Uc yıl once onunla tanıştığımda bu guzel simanın ancak cok ozel bir insana ait olabileceğini tahmin etmiştim. O zaman daha on dokuz yaşındaydı. Onu tanıdığımda ben de o yaşlarda olmuş olsaydım, belki de genclik ruzgÂrlarının estiği senelerde kafamı duvarlara vurmak istemeyecektim. Belki buyuklerime daha hurmetli olacak, hocalarımın kıymetini daha iyi bilecektim. Belki daha edepli bir genc olacaktım.

Kitap gibi bir genc


Muştak’ı tanımak benim icin cok onemli bir hadiseydi. Onun hayat hikÂyesini dinlemek, dunyaya bakışını oğrenmek, kitap okumak gibi bir şeydi. Hani hızlı bir hayat yaşarken, bir kitap okursunuz da o kitap sizi yavaşlatır ya! O kitabın dunyasına girersiniz de cıkmak istemezsiniz. Muştak’ı tanımak işte oyle bir şeydi.
Muştak, cocukluktan itibaren dunyevî hedeflere kilitlenen gencler gibi değildi. Artist değildi, havalı hic değildi. Soğuk bir insan da değildi ama yaşına gore oldukca olgun ve ciddi sayılırdı. O, dunyadaki vazifesinin kulluk olduğunu ve bundan daha muhim bir vazifesinin olmadığını cok iyi biliyordu. Butun hareketlerini bu bilinc cercevesinde yapıyordu.



Onu herkes tanısın istiyorum


Şimdilerde dunyanın imtihanları karşısında bocalayan genc kardeşlerimi gordukce, Muştak’ı anlatma hevesim daha da kabarıyor. Onu herkes tanısın, bilsin istiyorum. Hele ki ciddi sıkıntıları olmadığı halde yatıp kalkıp şukretmek yerine, bunalım takılan kardeşlerimin Muştak’ı ozellikle tanımalarını istiyorum. Dertlerini gozunde buyutenler, asıl gayeden uzaklaştıkca ıstırabının arttığını hissedenler, Muştak’ın hayat hikÂyesinde belki de bir cıkış yolu bulacaklardır.

İsterseniz onu anlatmaya onunla tanıştığım gunden başlayalım. Eyup Sultan’da Mihrişah Sultan Sibyan Mektebi’ndeydim. Muştak, Dr. Mehmet Emin Hoca’ma, kaldığı Kur’an kursundaki bir arkadaşından bahsediyordu. Onun ayakkabısının cok eski ve altının da delik olduğunu soyluyordu. Bunu anlatırken tam bir merhamet hali icerisindeydi. Uzuntusunu gozlerinden ve ses tonundan rahatlıkla hissedebiliyordunuz. Hocam, bir karta not yazarak Muştak’ı ayakkabıcıya gonderdi.

Ben ben ben demiyordu


Muştak’ın Anadolu’nun bir koyunden gelen fakir arkadaşını bu denli duşunmesi beni cok etkilemişti. “Ben, ben, ben” dememesi, arkadaşı icin uzulmesi, onun icin dertlenmesi gercekten erdemli ve diğerkÂm bir davranıştı.
Sonradan Muştak’ın aclık sınırında yaşayan Bangladeşli bir ailenin cocuğu olduğunu oğrenince, bu davranışının cok daha anlamlı olduğunu anladım. Evet, Muştak’ın hicbir gelirinin olmadığını, bir şemsiyesinin bile olmadığını, altı yıldır gurbet ellerde anneden babadan uzak yaşadığını oğrendim. Fakat o, fakirliğinden bahsetmeyi seven bir genc değildi. Asla hic kimseden tek kuruş beklentisi yoktu. İlme yonelmişti, gozu başka da bir şey gormuyordu. Kimseye tamah etmiyordu.

İslam fıkhının tartışmalı konularını konuşuyorduk


O gunden sonra onunla ara sıra goruşmeye devam ettik. Bir yerlere davet edildiğim zaman onunla beraber gitmeye calışıyordum. Hatta bir seferinde de GENC dergisinin iftarına beraber gitmiştik. Oradaki tanıştığı kişilerin cok guzel insanlar olduğunu soylemişti bana.
Muştak’la bu tur davetlere gidip gelirken İslam fıkhının tartışmalı konularını konuşuyorduk. O, yaptığımız amellerin farz mı vacip mi sunnet mi olduğunu benden cok daha iyi biliyordu. Zaten bulunduğu kursta başta Arapca ve Kur’an olmak uzere dinî ilimleri tahsil ediyordu.

Eyup Sultan'da hikÂyesini dinledim


Bir gun Muştak ile birlikte Eyup Sultan Tepesi’ndeki Kucuk Huseyin Efendi’nin turbesini ziyaret ettik. O gun kendisinden bana Bangladeş hakkında bilgi vermesini istedim. Bu arada da doğduğu bolge ve ailesi ile ilgili de sorular sormuştum. O gun onun bir soyadının bile olmadığını oğrendim. Cunku Bangladeş’te sadece zenginler soyadı kullanabiliyorlarmış.

Muştak, Bangladeş’in Silet şehrinin bir ilcesinde dunyaya gelmiş. Oranın halkı genellikle pirinc tarımı ile uğraşıyormuş. Ama pirinc orada cok pahalı olduğu icin sadece zenginler yiyebiliyormuş. Muştak, bulunduğu ilcede sekizinci sınıfa kadar okumuş ve sınıfının birincisi olmuş. Ancak maddi durumu iyi olmadığı icin okulunu bırakmak zorunda kalmış.

Bangladeş’te gunde bir oğun yemeği zor bulan milyonlarca insan var


Muştak, kız kardeşi ve anne babası ile birlikte Bangladeş’te fakirlikten dolayı cok zor gunler gecirmiş. Evde yemek olduğu gunlerde sadece arpa ekmeği ya da arpa lapası yiyebiliyorlarmış. O gunleri anlatırken Muştak; “Karnımızın doymadığı cok oluyordu ama hic yemek bulamadığımız gun az oluyordu. Ayda uc dort gun hic yemek bulamadığımız oluyordu. Diğer gunlerde bir oğun yemek yiyorduk” diyor. Muştak, bugun Bangladeş’te bu durumda yaşayan milyonlarca insanın olduğunu soyluyor.
Muştak on yaşındayken babası calışmak ve ailesine para gondermek icin kacak yollarla İran’a gitmiş. Bangladeş’te telefonun olmadığı o yıllarda babasından altı sene hic haber alamamışlar. O zaman diliminde Muştak’ın annesi gunde bir oğun yemek ve cok az da bir para karşılığında bir profesorun evinde calışıyormuş. Babasız gecen o yıllarda da cok aclık cekmişler.

16 yaşında İran’a gidip babasını buldu


2006 yılında 16 yaşına giren Muştak babasını İran’a goturen kacakcılar aracılığı ile Afganistan uzerinden İran’a gitmiş ve babasını bulmuş. Gittiğinde babasının sefalet icerisinde cok zor şartlarda yaşadığını gormuş. Ustelik babası cok hastaymış.
Babası onu birkac gun misafir ettikten sonra; “Burada işcilere cok az para veriyorlar. Sen Turkiye’ye git, orada birkac sene calıştıktan sonra Avrupa’ya gec ve orada calış. Oradan donduğunde kazandığın parayla memlekette bir iş kurarsın” demiş ve elindeki az parayı da oğluna vererek onu Turkiye’ye gondermiş.

Turkiye’de de zorluklar yaşamış


Muştak, Turkiye’ye gelince Tahtakale’de beş altı hemşerisi ile birlikte kohne bir evde kalmaya başlamışlar. İlk uc ay iş bulamamış. Onu Turkiye’ye getiren adamlara borcunu odeyebilmek icin cok calışması gerekiyormuş. İlk once bir kapı kolu atolyesinde iş bulmuş ancak orada bir ay calıştıktan sonra maaşını alamayınca işi bırakmış. Sonra “alcıyı kalıplara dokup boyuyorduk” diye tarif ettiği bir sus eşyası yapım atolyesinde haftalık 100 liraya calışmaya başlamış. Yedi sekiz ay calıştıktan sonra sezon bitince o işten de ayrılmak zorunda kalmış. Tekrar birkac ay işsiz kalmış.

Sonra temizlik işcisi olarak bir işhanında calışmaya başlamış. Sabah yediden akşam dokuza kadar o iş hanının her turlu işini en guzel şekilde yapıyormuş. İşini iyi yaptığı icin de handaki herkes onu tanıyıp seviyormuş. O gune kadar ilk defa anahtarı teslim edebilecekleri bir temizlik işcisi bulabilmişler.

Tam da Yunanistan’a gitmeye karar vermişken…


Muştak, handa calıştığı sure zarfınca namazlarını hanın yakındaki bir camide kılıyormuş. Bazı zamanlarda da orada Kur’an okuyormuş. Bu donemde Muştak handaki bazı dukkÂn sahiplerinin, gayri ahlakî durumlarına şahit olunca, oradaki hadiselere şahit olmanın utancını hissederek bu işten de ayrılmaya karar vermiş. Helallik istemek icin her gun gittiği caminin hocasına gittiğinde “Hocam” demiş; “Hakkınızı helal edin, ben bu işten ayrılıyorum, Yunanistan’a gideceğim.”
Bu sozlerini duyan İmam Efendi’nin gozlerinin dolduğunu gormuş Muştak… İnanamamış ve İmam Efendi’nin gozlerine dikkatlice bir kez daha bakmış. İmam Efendi, bu sefer Muştak’a sarılmış ve icli bir şekilde ağlamaya başlamış ve ona; “Muştak’ım sakın gitme… Seni severim, gidersen uzulurum” demiş.

İmam Efendi’nin gozyaşlarından etkilenmiş


O gun Muştak eve gittiğinde İmam Efendi’nin gozyaşlarını bir turlu aklından cıkartamamış. O gece yureğinde şimşekler cakıyormuş. “Benim icin annem babam bile boyle ağlamazken bu Hoca Efendi niye ağlıyor?” diye uzun uzun duşunmuş. Allah icin sevmenin ne demek olduğunu o gun cok iyi anlamış.
Ertesi gun İmam Efendi Muştak’ı bulmuş ve ona; “Sen Kur’an okumak istiyorsun oyle değil mi?” demiş. “Evet, tabi istiyorum” demiş Muştak. İmam Efendi buyuk bir heyecanla; “Bir Kur’an kursunun yoneticileri ile konuştum, artık bundan sonra orada kalacaksın ve ilim oğreneceksin. Bir kuruş ucret de odemeyeceksin” demiş. İmam Efendi’nin bulduğu kurs, nam-ı değer Efendi Hazretlerinin kursuymuş.

Efendi Hazretlerini gorunce bağlılığı ve ilme iştiyakı arttı


Muştak, o sıralar babasının İran’da uc kere ameliyat olduğunu ve hasta bir vaziyette beş parasız Bangladeş’e donduğunu de yeni oğrenmiş. Annesi, babası ve kardeşi her daim gozunde tutmekteymiş. “Ben Kur’an kursuna gidersem, onların hÂli ne olacak” diye kara kara duşunuyormuş. İmam Efendi, anne ve babasına az da olsa bazı yardımları ulaştırabileceğini soyleyince, Muştak bu kursta kalmayı kabul etmiş. Turkiye’de kalması icin yasal izinler alındıktan sonra 2008 yılından itibaren Mahmut Efendi’nin Kur’an kursunda kalmaya başlamış.
Muştak, Kur’an kursunu ve hocalarını cok benimsemiş. Oradaki edep ve erkana kolay bir şekilde uyum sağlamış. Birkac ay sonra İsmail Ağa Camii’nde Efendi Hazretleri’ni ilk defa gormek nasip olmuş. Herkes onu gormek isteyince izdiham oluştuğundan o gun cok fazla gorememiş.

Başka bir gun bir camide icazet torenine katılan Mahmut Efendi’yi orada saatlerce izlemiş Muştak. O gunu anlatan Muştak; “Onu gorduğumde boyle Âlim ve mubarek bir zat ile aynı ortamda olduğum icin dunya ile ilgili butun her şeyi unutmuştum. Onun o guzel halini anlatmaya gucum yetmez…” diyor. Efendi Hazretlerini gormesiyle birlikte, gittiği yola olan bağlılığı da artan Muştak artık daha bir heyecan ve gayret ile ilim yolunda ilerlemeye devam eder.

Altı yıldır ailesini goremedi


16 yaşından beri gurbet ellerde ailesinden uzak yaşayan ve eline uc kuruş gectiğinde onlara gonderen Muştak’ın hikÂyesi burada bitti. Muştak bugun Mahmut Efendi’nin Kur’an kurslarından birinde ilim oğrenmeye devam ediyor. Fakat onun yurek acısı hic bitmedi. Cunku altı yıldır ailesini goremedi.
Ulkesinin yasalarına gore oraya donduğu takdirde tekrar Turkiye’ye gelmesi mumkun değil. Nasıl olacak, ailesine kavuşacak mı bilmiyorum. Tek bildiğim Muştak’ın Yusuf aleyhis selam gibi gurbet ellerde acı cekmeye devam ettiği fakat hicbir zaman Allah’a şukretmeyi terk etmediğidir…
__________________