Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-DÂrr,
En-NÂfi’ İsimleri


Kader, insanların başlarına gelecek her şeyi Allah’ın (c.c.) ezelde bilip bunları Lehv-i Mahfuz’a kaydetmesidir. Bunların zamanı geldiğinde meydana gelmesine kaza denir.


Kader, Allah’ın (c.c.) kullarının başlarına gelecek olan olayları El-Alîm guzel ismi ile bilmesine dayanır. Yoksa kullarını buna mecbur tutmamıştır. Aksi taktirde insanın bu dunyada imtihan edilmesinin bir anlamı olmayacaktı.


İnsanın elinde bir guc ve kudret sozkonusu değildir. Guc ve kudret tamamen Allah’a aittir. ‘Oysa sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yarattı (Saffat suresi, 96).’ İnsan yaptığını sandığı şeyleri niyetiyle sahiplenmektedir ve bundan sorumlu tutulmaktadır. Onun icin niyet cok onemlidir. Peygamberimiz (s.a.s) hadis-i şerifte şoyle buyurmaktadır: ‘Ameller niyetlere goredir.’ Niyetini temiz, himmetini Âli tutan (iyilik, hayır konusunda yuksek hedefleri olan) kişiler oturdukları yerden bir şey yapmaksızın buyuk sevaplar elde edebildikleri gibi Allah’ın rızasına da ererler. Ayrıca kaderleri de genellikle guzel olur. Cunku yuce Allah (c.c.) genellikle olayları, kişileri insanların kalplerine gore biraraya getirmektedir.


Kader konusunda Ehl-i sunnet anlayışının dışında tarih boyunca iki aşırı uc, sapkın inanc sozkonusu olmuştur: Kaderiyeciler, insanın her eylemini kendisinin yarattığını savunmuşlardır. Dolayıyla hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini kabul etmemişlerdir. Bunların insan iradesinin mahsulu olduğunu iddia etmişlerdir. Cebriyeciler ise, kulun kısmi iradesini yok saymışlardır. İnsanı kaderin karşısında ruzgÂrda ucuşan yapraklar misali kabul etmişlerdir. Şerri (başa gelen kotulukleri) tamamen ve koşulsuz olarak Allah’a bağlamışlardır.


Kadere iman bilindiği uzere imanın altı ruknunden birisidir. Kader icerisinde en onemli konu ise hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiği hususudur. İnsanlar genellikle hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiğini unutup sebeplere bakarlar. Şer karşısında ofkelenip deliye donerler, dinden imandan cıkıp katil bile olurlar; hayırda da Allah’a (c.c.) şukretmeyi unutup vesilelere takılıp kalırlar.


İnsanların buyuk coğunluğu imanın altı şubesinden beşine pek karşı cıkmazlar. Onları pek inkÂr etmezler. Fakat kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma hususunda ceşitli sıkıntılar yaşarlar, bu noktada bazı itirazlar baş gosterir. Coğu kişinin dine karşı olan olumsuz tavrında ana sebep kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmama oluşturur. Hastalık buradan kaynaklanır. Hele cağımızda ceşitli felsefelerin yaratıcı karşısında insanı merkezi bir konuma oturtmaları (Kaderiyeciler gibi) bu manevi hastalığın daha cok artmasına neden olmuştur.


Allah (c.c.) kullarına karşı her zaman lutufkÂrdır. Onları kaldıramayacakları yuklerle imtihan etmez. “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, 40).” Allah’ın (c.c.) Ed-DÂrr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) guzel ismi insanın zararına değil hayrınadır. Şoyle ki: Dunyada başımıza gelen kotu şeyler bir hikmete dayanır. Dunya hayatı gecicidir, asıl olan ahiret yurdudur. Bu dunyada kotu olarak gorulen şeylerin altında insanların ahiret hayatlarında kurtuluşa, ebedi mutluluğa vesile olan pek cok hayırlar bulunabilir. Bu acıdan asıl şer, zarar bu başa gelen kotu şeylerden gereği şekilde yararlanmamaktır.


Bu durumda başımıza gelen kotu şeyler, her ne kadar Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile meydana geliyorsa da bu durumun sunnetullaha, ilahi bir kurala dayanan bir nedeni bulunmaktadır. Allah (c.c.) bela ve musibetleri yaptığımız kotu şeylere karşı vermektedir: “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz gunahlar nedeniyledir. Hatta Allah gunahlarınızın coğunu da affeder (Şûr suresi, 30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kotuluk ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, 79).”


Başına boyle bir bela ve musibet gelen, bununla ruhu daralıp sıkılan bir muminin hemen gecmişini değerlendirip gunahları icin gozyaşı dokup tovbe ile Allah’ın (c.c.) rahmetine sığınması gerekir. Bu tur bir davranış yerine isyan etmek, birilerini suclayıp ofkelenmek insana pek bir şey kazandırmaz. Belki pek cok şeyi alıp goturebilir. Yalnız Allah’ın (c.c.) el-Adl guzel ismi gereği bir zulme uğramışsak hakkımızı savunmamız, adaleti gercekleştirme yolunda mucadele etmemiz de gerekir. Tabii işin bu cephesi yanında ic muhasebe ile kendimizde bazı kusur ve hataları aramak, bunlardan pişmanlık duyup Allah’ın (c.c.) merhametine sığınmak da icap eder.


Başa gelen, ozellikle başkalarının başına gelen bela ve musibetleri yalnız yukarıda sozunu ettiğimiz sunettullahla, yani ilahi kuralla acıklamak Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi uzerine ileri geri konuşmak anlamına geleceğinden cok tehlikelidir. İnsanı maazallah dinden cıkarır. Cunku Allah’ın (c.c.) olayları yaratmadaki ilahi hikmetini kimse tam anlamıyla kavrayamayacağı gibi boyle bir konuda soz ve hukum sahibi de değildir. Hele başkaları icin boyle birtakım yargılarda bulunmak, orneğin bir hasta yada kaza nedeniyle gecmiş olsun ziyaretinde ilgili hastalığın yada kazanın gercek nedenini yapılan gunah yada gunahlar yuzunden olduğunu soylemek, bu konuda acıklamalarda bulunmak buyuk bir edepsizliktir. Allah’ın (c.c.) ofkesine yol acabilecek bir kendini bilmezliktir.


Bela ve musibetleri yukarıda sozunu ettiğimiz sunnetullah, yani ilahi kanun yanında Allah (c.c.) başka nedenlerle de yaratabilir. Bunu kimsenin tam olarak bilmesine olanak yoktur. Orneğin Allah (c.c.) kulun katındaki derecesini yukseltmek icin bela ve musibete uğramasına izin verebilir. Nitekim Mekke doneminde ilk Muslumanlar boyle bir sınavdan gecmiş, buyuk bela ve musibetlere uğramışlardı. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuda şoyle buyurmaktadır: “Ey muminler, (itaat edeni asi olandan ayırt etmek icin) sizi biraz korku, biraz aclık, biraz da mallardan ve mahsullerden eksiltmek ile imtihan edeceğiz. Ey resûlum, sabredenleri mujdele! (Bakara suresi, 155)”

Bir Musluman’ın kendi başına gelen bela ve musibetleri gunahları ile, başkalarının başına gelen bela ve musibetleri Allah (c.c.) katındaki derecelerin yukselmesi ile acıklamaya calışması edep ve nezaket gereğidir. Bu yolla hem kendisinin sabırlı olmasında hem de başkalarına sabrı tavsiye etmede onemli bir manevi guc bulabilecektir.


Sabır, şukur gibi Allah’ın (c.c.) sevdiği duygulardan birisidir. Allah (c.c.) Ed-DÂrr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) guzel ismiyle kulda sabır meyvesinin oluşmasını arzular. En-NÂfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) guzel ismiyle de kulda şukur ister. Bunların ahiretteki karşılığı cok buyuktur. İnsan sabır ve şukur duyguları ile Allah (c.c.) katındaki derecesini yukseltir: “Sabredenlere mukÂfatları hesapsız verilecektir (Zumer suresi, 10).”


Genellikle hoşumuza giden şeyleri hayır, gitmeyenleri şer olarak adlandırırız. HÂlbuki bu değer olcusu son derece gorecelidir. Sadece insanın bu dunyadaki yaşamına goredir. Ebedi ahiret yurdu gozonunde bulundurularak yapılmış değildir. Cunku bu dunya odul ve ceza yurdu olmadığı icin başa gelen hayır ve şerrin hikmetini de bilmek olanaksızdır. Yuce Allah (c.c.) bu konuda şoyle buyurmaktadır: “Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin icin hayırlıdır. Yine olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey de sizin icin şerlidir. Gerceği Allah bilir, siz bilemezsiniz (Bakara suresi, 216).” Savaş gorunuşte şerlerin, kotuluklerin simgesi gibidir. Cunku onda her turlu bela ve musibet vardır: Aclık, yoksulluk, can ve evlat kaybı, olum korkusu, mal ve namus kaygısı… Her şey başa gelebilir. Allah (c.c.) işte ilgili ayette boyle şerrin ve kotuluğun simgesi olan savaşta bile hayırların gizli olduğunu belirtmektedir. Bizim hayır sandığımız şeyler ise ahiretimiz icin, Allah (c.c.) bizleri onlardan korusun, kim bilir nice bela ve musibetleri iceriyor olabilir. Gercekten insanın Allah’ı (c.c.) el-Vekîl olarak kabul edip (Hasbunallahu ve ni’mel-Vekîl [Allah bize yeter, O ne guzel vekildir] deyip,) O’na sığınmaktan başka bir caresi yoktur. Cunku ahiretimiz icin neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ancak Allah (c.c.) bilebilir.


Başa gelen bela ve musibetler sırasında ‘Ya DÂrru, ya NÂfi’u’ diye Allah’ın bu guzel isimlerini sayıya vurmadan cokca zikretmek gerekir. Bu zikir bela ve musibetin ortadan kalkmasını gercekleştirdiği gibi ilgili bela ve musibetin hayra donmesini de sağlayabilir. Ayrıca bu zor anlarda hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak cok muhimdir. Allah (c.c.) her şeyi yaratabilir. Geceden gunduzu cıkarmak, oluden diriyi meydana getirmek O’na zor değildir. Evrenin bağlı olduğu kanunlar O’nu bağlamaz. Cunku Allah (c.c.) gerektiğinde yeni kanunlar da yaratabilir. Her şey O’nun ‘Ol!’ buyruğu ile anında varlık sahasına cıkar.


‘Ya DÂrru, ya NÂfi’u’ zikrikişiliği guclu kıldığı gibiruhsal sağlığın korunmasında ilac gibi de tesir eder.


İnsanlar hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini unutunca başlarına cok buyuk belalar acabilirler. Nefis bir kızgınlık ve ofke anında buyuk gunahlara girebilir. Şeytanlar bu anları cok gozetlerler. Zaten hadis-i şerife gore insanın butun vucudunda kanın damarlarda dolaşması gibidirler. Yine hadis-i şerife gore her Musluman’da da mutlaka en az bir şeytan gorevlidir. Onlar insanların duygu ve duşuncelerini takip edebildikleri icin nabza gore şerbet verirler. Ofke ve kızgınlık anlarında bu ceşit vesveselerini artırırlar, ateşi alabildiğine koruklerler. Coğu kişi bu yuzden katil olur, adam yaralar. Kalpler kırılır. Kuslukler başlar. Bu anda kişinin nefsinin hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanması, buyuk bir imtihana tabi tutulduğunu bilmesi biraz zordur. Şayet boyle bir anda kişi Allah’ın kudretini, hayır ve şerrin O’ndan geldiğini bilirse bu buyuk bir devlettir. Kadere rıza gostermek nefsin ve şeytanların belini kırar, kişiyi yuce bir makama taşır. Tasavvufta nefsin ulaşması istenen hedefi kadere rızadır. Kadere rıza gostermek, Allah’tan razı olmaktır. Allah’tan razı olan bir nefis (Raziyye nefis) kısa zamanda Allah’ın rızasına (Marziyye nefse) ulaşır. Yalnız haksızlık karşısında susmamak gerekir. Hadis-i şerifte boyle kişilerin ‘dilsiz şeytan’ olduğu belirtilmiştir. Kişi gerek başkalarının haklarını gerekse kendi hakkını aramak icin ofkeye ve kızgınlığa kapılmadan usulune uygun olarak hareket etmelidir. Ofke ve kızgınlık gostererek nefse ve şeytanlara prim vermemelidir. Hak arayışı cok onemlidir. Bir ceşit cihattır. Zalime gereken cezanın verilmesi, toplumun esenliği icin şarttır. Bu konuda ihmalkÂr olmak kul haklarına kadar uzanabilir. Cunku herhangi bir ceza gormeyen zalim aldığı gucle başkalarına da zarar verebilir. Bu başkalarına verilen zararlar bu konuda vurdumduymaz insanların amel defterlerine gunah olarak yazılabilir. Tabii bu başka bir konudur. Yine yaptığına gercekten pişman olmuş bir insanı affetmek de Allah’ın razı olduğu bir buyukluktur. Bu da ayrı bir konudur.

Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma kişiyi ofke ve kızgınlıkla buyuk gunahlar işlemekten alıkoyduğu gibi onun buyuk bela ve musibetlerde de depresyona, birtakım ruhsal hastalıklara girmesini onler, ruhsal terapisini sağlar. İnsana guclu bir kişilik kazandırır. Hapisteki bir insana en buyuk manevi guc ve destek, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmadan gelir. Hele bu durumdaki kişiler, haksız yere bir suctan hukum giymişseler ondan başka bir limana da sığınamazlar. Şayet boyle bir insanın kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imanı yoksa ruh sağlığı derhal bozulmaya başlar, herkese şuphe ile bakarak paranoyaya, hatta ruhsal butunluğunu kaybedip buyuk ruhsal hastalıklara, şizofreniyeye kadar duşebilir. İnsanların psikoz turu ağır hastalıklara duşmeleri genellikle kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmamalarından, buyuk bela ve musibetlerde kişilere ve olaylara fazla takıntı yapmalarından kaynaklanır. HÂlbuki Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile dalından duşmez (bk. En’am suresi, 59). Nerede kaldı ki kulun başına gelen bela ve musibetlerin Allah’ın izni ve iradesiyle gercekleşmemesi?.. İnsanoğlu Allah’ın guc ve kudreti hakkında ne kadar az bilgi sahibi!.. İnsanları ve olayları da gozunde devleştirmeye ve abartmaya pek eğilimli!.. Her iş Allah’ın dilemesi ve takdiri ile gercekleşmektedir. İnsanlar iyi kotu bir şeyler yapmaya niyetlenseler de Allah dilemedikce bu niyetleri gercekleşmeyeceği gibi niyetlerini eylemlere de koyamazlar. Yuce Allah Kuran-ı Kerim’de şoyle buyurmaktadır: ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikce siz dileyemezsiniz. (Tekvir suresi, 29).’ İşlediği bir ceza ile hukum giyen kişiyi de kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imanı bir universitede oğrenci imiş gibi eğitir, nefsini terbiye eder, ceza gunlerini rahmete, gunahları icin istiğfar etmeye, dolayısıyla gunahlarının Allah (c.c.) tarafından affına cevirir. Zira kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma kişiyi kısa zamanda gecmişini değerlendirmeye, bir ic muhasebe yapmaya goturur. Bu da onun tovbe yolunu tutmasını sağlar. İcten yapılan tovbeler, hangi gunah olursa olsun, Allah tarafından affedilir. Bu konuda pek cok ayeti kerime vardır. En mujdelisi de şudur: ‘De ki ‘Ey kendileri hakkında aşırı giden (buyuk gunah işleyen) kullarım! Allah’ın rahmetinden umidinizi kesmeyin. Şuphesiz Allah butun gunahları affeder. Cunku O cok bağışlayandır, merhamet edendir (Zumer suresi, 53).’ Allah’ın gunahları affetmeyeceği şeklinde bir umitsizliğe duşmek, doğru olmadığı gibi Allah hakkında da buyuk bir suizandır. Allah’ın rahmetinden umidini kesenler ancak kÂfirler topluluğudur (bk. Yusuf suresi, 87) .


Hadis-i şeriflerde kul haklarının affında Allah’ın karışmayacağı, kişinin hakkı gecen kişi ile barışması, helalleşmesi gerektiği ifade edilse de yuce Allah (c.c.) her şeye kadirdir. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) gore boyle durumlardaki kişiler uzerlerindeki kul haklarını barışma ve helalleşme yolunu ceşitli nedenlerle (hak sahibini bulamama, karşı tarafın hoşgorusuzluğu, utanma, fitne ve dedikodu cıkma ihtimali vb.) kullanamayarak uzerlerinden atamıyorlarsa bu kul haklarının aşağı yukarı tutan bedellerini ihtiyac sahibi kişilere verme yoluna gitmelidirler. Elbette bazı kul haklarının bedeli cok ağırdır. Parayla olculemez. Odenmesi de cok zordur. Cana kastetme, namus, şeref ve haysiyetle oynama gibi. Ama Allah (c.c.) dilerse, bu dunyada affetmeyeceği, affettiremeyeceği hicbir gunah yoktur. İnsan gunahlardan gercekten pişman olup hatalarını tamir yoluna girdiği zaman yuce Allah (c.c.) kişiye fazl u ikramı ile oyle buyuk fırsatlar ve sevap kapıları acar ki, bunlar ahrette uzerindeki butun kul haklarını odemeye yetebilir. Ama kul haklarını odemede hadis-i şeriflerin ısrarla tavsiye ettiği karşı tarafla barışma ve helalleşme yolunu tutmak daha doğru ve garantilidir. Dinin ruhuna daha uygundur. Tabii kul hakları insanın uzerinde dunyada iken buyuk bir yuktur. İnsanın başına bela ve musibet acabilecek bir nedendir. Kaderini cok olumsuz bir yoldan etkileyebilir. Coluk cocuğuna kadar tesir edebilir. Ayrıca kul hakları tasavvuf ve tarikat yolundaki manevi ilerlemede, yuksek makam ve hallere ulaşmada engel teşkil edebilirler. Bu kul haklarının uzerimizden kalkmasında ceşitli nedenlerle doğal yolu, yani karşı tarafla barışma ve helalleşme yolunu kullanamıyorsak bu niyetle sadaka vermek en azından bu yolla gelebilecek bela ve musibetlerin definde buyuk yararlar sağlar. Onların yukunu azaltabileceği gibi tamamen de kaldırabilir. Zira hadis-i şerifte ifade edildiği uzere az sadaka cok belayı def eder.


Hastaneler de hapishaneler gibi uzerimizdeki gunahların dokulebileceği yerlerdir. Dunya imtihanı gereği Allah (c.c.) bazı kullarını maddi ve manevi ceşitli sıkıntılara uğratır. O’ndan gelen her bela ve musibet aslında buyuk bir ikramdır. Guzel sabır gosterirsek gunahlarımıza kefarettir. Guzel sabır (sabr-ı cemil), ilgili sıkıntıdan dolayı kimseye dert yanmamakla, sıkıntıyı Allah’tan (c.c.) bilip haline şukretmekle gercekleşir.


Bela ve musibetlere sabretme yanında uzerimizdeki sonsuz nimetlerin sahibini de En-NÂfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) guzel ismi ile anmak gerekir. Her iyilik Allah’tandır. Kullar sadece birer vesiledir.


İnsanın yaptığı iyilikleri nefsinden bilmesi buyuk bir aldanıştır. İyilikler Allah’ın (c.c.) dilemesi ve nasip etmesiyle gercekleşir. İyilikler gercekleşince Allah’a (c.c.) nasip ettiği icin şukretmek gerekir.


Her insanın nefsi kaderine isyan halindedir. Hic kimse bu konuda nefsini temize cıkarmamalıdır. Cunku bu konuda insanların bazı sıkıntıları olmasaydı nefsi marziyye (Allah’ın razı olduğu nefis) ve kÂmile gibi ust makamlara cıkmış olurdu. Yani imtihan sırrı olarak nefis emmare (kotuluğu emreden nefis; Allah’a isyan eden nefis) duzeyinde yaratılmış olup mutlaka icerisinde bulunduğu koşulları kabullenmemekte, nimetlere gereken şukru kılmadığı gibi haline de sızlanmaktadır.


Kadere rızada ilk adım Allah’a her ne halde bulunursak bulunalım O’nun uzerimizdeki sonsuz nimetlerini dilimiz donduğunce ve aklımıza gelenlerini de sayarak şukurde bulunmaktır. Her ‘Elhamdulillah, cok şukur…’ tespihleri bu yolda verilen nimetleri de hayal ederek atılan birer adım olarak Allah’ın kaza ve kaderine rıza yolunda ilerlememizi sağlarlar. Buyuk kısım ibadetlerin ozu, ozellikle zikrin ruhu şukurdur.


Bir insan icindeki butun olumsuzluklarına rağmen dili şukretmeye başladığı anda kaza ve kaderine rıza gosterme yolunda adım atmaya başlar. Bu noktada nefsi yavaş yavaş kırılıp değişir. Uzerindeki sıkıntılar hem maddi hem de manevi olarak azalarak ruhu buyuk bir huzur duyar. Nefis ust makamlara, ileri hallere doğru terakki eder.


Şukur, insanın butun melekeleriyle olursa daha makbuldur. Yani dil, duygu, hayal, samimiyet şukurde birbiriyle kaynaşmalı, bu bicimde Allah’a ulaşmalıdır.


Zikir ruhun gıdası ise şukur de suyu gibidir. Ruh şukurle canlanır. Hayat bulur. Gelişir, canlanır.


Şukrun bazı incelikleri vardır. Allah (c.c.) şukre muhtac değildir. Kul muhtactır. Bunu ozellikle bilmek gerekir. Yaptığı şukurle kimse Allah’ı (c.c.) minnet altına koymamalıdır. Şukre de şukurle karşılık vermeye calışmalıdır. Bu konudaki acziyetini de ifade etmelidir. Bir de Allah kendisine yapılan şukurden once kulun diğer insanlarla ilişkilerine buyuk onem vermekte, kul haklarıyla kendi haklarını ayırmaktadır. Bu meyanda insanlara teşekkur etmek de cok onemli bir konudur. Oyle ki bu konuda nezaketten uzak ve nankor insanlara Allah (c.c.) kaza ve kaderine rızasında onemli bir adım olan şukru nasip etmemektedir. Cunku Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şoyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkur etmeyen, Allah’a şukretmez.” Bu doğa kanunu gibi bir şeydir. Anlayana buyuk uyarıdır. Teşekkur etmek, başkasına duyulan icten bir minnettarlık duygusudur. Nimete vesile olanı unutmamak, onun gonlunu ceşitli yollarla almaktır. Bunu dil ile soylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kacmak ve gercek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan cıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkurden kacınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkur ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir olcuye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da cok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kacmadan gercek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkur etmektir. Ayrıca teşekkurun sadece dille olmayacağını, hediye ile de takviye edilmesi gerektiğini belirtelim. Cunku peygamberimiz (s.a.s) hediyeleşmenin kardeşlik duygusunu ziyadeleştireceğini vurgulamıştır.


Bazı insanlara teşekkur etmek adeta uzerimizde bulunan bir borctur, kul hakkıdır: Anne-babalar, oğretmenler, akrabalar, bizlerin buyumesinde ve yetişmesinde emeği gecen nice kişiler… Kuşkusuz coğu kez bunlara emeklerine karşılık dil ile bir kere bile teşekkur etme olanağına sahip bulunamamış olabiliriz. Belki bir kısmını yitirdik veya onlarla aramıza ulaşılamaz mesafeler girdi. Teşekkur etmek dilden ziyade yurekle olur. Bu insanların arkalarından yapılacak guzel dualar, okunan sureleri ruhlarına hediye etmeler, onlar adına verilecek sadakalar onlara edilebilecek en guzel teşekkurlerin yerine gececektir.


Teşekkur asıl Allah’a (c.c.) yapılmalıdır. O’na şukurde bir an bile gaflette bulunmamak gerekir. O’nu anmadan gecen her an boşa gecmiştir. O’na şukur etmek bile buyuk bir nimettir. Bu nimetin de şukru gerekir. Yani şukre de şukretmeliyiz. Nitekim Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de “Ey Davud ailesi, şukrederek calışın…(Sebe suresi, 13)” buyurunca, Hz. Davud:
“Ey Rabb’im Sana nasıl şukredeyim ki? Benim şukrum bile Senin bir nimetindir.” demiştir. Yuce Allah (c.c.) ona şoyle karşılık vermiştir:
“İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şukrettin ey Davud! Cunku şukretmenin de Benim bir nimetim olduğunu bildin.”


İnsan Allah’a (c.c.) gereği şekilde şukrun imkÂnsız olduğunu bildiğinde, şukur haline de şukurle karşılık verdiğinde daimi bir şukur haline girebilir.


Ed-DÂrr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) ve En-NÂfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) guzel isimleri ile kula duşen gorev, hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiği bilincine sahip olmaktır. Başına gelen hayrı Allah’ın (c.c.) bir lutfu ve ihsanı olarak gorup şukretmek, şerri ise gunahlarının bir meyvesi olarak duşunup tovbe etmektir.


Allah lutf u ihsanı ile bizlere muamele etsin. Gunahlarımız yuzunden başlarımızdaki bela ve musibetleri fazl u ikramı ile kaldırsın. Bizleri nimetlerine şukreden kullarından eylesin. Bizlere rızasını nasip eylesin. Âmin.

Muhsin İyi
__________________