AKLIN VERİLİŞ GAYESİ
CenĂ‚b-ı Hak, insana akıl nimetini lutfeylemiştir.
Cunku Hak TeĂ‚lĂ‚; insanı bir imtihan dershĂ‚nesi olan dunyaya, «mĂ‚rifetullah» tahsili icin gondermiştir. Yani Rabbinin insana bahşettiği akıl kuvvesinin gayesi, O’nu okumaktır. Bu sebeple Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz’e nĂ‚zil olan ilk Ă‚yet-i kerîme;
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emri olmuştur.
İnsan; kendini, kĂ‚inĂ‚tı ve Rabbinin kelĂ‚mını okumalı ve Rabbini kalben tanımalıdır. Aklın bu gayeye hizmet etmesi icin, vahiy muhtevĂ‚sında işletilmesi îcĂ‚b eder.
Cunku akıl ancak bir Ă‚lettir. İki tarafı da keskin bir bıcak gibi, hem hayra hem de şerre vasıta olabilir. O; vahyin hizmetine girerse, guzel hizmetler verir. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın buyurduğu gibi akıl, Hazret-i Muhammed MustafĂ‚ -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem-’e kurban olursa; insanın gafletten uzak kalmasına, firĂ‚set ve basîret nûru kazanmasına vesile olur.
Akıl aynı zamanda mahduttur.
Gorme, işitme duyuları; nasıl, muayyen hudutların arasını gorup işitebilmemize vasıta oluyorlar, o sınırların dışında Ă‚mĂ‚ ve sağır kalıyorlar ise; akıl da ancak, kendisine izin verilmiş sahada, yani fizikî Ă‚lemde insana yardımcı olabilir. Fiziğin otesine, mĂ‚verĂ‚ya kılavuzluk yapabilmek husûsiyeti ona bahşedilmiş değildir. Akıl; o kendisine mechul sahalarda pusula addedilirse, insanı cıkmazlara surukler. Aklın putperesti olanlar, daima felĂ‚ketler icinde harap olmuşlardır.
Buna rağmen;
İnsanlık tarihinde, akla haddinden fazla mevki verenler olmuştur. Aklı; ilĂ‚hî yardıma muhtac olmaksızın, hakikati tespit ve tayin edebilen bir kuvvet olarak gormek ve gostermek hatasına duşmuşlerdir.
Felsefeciler, akla istinĂ‚d eden Mûtezile Mezhebi ve devrimizde tarihselcilik girdabına duşenler; aklı -hĂ‚şĂ‚- vahyin uzerinde gorerek, vahyi dahî aklın hakemliği ve murakabesi altında işletmeye kalkarlar. Bu kustah kalkışma da dalĂ‚let ve zındıklıkla neticelenir.
MeselÂ;
Kader gibi akıl ustu bir teslîmiyet ve kalbî idrĂ‚k isteyen bir meselede nice akıl sahibi, istikametini şaşırmıştır. Kaderi yahut iradeyi inkĂ‚r bataklığına dûcĂ‚r olmuştur.
MÎRAS AHKÂMI
Amelî sahada da kimileri; CenĂ‚b-ı Hakk’ın Kur’Ă‚n-ı Kerim’de tayin buyurduğu mîras taksimatını -hĂ‚şĂ‚- adĂ‚letsiz ve hukmu geride kalmış addetmek gibi, ucu kufre varan anlayışlara yuvarlanmışlardır.
Onların asılsız iddiası şoyledir:
“Kadın bugun erkek gibi calışıyor, bu sebeple mîrastan erkekle musĂ‚vî hisse (eşit pay) almalıdır!..”
HĂ‚lbuki şunu duşunmuyorlar:
Kadın her devirde calışmıştır. Kadının asıl mesĂ‚isi, arkadan gelecek bir nesil yetiştirmek ve ona emek vermektir. Bunun yanında; tarlada, bahcede, iplik eğirme, dokuma, terzilik ve benzeri işlerde hep calışmış, erkeklere yardımcı olmuştur. Aile ve nesille alĂ‚kalı hassas vazifelerle mukellef olduğu icin, kadının yaratılışı da buna gore nĂ‚rin ve şefkatlidir. Bu sebeple ona, maîşet yuku yuklenmemiştir.
Ayrıca kastedilen kadının dışarıda memuriyet vb. calışmalar yapması ise, bugun calışmayan hanımlar da vardır, hattĂ‚ ulkemizde coktur. Dolayısıyla, mîras payının calışmakla bir munasebeti yoktur. Âyet ve hadislerde de boyle bir illet belirtilmemiştir. Calışıp calışmama diye bir kıstas olsa bunun diğer vĂ‚risler icin de değerlendirilmesi gerekirdi. HĂ‚lbuki bir adamın; biri calışıp babasına yardım eden, diğeri yardım etmemiş olan iki erkek evlĂ‚dı olsa, her biri mîrastan aynı payı alırlar. Vefat eden şahsın biri yeni doğmuş bir bebek, diğeri kırk yıldır babasının hizmetinde olan iki oğlu olsa, yine aynı payı alırlar.
Eğer calışan kişinin, vefat eden kişiden, emeğine karşılık bir alacağı varsa; zaten bu mîras taksimatından once borcların odenmesi faslında gercekleştirilmelidir. Mîras başka bir meseledir.
Akla şu sual gelebilir:
İslĂ‚m’da nicin kadının hissesi, erkeğin yarısıdır?
Bu husus Ă‚yetle sĂ‚bittir. Kur’Ă‚n ve Sunnet’te bu hususta ayrıca îzaha ihtiyac hissedilmemiştir. Fakat İslĂ‚m’daki ictimĂ‚î nizam tetkik edildiğinde şu hikmet gorulebilir:
İslĂ‚m mîras hukukunda, paylar ile mukellefiyetler arasında adĂ‚letli bir denge gozetilmiştir. Harcaması fazla olan erkeğe, kadına nisbetle daha fazla pay verilmiştir. Cunku evlenirken mehir verip duğun masrafını ustlenmekle beraber, ev gecindirmeye kadar butun maddî harcamalar husûsunda ailenin mes’ul şahsı erkektir.
Yani İslĂ‚m mîras hukukundaki kadın-erkek farkı, yukumluluk ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur.
Kadın; nesli korumak, bunun icin evlĂ‚t yetiştirmek ve aile duzenini temin etmek gibi ağır mukellefiyetler sebebiyle ailenin geciminden mes’ul tutulmamıştır. Bu sebeple de mîrasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu hisse de; bir kısım kadınların evlenememesi veya boşanma durumunda kalması yahut da birtakım şahsî ihtiyacları duşunulerek verilmiştir.
Yani bir kız cocuğunun ihtiyaclarını karşılamak, babasına aittir. Eğer o yoksa; dede, amca, erkek kardeş gibi ailenin diğer erkek fertlerine duşer. Evlendiğinde yine ev gecindirme mukellefiyeti olmayacaktır. Bu vazife, beyine ait olacaktır. Beyine bir hĂ‚l olursa; yine kardeşleri, evlĂ‚tları veya torunları mes’ûliyeti devralacaktır.
Bakmakla mukellef imkĂ‚n sahibi biri bulunmasa da, bu sefer, akrabalık hukuku ile yine kadınlara sahip cıkılacaktır.
Şoyle ki;
Dînimizde sadaka, infak, zekĂ‚t ve benzeri malî ibĂ‚detlerde evvelĂ‚, akraba olan muhtacların gozetilmesi emredilmiştir. Dolayısıyla meselĂ‚ bir hanım muhtac hĂ‚le duşse, dînimiz, erkek kardeşi, amcası ve benzeri imkĂ‚n sahibi akrabalarını, zekĂ‚t veya diğer malî ibĂ‚detlerde, evleviyetle (oncelikle) ona yardım etmeye teşvik etmektedir. (Bkz. el-Bakara, 83; en-NisĂ‚, 36; en-Nahl, 90; el-İsrĂ‚, 26; er-Rûm, 38)
Yani bir kadın, «normal şartlarda» gecim meselesiyle mukellef olmaz. HĂ‚lbuki, mîrastan fazla pay almakla birlikte, erkek bircok mes’ûliyetle karşı karşıyadır.
Bircok orfî anlayışta; kız evlĂ‚dının, artık baba ocağından cıktığı ve beyinin ailesine iltihak ettiği duşunulur. Boyle olunca, bazı yerlerde kız cocuğuna hic pay vermemek veya kerhen en kıymetsiz tarlaları vermek gibi cĂ‚hiliyye tarzı zulumler gorulmektedir.
HĂ‚lbuki, taksimatı CenĂ‚b-ı Hak yapmıştır. Kimsenin buna itiraz ve te’vil edip değiştirme hakkı bulunmamaktadır. Kızın şer‘î hissesi de gasp edilse, erkeğin şer‘î hissesi de azaltılsa hak yenilmiş olur. Zulum olur.
Bu itirazlarla kardeşler arasına fitne sokulmaktadır. Kuslukler ve kavgalar cıkmaktadır. HĂ‚lbuki AllĂ‚h’ın taksimatına rızĂ‚ gosterilse, kardeşce bir muhabbetle meseleye yaklaşılsa; CenĂ‚b-ı Hak, bereket halk eder, azları cok eyler.
Ayrıca şu Ă‚yet-i kerîme, mîrascı olmayan akrabaların ikramlarla gozetilmesini tavsiye buyurmaktadır:
“(Mîrastan payı olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar mîras taksiminde hazır bulunursa bundan, onları da rızıklandırın ve onlara guzel soz soyleyin.” (en-NisĂ‚, 8)
Diğer taraftan;
Cağımızda kadınlarla erkekler arasında sun‘î ve haksız bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Kadının yaratılış husûsiyetlerine zıt olan bu yarış, hanımlık ve annelik meziyetlerini zaafa uğratmakta ve aileyi yaralamaktadır.
Dolayısıyla;
Kadınların erkeklerle yarıştırılırcasına calışma Ă‚lemine sevk edilmesi; nĂ‚rin yapısına ve ruh dunyasına uygun olmayan, ihtilĂ‚tlarla dolu dış dunyaya itilmesi ve bu şekilde aileden, annelikten ve nesil terbiyesi vazifesinden koparılması, İslĂ‚m’ın tasvip edeceği bir şey değildir.
Asıl akıl yorulması gereken batı Ă‚leminden gelen ve aileyi ifsad eden bu cereyanları nasıl bertarĂ‚f etmeliyiz tefekkuru olmalıdır. Bu tefekkuru bırakıp da AllĂ‚h’ın kelĂ‚mında;
فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِ
«(Bu mîras hukumleri) Allah’tan bir farzdır!» buyurarak inzal buyurduğu hukumleri değiştirmeye kalkmak, bir tahrif kustahlığıdır!..
BU BİR TAHRİFTİR!..
Bu gibi tahrifatla mucadele etmek cok muhimdir ve buyuk ecir getirir. Cunku -sallallÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, buyurur:
“Ummetimin fesĂ‚da uğradığı donemde sunnetime yapışan kişiye, şehid sevabı verilir.” (Heysemî, I, 172; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200; Suyûtî, el-CĂ‚mî, no: 9171)
“…Kim benim sunnetimi ihyĂ‚ ederse elbette beni sevmiştir. Kim de beni severse, benimle birlikte cennette olacaktır.” (Tirmizî, İlim, 16/2678)
Mîras meselesi ise, sunnetten de ote, bir farzdır. Bir farz, ciğnenmek ve ortadan kaldırılmak istenmektedir.
Bu şekilde tahrife yol acan tarihselcilik, evvelĂ‚ muharref dinlerde başlamıştır. Yahudiliği ve hıristiyanlığı da mahveden bu olmuştur. Yani; dînin esas ahkĂ‚mı, ceşitli bahanelerle terk edilmiş, yerine Pavlus ve benzerlerinin goruşleri ikāme edilmiştir.
Âyet-i kerîmede, ehl-i kitĂ‚bın inhirĂ‚fı şoyle hulĂ‚sa edilmektedir:
“Kendilerinden sonra yerlerine oyle bir nesil geldi ki namazı zĂ‚yî ettiler, şehvetlerinin peşine duştuler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacak / gayyĂ‚ya yuvarlanacaklardır.” (Meryem, 59)
Muhtedî Ă‚limlerden Abdulehad DĂ‚vûd Efendi, tahrifin amelî buudunu şoyle îzah eder:
“Sunnet kalktı, yerini vaftiz aldı. Namaz kalktı, yerini Ă‚yin aldı. Oruc kalktı yerini sadece belirli gıdalardan kacınmak şeklindeki perhiz aldı.”
AhkĂ‚mın boyle değiştirilmesini nefislerine hoş gosteren unsur, gunumuzdeki tarihselci ilĂ‚hiyatcılar gibi birtakım din nĂ‚mına konuşan kişilerin felsefî te’villeri oldu.
AhkĂ‚mı değiştirmeye kalkanlara CenĂ‚b-ı Hakk’ın Ă‚yet-i kerîmede îkāzı cok serttir:
“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak;
«Bu helĂ‚ldir, şu da haramdır.» demeyin, cunku AllĂ‚h’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Şuphesiz AllĂ‚h’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (en-Nahl, 116)
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, filozofların vahiy karşısındaki korluğunu şoyle anlatır:
NÛRU BUL BAKALIM!
Kur’Ă‚n okuyan biri, mushaftan; «Suyu kaynağından keserse…» Ă‚yetini okuyordu. Bu Ă‚yet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak meĂ‚len şoyle buyuruyordu:
“(Habîbim o inkĂ‚rcılara) de ki:
«Bana soyleyin: Eğer suyunuz, yerin dibine batar giderse, size kim bir akarsu getirir?” (el-Mulk, 30)
Basit bir filozof o sırada mektebin yanından geciyordu. Bu Ă‚yeti işitince, kustahca şoyle karşılık verdi:
“Biz de toprağı kazarız, yerin altından suyu bulur, cıkarırız!”
Gece uyudu, ruyasında arslan gibi bir yiğit gordu. O yiğit, filozofa bir tokat attı. İki gozunu kor etti ve o filozofa dedi ki:
“Ey duşuncesiz adam! Eğer sozunde duruyorsan, gozunun kaynağından kazma ile bir nur cıkar (da tekrar gorur hĂ‚le gel bakalım!)”
Sabah olmuştu. Sıcradı kalktı. Onun iki gozu de kor olmuştu. Goruş nûru, o iki gozden de uzaklaşmıştı.
Eğer ağlayıp sızlasaydı, tovbe etseydi, kaybolup giden gozlerinin nûru AllĂ‚h’ın lutfu ile geri gelirdi. Fakat tovbe etmek de elde değildir. Tovbe zevki, her sarhoşa meze olamaz!..
Cunku;
Yaptığı işlerin ve inkĂ‚rının uğursuzluğu, gonle giden tovbe yolunu kapatmıştı. Onun kalbi katılıkta taşa donmuştu. Tovbe, oraya ekin ekmek icin o taşı nasıl yarabilirdi?
Filozofun aklı sıra verdiği cevap, ancak ilĂ‚hî takdir ile yerin altında var olan suya dairdir. HĂ‚lbuki Ă‚yet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak;
“Bu nimetimi izĂ‚le ettiğim takdirde, kuyular ve pınarlar vasıtasıyla istifĂ‚de ettiğiniz bu sular yerine nereden su bulacaksınız?” diye sormaktadır.
Hakikaten, vahyin muhtevĂ‚sındaki bir akıl, her zerrede ilĂ‚hî kudreti temĂ‚şĂ‚ eder. Her damla suda;
Muazzam bir rafine sistemi olan buharlaşmayı,
Gokyuzunde butun ağırlıklarına rağmen dolaşan bulutları,
O suyun gayet latif bir şekilde tekrar yeryuzune inmesi demek olan yağmur, kar ve dolu gibi yağışları ve daha nice nimeti tefekkur edip, Rabbinin azametini ve O’nun kudreti karşısındaki hicliğini ve şukrunun eksikliğini idrĂ‚k etmelidir.
Felsefeciler ve sadece akla istinĂ‚d eden diğerleri, insanlığa saĂ‚det getirememişlerdir. Zira her felsefeci kendi aklını putlaştırmış, kendi duşuncesiyle diğer filozofları yalanlamış ve tenkit etmiştir. Bir başka filozofun aklını ve duşuncelerini beğenen felsefeci yoktur.
O hĂ‚lde her filozof hakikate kendisinin ulaştığını iddia etmekte; fakat hicbiri diğerini beğenmeyerek, her birinin ortaya koyduğu sistemlerin izĂ‚fî ve indî olduğunu itiraf etmiş olmaktadır.
HĂ‚lbuki, hak ve hakikatin gercek temsilcileri ve sozculeri olan peygamberler ve Hak dostları, dĂ‚imĂ‚ birbirlerini tasdik ederler. Hazret-i Nuh, insanları hangi hakikatlere cağırmışsa; Hazret-i İsa da ona davet etmiştir. Hicbir peygamber diğerini yalanlamamış, hepsi her birine îmĂ‚n etmiştir.
HulÂsa;
Filozoflar aklın putperesti olmuşlardır.
KelĂ‚mcılar da aklı vahyin icinde kullanmaya calışmışlardır. Bir noktaya kadar mesafe almışlar, daha otesine gidememişlerdir.
Ehl-i tasavvuf ise, aklı aşmış ve teslîmiyete sarılarak hikmete mazhar olmuşlar ve huzura ermişlerdir. Zira aklın cozemediği hĂ‚diseler ancak hikmetle cozulur. Aklın acziyetini hikmetler telĂ‚fi eder.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ şoyle anlatır:
CIKMAZ SOKAKLAR
“Filozof kendi aklına gore hakkı bir turlu anlatır. Bu mevzudan bahseden birisi filozofun sozunu red ve tenkit eder. Başkaları cıkar, her ikisini de kınar. Bir başkası da; herkese bilgili olduğunu gostermek icin, suslu lĂ‚flar eder, yırtınır durur. Duyanlar kendisini o koyun bilgili adamı sansın diye, her biri bu yolun izlerini soyler durur.”
“Hak olmayınca bĂ‚tıl meydana cıkmaz.
Doğru soz olmayınca, nasıl olur da yalan soz soylenir? O yalan, doğrudan kuvvet alır. Doğru diye umide duşerler de o yuzden eğriyi alırlar. Zehiri şekere dokerler de oyle icerler.”
“Peygamberlerle alışveriş yapanlar kĂ‚r ettiler; onlar sayesinde kazanctadırlar.
HĂ‚lbuki renk ve koku tacirleri (işin zĂ‚hirine kapılan filozoflar) gorunuşe kapıldıkları, şekilde kaldıkları icin cok cok zarara uğradılar.”
Aklın insan icin yeterli bir murşid olmadığının bir delili de; filozoflar ile peygamberler arasında, şahsiyet, ahlĂ‚k ve istikamet mukayesesi yapıldığında ortaya cıkar.
KENDİNE FAYDASI YOK!
Filozofların hicbiri şahsiyet ve yaşayışıyla, insanlığa numûne olamamıştır.
MeselÂ;
Meşhur Aristo; onca ilim, akıl ve mantık muktesebĂ‚tına rağmen, İskender’in tekliflerine mağlûp oldu. O hırslı hukumdarın potasında şahsiyetini sıfırladı. Muteverrim felsefesi; tozlu rafların arasından gonullere ulaşamadı, insanlığa huzur sağlamadı.
Aristo; ahlĂ‚k felsefesinin birtakım kanun ve kaidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, vahyin rehberliğinden uzak olduğu icin, onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saĂ‚dete kavuşmuş, tek bir kişi bile gormek mumkun değildir.
Yine FĂ‚rĂ‚bî’nin hayĂ‚linde canlandırdığı; «erdemliler şehri ve ideal toplum»a dair fikirlerini ihtivĂ‚ eden en muhim eserinin bile, tatbik imkĂ‚nı olamamış, o fikirler de, kitap satırlarından dışarıya cıkamamıştır.
Sayısız felsefecinin her biri tetkik edildiğinde; şahsî, ailevî ve ictimĂ‚î buhranlar icinde oldukları, asla cevrelerine hayırlı bir model olamadıkları gorulecektir. Bircoğu ileri surdukleri kendi prensiplerini dahî hayata gecirememiş, kendi kendisiyle dahî tenĂ‚kuza duşmuştur.
Bircoğu da bĂ‚tıl ideolojilerinin peşine duşen milyonların mazlumiyetine sebebiyet verdiler. Komunizm, liberalizm, kapitalizm gibi nice ideoloji; milyonların maddî yahut mĂ‚nevî perişanlığına sebep oldu. Kimseye saĂ‚det bahşetmedi.
Kendilerine dahî fayda verememiş bu şahısların, insanlığa verebilecekleri nedir? Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ bunu şu hikmetli hikĂ‚ye ile anlatır:
BEDEVÎ ve FİLOZOF!
Bir bedevî, devesine iki buyuk cuval yuklemiş, goturuyordu. Kendisi de iki cuvalın ortasına oturmuştu.
Yolda birisi onu soze tuttu. Bedevîye yurdunu sordu, onu konuşturdu. Bu soruşturma ile guzel sozler soyledi, hoş ifadelerde bulundu. Ondan sonra bedevîye dedi ki:
“–Bu iki cuvalda ne var, soyle bakalım?”
Bedevî;
“–Cuvalın birinde buğday, oburunde kum var.” dedi.
Adam;
“–Ne diye kum yukledin?” diye hayretle sordu.
Bedevî;
“–Buğday cuvalı tek kalmasın, kum cuvalı ona denk olsun diye.” cevabını verdi.
Adam guldu ve şoyle dedi:
“–Akıllılık etseydin de buğdayın yarısını bu cuvala, yarısını da obur cuvala koysaydın daha iyi olmaz mı idi? Hem cuval hafifleşirdi, hem devenin yuku azalırdı.”
Bunun uzerine bedevî;
“–Aferin ey akıllı ve hur fikirli filozof!” dedi fakat arkasından sordu:
“Boyle ince duşunce, boyle guzel goruşun varken sen nasıl oluyor da cıplak hĂ‚ldesin, yaya yoruluyorsun?
Sende bu akıl, bu duşunce varken, sen ya vezirsin ya padişahsın. Kendini gizleme, doğru soyle…”
Filozof;
“–İkisi de değilim.” dedi. “Ben halktan biriyim, işte hĂ‚lime ve elbiseme bak da ne olduğumu anla!..” diyerek kıymetinin bilinmediğinden şikĂ‚yet etti.
Bedevî varlık ve kazanc nĂ‚mına ne sorduysa, menfî cevap aldı. Filozof gunluk ihtiyacını dahî karşılayabilmekten Ă‚ciz idi. İtiraf etti:
“–Yalınayak, cırılcıplak koşup duruyorum. Kim bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum. Bu fazîlet, bu hikmet ve bu hunerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim!”
Bu sozler uzerine bedevî, şu sozlerle filozofu yanından kovdu:
“–Cekil yanımdan, benden uzaklaş da senin uğursuzluğun benim de başıma yağmasın, beni yoksul bırakmasın!
O uğursuz felsefeni benden uzak tut!
Benim bir cuvalımın kum, oburunun buğday dolu olması; senin bu işe yaramaz felsefenden daha iyidir!
Benim ahmaklığım, pek kutlu bir ahmaklıktır. Gonlum ilahî lutuflarla, mĂ‚nevî azıklarla doludur. Canımda da Allah’tan cekinme ve O’nun emirlerine uyma isteği var.”
Bu kıssada, filozofun yoksulluğu ile anlatılmak istenen, kendisine dahî faydası olmayan sozde bir bilgeliktir.
Kendi yaşayışlarına; îman, sĂ‚lih amel ve guzel ahlĂ‚k gibi fazîletleri kazandıramayan sozde «akıl» ehli, basîret ve guzel yaşayış sahibi olan cahil halktan cok geridedir. Cunku o sıradan halk; CenĂ‚b-ı Hakk’a îman ve teslîmiyetten doğan firĂ‚set nûruyla ve az da olsa ilmiyle Ă‚mil olmasıyla, Hakk’a ve hakikate cok daha yakındır. HĂ‚linden şikĂ‚yetci değil, mesuttur.
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, insanı gercek saĂ‚dete kavuşturacak olan hakikate şoyle işaret buyurur:
“Unutma ki; tabiattan ve hayalden doğan felsefî duşunceler, celĂ‚l sahibi AllĂ‚h’ın nûrunun feyzinden doğan hikmet değildir. Sendeki dunyevî felsefe, ancak zannı ve şupheyi artırır.
Unutma ki; ancak din hikmeti insanı goklerin ustune cıkarır, otelere yuceltir.
Yazık ki; Ă‚hirzamanın zeki filozofları ve iblis huylu bilginleri kendilerini once gelenlerden ustun gorduler.
Onlar hileler oğrenerek ortaya atıldılar. Dîne aykırı fikirler ile Hak bilginlerini uzduler. Onlar; ne akıl almaz işler ve duzenler peşinde koştular!
Asıl kĂ‚r ve mĂ‚nevî kazanc iksiri olan sabrı, bağışlamayı, hoş gormeyi ve comertliği yok ettiler.”
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, CenĂ‚b-ı Hakk’a ve Hazret-i Peygamber’e olan sadĂ‚katini şoyle ifade eder:
“Bu can tende durdukca, Kur’Ă‚n’ın bendesiyim ve Muhammedu’l-MuhtĂ‚r’ın yolunun toprağı, ayağının tozuyum.
Bu hakikatin dışında hakkımda soylenilenlerden de onları soyleyenlerden de bîzĂ‚rım, yine bîzĂ‚rım!”
“Akıl, MustafĂ‚’ya kurbĂ‚n olsun!”
Ayrıca;
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri; akıllarını AllĂ‚h’a ve Rasûlu’ne kurbĂ‚n edemeyip de akıllarının putperesti olan filozoflara, «iblis huylu» demektedir.
İBLİS HUYU!
Cunku;
İlk cidal, ilk aklî itiraz ve isyan; şeytanın kibre kapılıp da AllĂ‚h’ın emrine karşı cıkmasıdır. Onun aklı, onu ahmaklığa surukledi. AllĂ‚h’ın emrini dinlemesine engel oldu. Secde ettirmedi.
Boylece İblis, Âdem’i kucumsedi ve kendisi buyuklendi. Bu uğurda Hazret-i AllĂ‚h’a bile Ă‚sî oldu.
Oysa aklı kullanmak; onu verene karşı nankorluk değil, itaat ve şukre sarılmaktır. Bunu idrĂ‚k edemeyen şeytan; CenĂ‚b-ı Hakk’ın Âdem’e secde emrine karşı, O’nun verdiği akılla itiraz etti. Kendisine aklı veren kudrete karşı cıktı. Kibrinden dolayı da tevbe etmedi, helĂ‚k oldu gitti.
İşte aklın putperesti olan feylesofların Ă‚kıbeti!
İnsan icin saĂ‚detin yolunu gosteren ise, peygamberler ve Hak dostlarıdır. İnsan; aklını vahy-i ilĂ‚hî istikametinde kullanmak basîretini gosterirse, ancak bu şekilde huzura erişir.
Aklın boyle bir vasıta olma hakikatini MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri şoyle ifade eder:
“Cocuk aklı bile; «Kitapla meşgul ol!» der. Fakat cocuğun kendi kendine kitaptan bir şey oğrenmesi mumkun değildir.
Hastanın aklı da onu hekime ceker, goturur. Ama aklı kendisine ilĂ‚c olamaz.
AllĂ‚h’ın fazl u keremine her boşboğaz yol bulsa idi, CenĂ‚b-ı Hak bu kadar peygamber gonderir miydi?”
CenĂ‚b-ı Hak; bizleri ve nesillerimizi, aklına mağrur ve nefsine mağlûp olarak, saĂ‚det-i dĂ‚reynden mahrum kalanlardan eylemesin!..
His ve fikirlerimizi, akıl ve kalbimizi, rızĂ‚sıyla te’lif buyursun.
Âmîn!..
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın Gonul DeryĂ‚sında Sır ve Hikmet İncileri
Osman Nuri Topbaş-YUZAKI DERGİSİ
Yıl: 2017 Ay: Ocak Sayı: 143
__________________
Felsefenin Cıkmazları
Dini Bilgiler0 Mesaj
●20 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaţam & Danýţman
- Eđitim Öđretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- Felsefenin Cıkmazları