu arzunun tahakkuku icinse, îslamî kulture varis olanların hakikatleri ortaya cıkarma davasına buyuk bir payla katılmaları gerekir.

Prof. Dr. Fuat SEZGİN

------------------------------------------------------------

1-Kitab-ı mehricÂn efram Huneyn, Bağdad, 1974. s.. 447

2-Fr. Rosenthal, das Fortleben der Antike im İslÂm. Stuttgart, 1965, s.18.

3- H. Ritter, "Hat die religiose Orthodoxie einen Einfluss auf die Dekadenz des İslams ausgeubt?'. Klassizismus und kulturverfall. 1960. s.. 136.

3.1-Geschıcte der Logik. III. Leipzig. 1927, s.. 121.

4-Bircok makaleleri ve ozellikle, "Die Natunwissenschaften bei den orientalischen Volkern". Eringer Aufsatze aus ernster Zeit. 1917, s.. 42-58

5-İbn al Haythams Wegzur Physik". Wiesbaden. 1963

6-Bu hususta H. Schipperges. "Ideologie und Historiographie des Arabismus". Sudhoffs Arcbiv. 1961.

(!) işareti tarafımızdan koyulmuştur (cev).

Bu yazı "Muhadavat fi tarih'il ulum" (R,yad, 1399, 1979)'da 9-23 sayfaları arasında Arapca yayınlanmıştır.

KAYNAK: Sadabat.net

Yeni paylaşımlarda buluşmak dileğiyle...

[IMG]http://img322.**************/img322/7687/destek2ba9.gif[/IMG]

__________________