Allah(celle celaluhu) buyuruyor ki: ‘’Oyle insanlar vardır ki Allah’tan başkasını Allah’a denk tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler.’’(Bakara 2/165). Aslında onlar, Allah’ı bilmiyorlar; bilmedikleri ve O’na inanmadıkları icin de O’nu sevmiyorlar. Allah’tan başkasını severken de, Allah’a vermeleri gerekli olan aşk u alakanın butununu mahlukÂta yonlendiriyorlar. Kalbî alaka, irtibat ve sevgileri o seviyede oluyor ki, oyle bir sevgi sadece Allah’ın hakkıdır. Fakat onlar, sevgilerini cismÂniyet, şehvet ve nefs-i emmÂre uzerinde temellendiriyor; gelip gecici, fÂni varlıklara verilmemesi gereken ve sadece Allah’ın hakkı olan sevgiyi başkalarına veriyorlar.

Fakat mu’minler, her şeyden once Allah’ı severler ve başkalarına karşı alÂkayı da O’nun sevgisine bağlarlar, sevgileri O’ndan oturudur. İnananlar, her şeyden evvel ve her şeyin onunde, mutlak Mahbub olarak Allah’a gonul verir; sonra da O’ndan oturu, başta Peygamber Efendimiz olmak uzere butun nebîleri ve velîleri severler. Nebîleri ve velîleri severler; cunku onlar, CenÂb-ı Hakk’ın maksatlarını takip ve temsil ederler ve O’nun yeryuzundeki halifeleri olarak dunyanın imar ve tanzimine nezarette bulunurlar. Mu’minler, nebîleri ve velîleri severken meseleyi Allah sevgisine bağladıkları gibi anne-baba, genclik, bahar gibi şeylere karşı sevgilerini de onların Allah’la guzel isimlerinin bir tecelligÂhı ve oteki dunyaların da bir mezraası olması acısından severler.

Evet, kendi mertebe ve seviyelerine gore mu’minlerin Allah sevgileri de, başkalarına karşı aşk u alakaları da izÂfîdir. Cunku, sevgi, marifetin bağrında boy atar, gelişir; herkes ilim ve irfanı nisbetinde bir sevgi derinliğine ulaşır. Kim CenÂb-ı Hakk’a ne kadar inanıyorsa O’nu işte o kadar sever. Bu acından da sevgi izÂfîdir. Dolayısıyla, insanların inanc mertebelerine gore sevgi mertebeleri vardır. Yani, duz bir insan, kendi seviyesinde bir ceşit Allah’la munasebet icindedir; o kendi mertebesine gore bir aşk u alakaya ulaşmıştır. Duz insan, ilme’l-yakîn merdiveninde yukseliyor demektir ama ilme’l-yakînin de belki yuz basamağı vardır. Bir kul, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne, ondan da eğer dunyada mumkun ise, hakka’l-yakîne gecerek marifetini derinleştirebilir ver marifetinin derinliği nisbetinde de CenÂb-ı Hakk’la daha farklı bir munasebet icine girer, daha engin bir Allah sevgisine erişir. Oyleki, bu mertebelerden ‘ayne’l-yakîn’ basamağına cıkabilenler, butun kÂinatı bir Kur’Ân gibi okuyabilecek dereceye erer ve her varlığın bir dil olup O’nu anlattığını duyar gibi olur. Tevbe, inÂbe ve evbe kapılarından yakîn koridoruna giren bir kul, teyakkuz icinde ve sabırla marifet mertebelerini kat’ ederse zamanla aşk, şevk, iştiyak, uns, rıza ve temkin makamlarına da ulaşabilir.

Evet, O’nun adı duyulduğu zaman burun kemikleri sızlayacak kadar sevdalanmaya aşk; O’nun sevgisinden hasıl olan istek, tabiatının bir derinliği haline gelmesine iştiyak; O’ndan gelen her şeyi gonul hoşnutluğuyla karşılamaya rıza; duyma, hissetme ve O’nun sevgisiyle kendinden gecme hislerine karşı dikkatli davranarak kulluk edebini korumaya da temkin diyoruz ki bunların her biri Allah sevgisinin değişik dalga boyundaki tecellileri ve neticeleridir.

Eğer bir insan, butun eşyayı O’nu anlatan bir dil olarak goruyor, her şeyi O’ndan kabul ediyorsa; canlı-cansız her varlığı bir yonuyle O’nu gosteren, O’nu aksettiren aynalar şeklinde, O’nun mir’Âtı olarak değerlendiriyorsa, uzerlerinde O’nun muhrunu gorduğu, O’nun kudretini okuduğu, O’nu muşÃ‚hede ettiği ve O’nu duyduğu aynalara karşı alaka duyması da O’ndan oturudur. Şu kadar var ki insan O’na karşı ne kadar alaka duyuyorsa, o aynalara karşı alakası da o kadar derin olur. Bundan dolayı bazı buyukler, belki de bu munasebeti sezemeden doğrudan doğruya eşyaya karşı derin bir alaka duymuşlardır. Yani, bir yaprağa karşı dahi derin bir alaka duymuş, bir cope bile kıymet vermiş; ondan, O’na dair cok değişik değişik şeyler muşahede etmiş.. etmiş fakat, ilk anda o munasebetin farkına varamamışlardır. O munasebetin farkına vardıkları zaman da gonulden bir ‘’oh’’ cekmiş, derin bir huzur nefesi almışlardır. Ustad hazretlerini bu mevzuda değerlendirme bize duşmez, onun ufku cok derindir, biz ona yetişemeyiz. Fakat, ister bir tefekkur hazinesi olan Yirmidorduncu Mektup’taki ifadelerine, ister Yirmialtıncı Lema’daki ricÂlara, isterseniz de Hastalar Risalesi’ndeki devalara bakın; onun bazı ızdıraplarına, gurbetinden şikayet ettiği bazı hallerine şahit olacak ama butun o sozleri aslında varlığa karşı derin bir aşk u alakanın ifadeleri olarak okuyacaksınız. Onceki ızdırap ve gurbet gamzeden cumlelerin daha sonra huzur ve kurbet nağmelerine donuştuğunu fark edeceksiniz. Nazarlarını eşyadan kurtarıp onların sahibine cevirdiği zaman, elem ve ızdıraplarının gittiğini, onların sebep olduğu yaralara adet merhem surulduğunu, her derde bir deva yaratan Allah’ın onun muvakkat gurbetlerini, elem ve hicranlarını da kendi varlığını duyurmak suretiyle ve ebedi saadet inancıyla izale ettiğini goreceksiniz.

Bu acıdan, insanların CenÂb-ı Hakk’a karşı aşk u alakası farklı farklıdır ve her kulun Allah’a karşı alakası onun irfanı olcusundedir. Aynı zamanda bu alaka, CenÂb-ı Hakk’ın o kula karşı teveccuhunun de bir ifadesidir. Allah’ı delice seven bir insan bilmelidir ki; CenÂb-ı Hakk’ın da o insana o olcude teveccuhu vardır. Evet, insan Allah’ı gercekten seviyor, O’na ‘’Sensiz edemem’’ diyebiliyorsa, onun da Allah indinde oyle bir yeri vardır. Allah indinde yerinizin nasıl olduğunu oğrenmek istiyorsanız, Allah’ın sizin yanınızdaki yerine bakın. Sizin icin O bir aşk, iştiyak ve cezbe kaynağı ise; O’nun arzusu ile oturup kalkıyorsanız; bir yonuyle, her şeyde O’nu gormeye calışıyor, cehresine baktığınız her varlık hakkında ‘’Bundan O’na dair nasıl bir emare cıkarabilirim’’ diye duşunuyorsanız, O’nun nezd-i Ulûhiyette sizinle oyle bir munasebeti var demektir. O’nun oyle bir munasebeti olunca, mele-i ÂlÂnın da oyle bir munasebeti olur. Dolayısıyla mesele tedellî ile başlar; sizinki oyle bir tedellîye sadece bir cevaptır. Fakat, eğer bir insanın Allah’a karşı o denli bir aşk u alakası yoksa, o bilmelidir ki; onun teveccuhten nasibi de ona goredir. Boyle bir insanın da, ‘’Eğer O Şems-i ezelî ve ebedî bana teveccuh buyursaydı, bende de sevgi ve aşk u alaka adına bir parlaklık olması gerekmez miydi?..’’ diye duşunmesi ve ilahî teveccuhleri alabilmek icin yapması gerekenler ne ise onları yerine getirmesi lazımdır. Cunku o, ancak boyle duşunur ve meselenin gereğini yaparsa, icinde bulunduğu karanlık atmosferden sıyrılabilir. Meseleye boyle bakmazsa sıyrılamaz; hep o karanlık atmosferde kalır. Mesele O’ndan başlasa ve O’ndan bize gelse de, bizim liyakatimiz ve O’ndan gelecek uns esintilerine, ilahi tecellilere gonlumuzu acık tutmamız da cok onemlidir.


__________________