BEŞERİ EKONOMİK SİSTEMLER VE İSLÂM’DA İŞCİ HAKKI, EL EMEĞİ
Beşeri Sistemler ve İdeal Toplum Ozlemleri:
Ekonomide en kutsal değer olan insan emeğini istismar eden sistemlere karşı, ezilen insanların sesi ve umudu olma iddiasıyla ortaya cıkan Sosyalizm, once Doğu’da sonra Batı’da ilgi gordu. Bunun nedeni olarak, cok eski donemlerden beri, icinde yaşadıkları toplum duzenlerinden rahatsızlık duyan bir cok kişinin, zenginliklerin Âdil bir bicimde paylaştırılacağı ve insanlar arasında eşitliğin sağlanacağı toplumsal koklu değişikliklerin gerekli olduğunu savunmuş olmalarını gosterebiliriz. Her donemde, insanlar arasında adalet ve eşitlik ozlemi taşıyan kimselerin zengin-yoksul, yoneten-yonetilen ayrımlarının olmadığı ideal toplum soylemlerini seslendirdikleri gorulmuştur. Tarih boyunca insanlar hep adaletin herkesi kapsadığı, zulmun ve baskının olmadığı, zenginliklerin paylaşıldığı ve herhangi bir zumrenin tahakkum ve idaresi altında kolelik sınıfının oluşturulmadığı mukemmel bir sosyal yapının ozlemi icerisinde olmuşlardır. Ancak bu turden beklentilerine rağmen, bunun nasıl gercekleştirileceği noktasındaki varsayımlardan bir adım bile ileri gidememişlerdir. Cunku yaratıcılarından bağımsız, cozum arayışlarına girmişlerdir. Oysa insanın ozune ve fıtratına en uygun cozumler sunacak tek kaynak vardır. O da Vahiy’dir… Yani Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim’dir ve Peygamberimizin Sunnetidir… Kur’an, Hakîm olan Allah SubhÂnehu ve TeÂl tarafından hukum ve hakikatlerin kaynağı olmak uzere indirilmiş hikmetli bir Kitab’dır. Allah’ın Kitabında asla bir celişki ve tutarsızlık yoktur. Bir konuda Allah, muhkem bir tarzda ne demişse, işte o gerceğin ta kendisidir. Allah’ın dediğine uyulup uyulmaması meselesi tartışılamaz. O konuda, karşı fikir ureterek, konu masaya yatırılamaz ve medya vasıtasıyla yada bilim adamları (!) ve sanatcı denen kişilerin faaliyetleriyle Allah’ın Kelamının aksine tek harf bile soylenemez. Bu durum, yalnızca Allah’a imanın ve tÂğutları inkÂrın bir sonucudur. İnsanlar şartsız, pazarlıksız ve tam bir teslimiyetle İslÂm’ı kabul etmedikleri surece İslÂm’dan aldıkları munferid ve cuz’î değerler onlara hayır getirmeyecektir. Zira hak ile bÂtılı birbirine karıştıran kimsenin bu amelinin kufur ve ma’siyet olmasının otesinde, akletme, duşunme, sorgulama, olcme ve değerlendirme yetenekleri korelecektir. Bu yeteneklerini kaybeden kimselerin akılları kendilerine manevi guzellikleri gosterme noktasında fayda sağlamayacaktır. Akılları, kendilerine hep nefislerinin arzularına uymalarını emredecektir. Onlar, olaylara tek acıdan baktıkları icin, bir problemi cozerken başka problemlere neden olacaklardır. Rabbimiz, bu konuda şoyle buyuruyor: “Hakkı bÂtıla karıştırmayın ve bildiğiniz halde Hakkı gizlemeyin.”[1] Demek oluyor ki, beşeri felsefeler, ideolojiler, nazariyeler ve teoriler insanlar icin Âdil bir hayat sunamadığı gibi; beşer aklının ve hevÂsının urunu olan fikirlerle, İslÂm’ın bazı değerlerinin karıştırılıp sentez edilmesi de, ideal sosyal ve ekonomik toplum ozlemi icindeki insanların umutlarına cevap olmayacaktır.
Şehidu’l İslÂm Seyyid Kutub, 1960’lı yıllarda dunya genelinde demokratik duzenlerin iflasa benzer bir hale geldiklerini ve Sosyalizm sistemine başlarda Batı’nın bile ilgi gosterdiğini ancak bu yonelişlerin bir arayıştan başka bir anlam taşımadığını vurgulamıştır. Doğu ve Batı ulkelerinde Marksizm de bir sure insanlığı oyalamıştır. Ancak insan fıtratıyla catışan bu sistemler insanlığın muhtac olduğu maneviyat ozlemine ilac olamamışlardır. Bu beşeri sistemler, manen kalbi ve kafası ac olan insanların, yalnızca midelerini doyurmanın ve nefislerini azdırmanın yeterli olmayacağı gerceğini goz ardı ettiler. Zaten kendilerinde de insan yapısının muhtac olduğu bu manevi boşluğu dolduracak değerler sistemi yoktu. İnsan fıtratında yer alan Allah’a teslimiyet cevheri, kişiyi surekli Allah’a kulluğa yoneltir. Bu fıtrat, inancsızları vicdan mahkemelerinde suclu ilan edip, kendilerini vicdanî azaba mahkum eder. Aslında nankorluk etseler de, yalan soyleseler de “inanmak” insan icin en temel ihtiyactır. Ancak dunya nimetlerinin cazibesi, secim imkÂnı bulunan insanın gaflete dalmasına, sarhoş olmuşcasına aklî muhakeme ve muvazenesini yitirmesine ve sonucta da ruhlar Âleminde Allah’a verdiği kulluk sozunu unutmasına neden olmaktadır. Allah’ın bizi fıtrat olarak bu donatıyla var etmesi cok buyuk bir nimettir. Tabiri cÂizse insan fıtratı, yolunu kaybettiğinde kendisine doğru yolu gosteren bir pusula, bir harita yada bir klavuz gibidir. Fakat ne yazık ki, bir cok RahmÂni yol gostericilere rağmen, insanların ezici coğunluğu kurtuluşu, sosyal ve ekonomik refahı beşeri fikir akımlarında gormektedir. Ortaya cıkan her felsefî doktrin, başlarda reklamın da ruzgarıyla bir cok yolsuzun umuduna ve ilgisine medar olabilmektedir.
İslÂm’da calışan, ureten, yorulan ve emek sarf eden insanların işgucu, el emeği ve alın terinin asla istismar edilmediği ve kimseye zulmedilmediği konusuna gecmeden once; emek ve işgucu gibi kavramları istismar eden sistemlerden kısa bahislerde bulunmaya devam ediyoruz. Yukarıda Batı toplumunun başlangıcta, Doğu bloğunun duzenlerine ozellikle de Sosyalizm adı altında “ekonomik sistemlerine” ilgi gosterdiğini belirtmiştik. Tum beşeri sistemler diğerine reaksiyon olarak ortaya cıkmıştır. Sosyalizm de, Kapitalizm’e ve demokrasiye tepki olarak doğmuştur. Sosyalizm; sosyal teşkilatlanmayı eşitlik olcusune gore duzenlemeyi gaye edinen bir teori olarak tanımlanmaktadır. Başka bir ifadeyle; iktidar ve uretim araclarının halk tarafından kontrol edildiği ve herkese eşit mal dağıtma esasını idari sistemde yerleştirmeyi savunan, insan fıtratına aykırı olarak hurriyetleri daraltan ve din aleyhtarı olan bir sistemdir. Kapitalizm ise, Batı dunyasında feodalizm’in cokuşunden bu yana egemen olan ekonomik sistemdir. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişim Ekonomisi gibi adlarla anılır. Kapitalist sistemin temel ozelliği uretim araclarının buyuk coğunluğunun ozel ellerde toplanması ve uretimle gelir boluşumune onemli olcude piyasaların işleyişinin yon vermesidir. Gunumuzde en yaygın ekonomik sistem durumundaki Kapitalizm, felsefî temelleri, kuralları, amacları ve sonucları bakımından İslÂm’ın tam karşısında yer alır. Kapitalizm’in temelini maddecilik oluşturur. İnsana ongorduğu biricik amac maddi zenginliğe ulaşmak ve bunu dilediğince, sınır tanımaksızın tuketmektir. Bu amaca ulaşmak isteyen bireye sınırsız ozgurluk alanı tanır; bu nedenle aşırı olcude bireycidir. Bu sistem, sermaye sahiplerinin kalkınmasına hizmet eder. Halk ile sermayedarlar arasında korkunc ekonomik ucurumlar vardır. Paraya hukmeden burjuva sınıfı israf ve safahat icinde bir yaşam surerken; buyuk kitleler, temel yaşam standartlarını elde etme uğruna maalesef yaşam mucadelesi vermektedirler. İslÂm’ı tanımadan Batı kulturuyle yetişmiş yığınlar, dunya hayatını “gecim dunyası” olarak tanımakta ve tanımlamaktadırlar. [2]
Sınıfsız bir toplum oluşturmak isteyen Komunizm ise; Toplum icinde bireylerin her turlu mulkiyet haklarını, aile hayatını ve dini kaldırıp, materyalizmi esas alan, butun mulkiyeti devlete mal eden bÂtıl bir nazariyedir. Temeli maddeciliğe dayanan bu sistem, aynı zamanda inkÂr uzerine kurulu bir duşunce ekoludur. Bu anlayışa gore, Vahiyle sabit olan gerceklerin hicbir onemi yoktur. Komunistlerin inanclarını ana hatlarıyla ozetleyelim: Onlara gore, ne ahiret ne de hesap verme vardır, var olan ancak bu dunyadır. Kur’an’ın da Hz. Osman başkanlığında uydurulmuş, sonra da defalarca tahrif edilmiş olduğuna inanırlar. Bu korkunc iddiaların en korkuncu, Allah’ın varlığını da kabul etmezler. Allah’ın, pek cok insanın hayal urunu olduğunu soyleyip “kÂinatı Allah değil, Allah’ı insanlar yarattı (uydurdu)” diyerek mutlak bir inkÂr yolunu secerler. Aile kurumunun varlığını kabul etmezler. Bu kurumun burjuva sınıfının guclenmesine sebep olduğu icin, onun ortadan kaldırılıp yerine cinsel ozgurluğun ve başıboşluğun getirilmesi gerektiğini savunurlar. İnsanlık tarihini de ekonomik nedenlerden kaynaklanan sınıf kavgalarından ibaret gorurler. İşci sınıfının diktatorluğunu isterler. Komunistler, şiddet ve catışmaya inanır. İşciler ve diğer sınıflar arasında surekli duşmanlık ve kavgayı koruklerler.
Batılı Filozofların Tarih Yorumu:
Hegel’e gore; “gecmişteki her medeniyet, zayıf yonleri ve hataları nedeniyle son bulmuş ve iyi yonlerini sonraki medeniyete devretmiştir.” Darwin teorisine gore ise; dunya, her yerinde surekli mucadele verilen vahşi bir savaş alanıdır. İnsan yaşamak ve guclu olmak icin saldırmak ve savaşmak zorundadır. Ona gore; bu, doğanın bir kanunudur. Yaşamak ve doğanın sunduğu nimetlerden istifade etmek ancak guclunun hakkıdır. Cunku o, yaşama yeteneğini ispat etmiştir. Zayıf ve gucsuz olanların yaşama hakkı yoktur. Marksizm de Hegel ve Darwin’inkine benzer bir hayat goruşu sunmuştur. Hegel, fikir dunyasını bir savaş alanı kabul ederken; Darwin, tabiatı acımasız bir savaş alanı olarak kabul etmiştir. Darwin’in felsefesinde sevgiye, saygıya, merhamete, fedakÂrlığa ve insan fıtratının yuce değerlerine yer verilmez. Bu carpık anlayış, başlangıctan beri insanları surekli savaşan, ihtiyac ve menfaatleri uğruna mucadele eden farklı sınıflara ayırmıştır. Farklı menfaatler sebebiyle, sınıflar arası catışma ve savaşlar hic eksik olmamıştır. Her neslin yaşamı boyunca tanıklık ettiği bitmek bilmeyen savaşlar ve mazlum halklara yapılan zulumlerin cıkış noktasında bu felsefî anlayış bulunmaktadır. İnsanlık tarihinin gelişimi de, işte bu bencil ve cıkarcı sınıf kavgalarına dayanmaktadır.
Medeniyetin gelişmesi hususundaki bu anlayışa gore, icinde yaşadığımız şu medeniyet, gecmiş medeniyetlerin iyi yonlerinin bir araya gelmiş halidir. Gecmiş cağlardan alabileceğimiz bize rehberlik edecek ve yolumuzu aydınlatacak hicbir fikir kalmamıştır. Cunku tarih icinde onlar denenmiş ve sonraki cağlara devredilmeyen kısımları eksik kabul edilmiştir. Eğer biz, tarihteki herhangi bir şeye değer veriyorsak; bu, yalnızca kendi doneminde değerli oluşundan ve medeniyetin gelişmesinde rol oynamasından dolayıdır. Fakat tarihte kalmış o değerler, artık bugun değerlerini tamamen kaybetmiştir.
Bu anlayış, tarihe bakış acısından cok tehlikeli bir felsefedir. Marx’ın materyalist tarih yorumu bu felsefeye dayanmaktadır. Bu tarih anlayışını benimseyen bir kişi, Kur’an’da bize anlatılan Peygamberlerin doneminin, bugun itibariyle değersizliğine ve Tevhidî mucadelelerinin artık onemini kaybettiğine inanacaktır. O Peygamberlerin mucadelelerinin ornek alınması ve tebliğ ettikleri İslÂm inancının aynen kabul edilmesi gerektiğini soyleyen bir kişi de gericilikle ve dar kafalı olmakla suclanacaktır. Bu akıma kapılan bir toplum, bir daha Saadet Asrına donebilir mi? Aslında bu, İslÂm’a karşı, şeytanca duşunulmuş felsefî bir hucumdur. Bir mantık bu hucuma mağlup olacak olursa, en koklu dini inanc bile bir sure sonra yıkılıp yok olacaktır. Maalesef bu anlayışın toplumların buyuk bir kesiminde kabul gorduğune tanık olmaktayız. İnanc, ahlak, ekonomi, siyaset, sosyal hayat ve ibadet gibi konularda Rasûlullah ve Ashab-ı KirÂm’dan kendisine haber ulaşan pek cok kimse: “O, Peygamberdi; biz, onun gibi olamayız” yada “Onlar, Peygamber tarafından yetiştirildiler, yanlarında Peygamber de vardı ve onlar buyuk insandılar; biz onlar gibi olamayız” demektedirler. Gunumuzde, Musluman oldukları iddiasıyla Allah’ı, Peygamberi ve Kur’an’ı sevdiğini her fırsatta soyleyen pek cok insanın hayatında, başta Tevhid akidesi olmak uzere, İslÂm’ın değerlerine rastlamak mumkun değildir. Bu durum da, İslÂm tarihine nostaljik acıdan bakıp, olayları da birer efsane gibi telakki etme sonucunu doğurmaktadır.
Butun cahili felsefelerin tarih anlayışı, madde temeli uzerine bina edilmektedir. Boylece insanın maddi yonunu on plana cıkarıp manevi boyutunu devre dışı bırakmışlardır. Oysa insan madde ve ruh karışımı bir canlıdır. “Hani Rabbin meleklere demişti ki: Muhakkak Ben, camurdan bir insan yaratacağım. Ben onu bicimlendirip, ona ruhumdan uflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın.”[3] Bu ayete gore, insanın yaratılışı camur ve Allah’ın ruhundan bir nefha yani ufuruşten ibarettir. Bu iki ozellik onda butunuyle karıştı, birbiriyle ic ice gecti ve sonucta bizim bildiğimiz insan ortaya cıktı. Bu nedenle insanı tanımlarken onun bir yonunu one cıkartıp diğer yonunu goz ardı etmek onun fıtrî dengesini bozmak demektir. İnsan ne maddedir, ne mana.. Bu ikisinin birleşiminden yaratılmış bir canlıdır. İnsan kendini tanımak ve gorevlerini idrak etmek icin, İlÂhi kaynaklara değil de, beşeri varsayımlara muracaat edecek olursa; madde, mana, ruh, hayal, duşunen yada alet kullanan bir hayvan olduğunu zannedecektir. Materyalistlere gore insan, maddi bir varlıktır ve tarih boyunca da madde savaşı vermiştir, vermektedir. İslÂm ise insanı ne tamamen madde, ne de tamamen ruh kabul eder. İnsan yalnızca bir kabza camur olmadığı gibi; ondan bağımsız hur bir ruh da değildir. Bu iki oğe; ozellikleri itibariyle birbirinden farklı ama bir butunun iki temel unsurlarıdır. İnsan gaflet ve serkeşlik anlarında camur tarafına daha yakın olmasına rağmen; o, bu durumlarda bile hayvanlar gibi katıksız bir ceset değildir. Zira kendinde belirli olcude irade ve secim yeteneği vardır. İnsan, maneviyatın en yuce noktalarında da maddi yonunden soyutlanan bir ruh değildir. Peygamberimiz aleyhisselÂm, Cebrail aleyhisselÂm’dan vahiy alırken dahi katıksız bir ruh değildi. ”Onu (Kur’an’ı) acele almak icin onunla dilini kımıldatma. Şuphesiz onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak Bize aittir. O halde Biz onu (Cebrail aracılığıyla) okuduğumuz zaman sen onun okunuşuna uy. Sonra onu acıklamak da hic şuphesiz Bize aittir”[4] Peygamberimiz, insani bir duşunceyle, Cebrail aleyhisselÂm’ın kendisine okuduğu Ayetlerin bir kısmını unutma korkusuyla, vahiy daha tamamlanmadan, hemen ezberlemek maksadıyla, tekrar ediyordu. Nitekim Allah Celle CelÂluh, Kur’an’ın korunması, kalbine yerleşmesi, okunması ve acıklanması konularında Peygamberimize guvence verdi, endişelenmemesini istedi. Gorulduğu gibi Peygamberimiz, bu mubarek makamda bile insani zaaflardan soyutlanmış bir nur parcası değil, maddi yonu de olan bir insandır. “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım.”[5]
Tarih boyunca tum cahiliyeler , insanın ya bir ozelliğini kabul ederek diğer yonunu inkÂr etmişler yada bir yonunu sivrilterek diğer yonunu koreltmişlerdir. Materyalist cahili felsefeler, insanın ceset, madde ve (vahiyden mustakil) duşunce yonlerini sivrilterek, ruhun aydınlığından uzak olarak tamamen maddi bir imar peşinde koşarlar. Daha cok maddeye sahip olma ve insanlara hukmetme arzusundadırlar. Maddeye hukmetmekle daha mutlu olacaklarını zannederek, manevi aclıklarının farkına varmadan doyumsuz ve mutsuz bir hayat yaşarlar. Toplumda sıkca rastlanan stres, depresyon, icki, uyuşturucu, intihar, cinayetler, fuhuş, kumar ve hicbir şeyden mutlu olmamak şeklinde karşımıza cıkan tatminsizliklerin temelinde manevi değerlerin boşluğu bulunmaktadır.
İnsanın daha ilk yaratıldığı andan itibaren ozunde bulunan inanc ihtiyacı ihmal edildiği zaman, insan kendi benliğinde bir takım catışmalar ve celişkiler yaşamaktadır. Bu catışma ve celişkiler de doğal olarak insanı bir arayışa sevk etmektedir. Cahiliye’de her nazariye, tez-antitez, etki-tepki, aksiyon-reaksiyon gibi bir takım fikirlerin karşıtlığı uzerine kurulduğu icin, maddecilerin karşısına da ruhcuların cıkacağını tahmin etmek zor olmasa gerektir. Ruhcu cahiliye (Spiritualizm) ise, insanın ruhi yanını sivriltip fiziki ihtiyaclarını ihmal eder. Beşeri arzularına engel olur, bedenine zulmeder. Ozellikle Hinduizm ve rahiplerin yaptığı budur. Onlar bedenlerine işkence etmekle ruhlarını yucelttiklerine inanırlar. Tasavvuf akımına da, bedene işkence ve zulmetmek suretiyle, ruhu arındırma anlayışının Hinduizm ve diğer cahili dinlerdeki ruhcu felsefelerden girdiğini gormekteyiz. Ruhiyatcı felsefe sahipleri, insanın maddi varlığına sırt donup, ruhi yonune yonelince; ne maddi dunyanın imarıyla ilgilenirler, ne de tÂğutlara karşı mucadele verirler. Onlar icin en buyuk başarı, nefsin istek ve arzularına karşı savaş acıp ruhlar Âleminde fen bulmaktır.
Cahiliye, ister Spiritualizm’de olduğu gibi ruhcu olsun, isterse de Komunizm ve Kapitalizm’de olduğu gibi maddeci olsun fark etmez; vahiy karşıtı beşeri felsefelerdir. Komunizm insanı, maddenin kanunlarına tÂbi olan, bu kanunlara uyması gereken bir madde olarak tanımlamaktadır.
İslÂm’ın tarih yorumuna gelince; oncelikle insan ne madde, ne ruh, ne hayvan, ne eşya ve ne de hayaldir. İnsan, akıl ve irade sahibi olarak Allah tarafından yaratılmış yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, maddi ve ruhi yonu olan, ibadet ile mukellef bir canlıdır. Tarihi butun yonleriyle yaşayan ve yazan, insandır.. İyi ve kotu her konuda tarihin akışına insan yon verir. İnsanlık tarihi, Allah’a kulluk mucadelesidir. Diğer bir ifadeyle, Allah’a iman edenlerle, şirk koşanların, kufre sapanların mucadelesidir. Tarihte bir cok insan isyan ve tuğyanı sectiği icin, tarih sahnelerinde Allah’ın dostlarıyla şeytanın dostlarının mucadelelerine sıkca şahit olmaktayız. Fakat bilinmelidir ki, insan ister hidÂyet, isterse de dalÂlet donemlerinde olsun; tarihi, ruhuyla, cismiyle, aklıyla, ekonomik, sosyal ve siyasal tavırlarıyla yazmıştır. İnsanın yaptıklarında arzu, icgudu,, umit, hayal, ruya gibi manevi değerlerin etkisinin varlığı da bir gercektir. İslÂm’a gore insanlık tarihi, madde alanında savaş verilen bir surec değildir. Ayrıca “bugun”, gecmişin tekamul etmiş hali de değildir. Tarih icindeki medeniyetlerin ve kulturlerin gelişmesinde Darwinci (evrim/tekamul’cu) felsefe ancak bir yalandan ibarettir. Bu anlayış, insanlığın İlÂhi vahye teslimiyetle kurtulabileceği gerceğini ortbas etme cabasından başka bir şey değildir.
İslÂm’da İşci Hakkı, El Emeği, Alın Teri:
İşcinin hakkını alnının teri kurumadan vermeyi emrederek, calışanın ucretini geciktirmeyi bile yasaklayan İslÂm, beşeri ideolojilerin felsefelerindeki tutarsızlıkların fevkinde hikmetli hukumler emreder. İslÂm’daki butun hukumler yalnızca Allah’a iman ve teslimiyet esasına dayanır. İslÂm’da ne bir fert, ne meclis, ne de burjuva yada işci sınıfının ululanması vardır. Cok ilÂhlı butun sistemleri reddetmek, İslÂm’ın ilk emridir. Allah’ın bildirdiği bir hukmun hilafına fikir beyan edenler, onu kanun olarak telakki edenler diliyle soylemese de ilÂhlık iddia ediyor demektir. Ve bu tur insanlara itaat edenler ise kulluk ettikleri ilÂhlara yeni bir ilÂh daha eklemiş olurlar. İnsanlık tarihi boyunca Allah’ın peygamberlerine inanmayıp, ilÂhi dine sırtını donen insanların icat ettikleri sistemlerin adlarını yazmaya kalksak ciltlerce kulliyatlar oluşturabiliriz. Bu gayet doğaldır. Cunku Tevhid yoluna girmeyenler, muhtevaları celişkilerle dolu, toplum yapılarının yonelişleriyle alakalı farklı versiyonlarda doktrinler oluşturacaklardır. Bunlardaki tartışmasız tek ortak ozellik, Allah’a şirk koşma ilkesini benimsemiş olmalarıdır.
İslÂm, herkesin olduğu gibi işcinin de hakkını korumaktadır. Ancak İslÂm, “işci haklarını koruma sistemi” değildir. İslÂm’ın hareket noktası, boyle sloganik iddialar olamaz. İslÂm’da, toplum hayatında ortaya cıkan ve cıkması muhtemel tum sorunlara koklu cozumler uretilmiştir. Yoksa asıl buyuk sorunlar terk edilip o sorunların uzantılarıyla zaman kaybedilmez. O sorunun temel nedeni ortadan kaldırılınca, binlerce kucuk sorunlar da kendiliğinden cozume kavuşmuş olur. İslÂm, haksızlık ve zulme tamamen karşıdır. Cunku bu din, zulmu kendi zÂtına bile haram kılan Allah’ın dinidir. Bugun, her coğrafyada farklı niteliklerde sivil yada resmi kurum ve kuruluşların varlığı, teminat altına alınamayan hakları kazanma cabalarının bir gostergesidir. İslÂm dini, calışanın emeğini tam vermeyi garantiledikten sonra, Musluman’ın sermaye edinmesine, ticaret yapmasına ve ozel mulk sahibi olmasına cevaz vermiştir. Musluman acısından calışmanın hedefi daha iyi ibadet etme imkÂnını elde etmektir. Her Musluman bu anlamda, bulunduğu makam ve şartlarda Tevhid’in ihyası ve Hz. Peygamberin Sunneti uzere bir hayat yaşamak icin calışır. İlmi olan ilmiyle, malı olan malıyla, her iki imkÂnı da kısıtlı olan ise gonluyle ve nefsine karşı cihad eder. Ve butun Muslumanlar kardeşliğin ve ummet olmanın doğal sonucu olarak maddi ve manevi alanlarda yardımlaşırlar. Birbirlerinin dertleriyle dertlenir, sevincleriyle de mesrur olurlar. Musluman bir kul, ilmi ancak Allah icin oğrenir.. Makam-mevki, şan-şohret, sosyal statu-itibar, diploma, meslek, maaş yada gosteriş icin değil! Mal kazanıp zengin olmasında da başka değil sadece malıyla Allah yolunda infak etmek gibi ulvî bir gayeyi hedefler. İslÂm, ticari acıdan insanın calışmasını ve ozellikle kendi el emeğinden yemeyi tavsiye etmiştir. Tembelliği, uyuşukluğu, asalaklığı ve meşru bir programı olmadan amacsızca yaşamayı yasaklamıştır.
Hz. Rasûl’un bu konudaki bir Hadis-i Şerif’ine gecmeden once onemli bir gerceği oncelemek isteriz ki; maalesef bugun kendilerine Musluman diyen bazı insanlar Allah icin ilim oğrenmek gibi en hayırlı iş olan ilim tahsilini atalet (tembellik) olarak gormektedirler. Bu gibi insanlar, ilmin onemini kavramadıkca kesin olarak dinin hakikatini anlayamazlar. İlim ehlinin “garip” olduğu şu Âhir zamanda alimler yok denecek kadar azdır. Her mu’min aileden en az bir alim yetişmesi gerekirken, neredeyse her beldede bile bir alim bulmak imkÂnsız gibidir. Kur’an ilimlerinin sosyal hayattan, bizim ihmalimizle uzaklaşması nedeniyle, cahiliye fikirleri dunyanın her tarafında hızla yayılmaktadır. Bu durum, hem bizim hem de dunyanın kıyametini yaklaştırmaktadır. Kıyametin alÂmetlerini acıklayan aşağıdaki Hadis-i Şerif de bize, ilimden mahrum bir toplumun ne hale gelebileceğini bildirmektedir. Hz. Enes radiyallahu anh’dan rivÂyet edildiğine gore o dedi ki: Size oyle bir Hadis soyleyeceğim ki, benden sonra hic kimse size haber verip soyleyemeyecektir. Rasûlullah’ı şoyle buyururken işittim: “İlmin azalması, cehÂletin ortaya cıkıp yayılması, zinÂnın ortaya cıkması, elli kadına yalnız bir gozetici olacak derecede kadınların coğalıp erkeklerin azalması kıyametin alÂmetlerindendir.”[6] Bilinmeli ki, İslÂm’ın hakim olduğu yerde cehÂlet barınamaz. İlim ve irfanın bulunmadığı yerde ise cahiliye hayat bulur. Rabbimiz hepimize ilim ve anlayış lutfetsin. “..’Rabbim ilmimi artır’ de”[7]
Peygamberimizin, el emeğiyle gecinmeyi tavsiye eden Hadis’ine geciyoruz. Zira ilim oğrenmek her Muslumana farz olduğu gibi, helalinden mal kazanmak icin calışmak da Muslumanlara farzdır.[8] MikdÂm radiyallahu anh’dan bildirildiğine gore, Hz. Peygamber şoyle buyurdu: “Hicbir kimse kendi elinin emeğinden yemekten daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir. Allah’ın Peygamberi DÂvud aleyhisselÂm da kendi elinin emeğinden yer idi.”[9] En bereketli ve hayırlı yiyecek, kişinin helal yoldan kazandığı kendi elinin emeğidir. DÂvud aleyhisselÂm, Allah’ın Peygamberi ve zamanında hukumdar olduğu halde, mesleği olan demirciliği icra ediyor, zırh yapıp satmak suretiyle gecimini sağlıyordu. Diğer peygamberlerin de icra ettikleri meslekleri vardı. Hz. İdris terzi, Hz. Zekeriyya marangoz, Hz. Muhammed tacir idi. Her Musluman’ın belli bir meslek edinmesi peygamberlerin sunnetidir. Hatta ilim talebelerine ebeveynlerin, uygun bir zaman tahsis edip meslek edinmelerini sağlamaları, onların istikballeri acısından onurlu bir guvencedir. Zira ilim adamları mustakil ve hur olmak zorundadırlar. Avamın istek ve beklentileri potasında kaybolmamalıdırlar. Ehli ilme avam değil, avama ehli ilim yon vermelidir. İlim sahiplerinin ekonomik yonden insanlara bağımlı olmaları durumunda kendilerinden, onurlu, tavizsiz, cesur ve vakur bir İslami duruş beklenmesi mumkun olmayacaktır. Dolayısıyla ilim tahsil etmek ile, helal rızık kazanmak ic ice olan ibadetlerdir. Birinin zayıflığı diğerini mutlaka olumsuz etkiler. İlimsiz kişilerin malları uzerindeki tasarrufu isabetsiz olacağı gibi, gecimini sağlayacak kadar bir işi olmayan ilim sahiplerinin de mal sahiplerinin eline bakmaları, onlardan bir şeyler beklemeleri ve istemeleri; kendilerini onlar karşısında efendilikten koleliğe ve tavizkÂrlığa sevk edecektir. Bu iki felaketten de Allah’a sığınıyoruz.
Bu konuda sahabilerin yaşantısına bir goz atalım. TabakÂt-ı İbn-i Sa’d’da belirtildiğine gore; Ebû Bekir efendimiz halife secilince eskiden yaptığı gibi, yine iş elbiselerini giyip pazara gitmişti. Pazarda karşılaştığı Hz. Omer ve diğer bazı sahabiler: “Senin carşıda işin ne? Sen Musluman’ların idaresini yuklendin” demişlerdi. Bunun uzerine Hz. Ebû Bekir’e devlet hazinesinden gecinebileceği kadar bir maaş bağlanmıştı.
Yine haber verildiğine gore; Hz. Ebû Bekir Musluman’lar tarafından hilafete getirilince şoyle demişti: “Muhakkak ki benim kavmim, kazanc yonumun kendi ailemi gecindirmekten Âciz olmadığını kesinlikle bilmektedir. Oysa şimdi ben, Musluman’ların işine memur kılındım. Onun icin Ebû Bekir’in ailesi bu beytulmal’den yiyecek ve Ebû Bekir de beytulmal hesabına kazanacaktır.”[10]
Son olarak işci hakkını korumayı emreden Rasûlullah’ın bize bildirdiği Kudsi bir Hadis’i nakledelim. Ebû Hureyre radiyallahu anh’dan rivÂyet edildiğine gore, Peygamberimiz şoyle buyurmuştur: Allahu TeÂl şoyle buyurdu: “Uc kişi vardır ki, kıyamet gununde Ben onların hasmıyım. Benim adıma soz verip sonra sozunu bozan kimse, hur adamı satıp parasını yiyen kimse ve işciyi tam calıştırıp ucretini vermeyen kimsedir.”[11] İşverenlerin calıştırdıkları işcilerine haklarını tam ve zamanında vermeyerek, calışanlarına zulmetmeleri İlÂhi husumeti gerektirmektedir. Bu korkunc tehditten sonra, Allah’a iman eden hangi kişi, işciye zulmedebilir? Allah’la hasımlaşmak ve Onun duşmanlığına neden olmak hicbir mu’minin aklının ucundan bile gecmez. İşveren-işci arasındaki bu İlÂhi dustur da gosteriyor ki İslÂm, işcinin emeğinin somurulmesi problemini on dort kusur asır once butunuyle cozmuştur.
Yusuf Semmak
Dipnotlar:
[1] Bakara: 42
[2] Kapitalizm konusuna, “FÂizcilik ve Somuru Sistemi Kapitalizm” başlığı altında daha once temas etmiştik.
[3] SÂd: 71, 72
[4] KıyÂmet: 16-18
[5] Kehf: 110
[6] BuhÂri, İlim 22
[7] TÂhÂ: 114
[8] “..Onların (anne ve cocukların) yiyeceği ve giyeceği, orfe uygun olarak, cocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Hicbir kimse gucunden fazlasıyla sorumlu tutulmaz..” (Bakara: 233)
[9] BuhÂri, Buyû’ 15
[10] BuhÂri, Buyû’ 15
[11] BuhÂri, Buyû 106
__________________
Beşeri Ekonomik Sistemler ve İslÂm'da İşci Hakkı, El Emeği
Dini Bilgiler0 Mesaj
●27 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Beşeri Ekonomik Sistemler ve İslÂm'da İşci Hakkı, El Emeği