بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

اِذْ نَادَى رَبَّهُ اَنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

Sabır kahramanı Hazret-i Eyyub AleyhisselÂm'ın şu munacatı, hem mucerreb, hem tesirlidir. Fakat Âyetten iktibas suretinde bizler munacatımızda رَبِّ اَِنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَdemeliyiz. Hazret-i Eyyub AleyhisselÂm'ın meşhur kıssasının hulÂsası şudur ki:

Pek cok yara, bere icinde epey muddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mukÂfatını duşunerek kemal-i sabırla tahammul edip kalmış. Sonra yaralarından tevellud eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri icin, o vazife-i ubudiyete halel gelir duşuncesiyle kendi istirahatı icin değil, belki ubudiyet-i İlahiye icin demiş: "Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor." diye munacat edip, Cenab-ı Hak o hÂlis ve sÂfi, garazsız, lillah icin o munacatı gayet hÂrika bir surette kabul etmiş. Kemal-i Âfiyetini ihsan edip enva'-ı merhametine mazhar eylemiş. İşte bu Lem'ada "Beş Nukte" var.

BİRİNCİ NUKTE: Hazret-i Eyyub AleyhisselÂm'ın zÂhirî yara hastalıklarının mukabili bizim bÂtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İc dışa, dış ice bir cevrilsek, Hazret-i Eyyub'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı goruneceğiz. Cunki işlediğimiz herbir gunah, kafamıza giren herbir şubhe, kalb ve ruhumuza yaralar acar. Hazret-i Eyyub AleyhisselÂm'ın yaraları, kısacık hayat-ı dunyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O munacat-ı Eyyubiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasılki o Hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; oyle de; bizleri, gunahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şubheler (neuzubillah) mahall-i iman olan bÂtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercumanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkÂrane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet gunah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra t nur-u imanı cıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir gunah icinde kufre gidecek bir yol var. O gunah istiğfar ile cabuk imha edilmezse, kurt değil, belki kucuk bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. MeselÂ: Utandıracak bir gunahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından cok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vucudu ona cok ağır geliyor. Kucuk bir emare ile onları inkÂr etmek arzu ediyor. Hem meselÂ: Cehennem azabını intac eden buyuk bir gunahı işleyen bir adam, Cehennem'in tehdidatını işittikce istiğfar ile ona karşı siper almazsa, butun ruhuyla Cehennem'in ademini(yokluğunu) arzu ettiğinden, kucuk bir emare ve bir şubhe, Cehennem'in inkÂrına cesaret veriyor. Hem meselÂ: Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın kucuk bir Âmirinden kucuk bir vazifesizlik yuzunden aldığı tekdirden muteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in mukerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, buyuk bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: "Keşki o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkÂr arzusu uyanır. Bir şubhe, vucud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Buyuk bir helÂket kapısı ona acılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkÂr vasıtasıyla, gayet cuz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkÂrda milyonlar ile o sıkıntıdan daha mudhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kacıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hÂkeza.. bu uc misale kıyas edilsin ki بَلْ رَانَ عََلَى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılsın.

İKİNCİ NUKTE: Yirmialtıncı Soz'de sırr-ı kadere dair beyan edildiği gibi, musibet ve hastalıklarda insanların şekvaya uc vecihle hakları yoktur.

Birinci Vecih: Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vucud libasını san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vucud libasını o model ustunde keser, bicer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gosterir. ŞÃ‚fi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de aclığı iktiza ediyor. Ve hÂkeza... مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فِى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَاءُ

İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmul eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat doşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vucuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe(yokluğa) yakındır ve ona gider.

Ucuncu Vecih: Şu dÂr-ı dunya, meydan-ı imtihandır ve dÂr-ı hizmettir; lezzet ve ucret ve mukÂfat yeri değildir. Madem dÂr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete cok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati, birgun ibadet hukmune getirdiğinden şekva değil, şukretmek gerektir. Evet ibadet iki kısımdır: Bir kısmı musbet, diğeri menfî. Musbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za'fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakÂrane teveccuh edip, onu duşunup, ona yalvarıp hÂlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hÂlistir. Eğer sabretse, musibetin mukÂfatını duşunse, şukretse, o vakit herbir saati bir gun ibadet hukmune gecer. Kısacık omru uzun bir omur olur. Hatt bir kısmı var ki, bir dakikası bir gun ibadet hukmune gecer. Hatt bir Âhiret kardeşim, Muhacir HÂfız Ahmed isminde bir zÂtın mudhiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Dedim ki: "Onu tebrik et. Herbir dakikası birgun ibadet hukmune geciyor." ZÂten o zÂt sabır icinde şukrediyordu.

UCUNCU NUKTE: Bir-iki Soz'de beyan ettiğimiz gibi: Her insan gecmiş hayatını duşunse, kalbine ve lisanına ya "ah" veya "oh" gelir. Yani ya teessuf eder, ya "Elhamdulillah" der. Teessufu dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neş'et eden manevî elemlerdir. Cunki zeval-i lezzet elemdir. Bazan muvakkat bir lezzet, daimî elem verir. Duşunmek ise o elemi deşiyor, teessuf akıtıyor. Eski hayatında gecirdiği muvakkat ÂlÂmın zevalinden neş'et eden manevî ve daimî lezzet, "Elhamdulillah" dedirtir. Bu fıtrî haletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevab ve mukÂfat-ı uhreviye ve kısa omru, musibet vasıtasıyla uzun bir omur hukmune gecmesini duşunse sabırdan ziyade, şukreder. "Elhamdulillahi alÂkullihal sive-l kufri ve-d dalal" demesi iktiza eder. Meşhur bir soz var ki: "Musibet zamanı uzundur." Evet musibet zamanı uzundur. Fakat orf-u nÂsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir omur gibi hayatî neticeler verdiği icin uzundur.

DORDUNCU NUKTE: Yirmibirinci Soz'un birinci makamında beyan edildiği gibi: Cenab-ı Hakk'ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kÂfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkumuyle ve insanın gafletiyle ve fÂni hayatı bÂki tevehhum etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve mustakbele dağıtıp hÂl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kÂfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hÂşÃ‚) Cenab-ı Hakk'ı insanlara şekva eder. Hem cok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gosterir. Cunki gecmiş herbir gun, musibet ise zahmeti gitmiş rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı gecmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil, belki mutelezzizane şukretmek lÂzım gelir. Onlara kusmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o gecmiş fÂni omru, musibet vasıtasıyla bÂki ve mes'ud bir nevi omur hukmune gecer. Onlardaki ÂlÂmı vehim ile duşunup bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma gelecek gunler ise madem daha gelmemişler; iclerinde cekeceği hastalık veya musibeti şimdiden duşunup sabırsızlık gostermek, şekva etmek, ahmaklıktır. "Yarın, obur gun ac olacağım, susuz olacağım" diye bugun mutemadiyen su icmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakcasına bir divaneliktir. Oyle de gelecek gunlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları duşunup, şimdiden onlardan muteellim olmak, sabırsızlık gostermek, hicbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek oyle bir belahettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatını selbediyor.

Elhasıl: Nasıl şukur, nimeti ziyadeleştiriyor; oyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakatı selbeder. Birinci Harb-i Umumî'nin birinci senesinde, Erzurum'da mubarek bir zÂt mudhiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: "Yuz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım" diye acı bir şikayet etti. Ben cok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: Kardeşim, gecmiş sıkıntılı yuz gunun şimdi sururlu yuz gun hukmundedir. Onları duşunup, şekva etme; onlara bakıp şukret. Gelecek gunler ise, madem daha gelmemişler. Rabbin olan Rahmanurrahîm'in rahmetine itimad edip, dovulmeden ağlama, hicten korkma, ademe vucud rengi verme. Bu saati duşun; sendeki sabır kuvveti bu saate kÂfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki: Sol cenah duşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki duşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp merkezi zaîf bırakıp, duşman edna bir kuvvet ile merkezi harab eder." Dedim: "Kardeşim, sen bunun gibi yapma, butun kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlahiyeyi ve mukÂfat-ı uhreviyeyi ve fÂni ve kısa omrunu, uzun ve bÂki bir surete cevirdiğini duşun. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şukret." O da tamamıyla bir ferah alarak: "Elhamdulillah, dedi, hastalığım ondan bire indi."

BEŞİNCİ NUKTE: Uc mes'eledir.

Birinci Mes'ele: Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergÂh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasılki coban, gayrın tarlasına tecavuz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hisseder ki: Zararlı işten kurtarmak icin bir ihtardır, memnunane donerler. Oyle de cok zÂhirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-uz zunubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za'fını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev'i, sÂbıkan gectiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: "Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri duşuyor, sıtmanın titremesinden gunahlar oyle dokuluyor."

Hazret-i Eyyub AleyhisselÂm munacatında istirahat-ı nefs icin dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkur-u kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet icin şifa taleb eylemiş. Biz, o munacat ile -birinci maksadımız- gunahlardan gelen manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar icin ubudiyete mani' olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat mu'terizane, muştekiyane bir surette değil, belki mutezellilane ve istimdadkÂrane iltica edilmeli. Madem onun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lÂzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda "Ah! Of!" edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkiddir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkid eden, başını orse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak icin o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor. Oyle de: Musibete giriftar olan adam, itirazkÂrane şekva ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

İkinci Mes'ele: Maddî musibetleri buyuk gordukce buyur, kucuk gordukce kuculur. MeselÂ: Gecelerde insanın gozune bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikce şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hucum eden arılara iliştikce fazla tehacum gostermeleri, lÂkayd kaldıkca dağılmaları gibi; maddî musibetlere de buyuk nazarıyla ehemmiyetle baktıkca buyur. Merak vasıtasıyla o musibet cesedden gecerek kalbde de kokleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkul vasıtasıyla izale etse, bir ağacın koku kesilmesi gibi maddî musibet hafifleşe hafifleşe koku kesilmiş ağac gibi kurur gider. Bu hakikatı ifade icin bir vakit boyle demiştim:

Bırak ey bîcare feryadı, beladan kıl tevekkul.

Zira feryad bela-ender, hata-ender beladır bil.

Eğer bela vereni buldunsa, safa-ender, atÂ-ender beladır bil.

Eğer bulmazsan butun dunya cefa-ender, fena ender beladır bil.

Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın kucuk bir beladan, gel tevekkul kıl!

Tevekkul ile bela yuzunde gul, t o da gulsun. O guldukce kuculur, eder tebeddul.

Nasılki mubarezede mudhiş bir hasma karşı gulmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya doner, adavet kuculur mahvolur. Tevekkul ile musibete karşı cıkmak dahi oyledir.

Ucuncu Mes'ele: Her zamanın bir hukmu var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta bela, bela değil, belki bir lutf-u İlahîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri (fakat musibet, dine dokunmamak şartıyla) bahtiyar gorduğumden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini îras etmiyor. Cunki hangi bir genc hasta yanıma gelmiş ise, goruyorum; emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve Âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki: Oyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlahiyedir. Cunki cendan o hastalık onun dunyevî, fÂni, kısacık hayatına bir zahmet îras ediyor. Fakat onun ebedî hayatına faidesi dokunuyor, bir nevi ibadet hukmune geciyor. Eğer sıhhat bulsa, genclik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle elbette hastalık haletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.

HÂtime;

Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini gostermek icin insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmasını gostermek icin insanı oyle bir surette halketmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hukmunde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yuzer Âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mukÂfatı ayrıdır. Âdeta insan-ı ekber olan Âlemde tecelli eden butun esma-i İlahiye, bir Âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve Âfiyet ve lezaiz gibi nÂfi' emirler, nasıl şukru dedirtir, o makineyi cok cihetlerle vazifelerine sevkeder. İnsan da bir şukur fabrikası gibi olur. Oyle de: Musibetlerle, hastalıklarla, ÂlÂm ile, sair muheyyic ve muharrik Ârızalar ile o makinenin diğer carhlarını harekete getirir, tehyic eder. Mahiyet-i insaniyede munderic olan acz ve za'f ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki herbir ÂzÂnın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Guya insan o Ârızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden muteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî'de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilÂnname yapar ve bir kaside-i manzume-i Subhaniye hukmune gecip, vazife-i fıtratını îfa eder.

__________________