Bizi en cok ilgilendiren konuların başında omrumuz ve yaşayışımız gelir. Aslında bunların da sınırı belli. Ne bir dakika ileri almanın, ne de geri bırakmanın imkÂnı var. Bunu kesin olarak kabul etmeliyiz ki, enerjimizi boşu boşuna harcamayalım ve eğlence dunyasının fantezileri ve genclik sarhoşluğuyla kendimizi aldatmayalım!

Bir şey daha var: Asla ecelin tesaduflere bağlı olduğunu ve kaybolmaya gittiğimizi duşunmeyelim. Atomdan yıldızlara kadar an be an, saniye saniye her şeyin bir plan ve programı olduğuna; her şeyimiz bunlarla bağlantılı olduğuna gore (ki, fen ilimleri bunu ispat ediyor) bizim dunyaya gelişimiz ve gidişimiz neden bu planın haricinde olsun!

Oyle ise, hayatımız/omrumuz de kadere (İlÂhî plan ve programa) dahil. Oyle ise neden elem, huzun duyarak, gucumuzun ustundeki yuklerin altına girelim? Tesadufen gelmedik ki, tesadufen yokluk karanlıklarında kaybolup gidelim. Bizi kim bu muhteşem plan dahilinde gondermiş ise, yine, aynı programın cercevesinde geriye cağırmaktadır. Donuş Onadır.

Ancak, hayat, genclik ve hevesÂt yonlerinden gelen tehlikelerden sakınmak icin, bilmemiz gereken bir nokta var: “Genclik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o genclik zÂyi olup başınıza hem dunyada, hem kabirde, hem Âhirette kendi lezzetinden cok ziyÂde belÂlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslÂmiye ile, o genclik nimetine karşı bir şukur olarak, iffet ve nÂmusluluk ve tÂatte sarf etseniz, o genclik mÂnen bÂkî kalacak ve ebedî bir genclik kazanmasına sebep olacak.”1

* Vucûdumuzun maddî-mÂnevî yapısında cereyan eden tasarruflara gelince; onlardan da pek haberdar değiliz. İcimizde, dışımızda, sayılamayacak kadar karmaşık işler donuyor. Bunların hangisinin faaliyetlerini tam olarak kavrayabiliyoruz?

Şu halde, vucudumuza sahiplik dÂvÂsında bulunamayız! Aynı zamanda bizim san'at eserimiz değildir. Ancak, onda mukemmel işler donduğunu biliyoruz. Oyle ise, biri tasarruf etmektedir. Oyle ise, onu hakikî sahibine tevdî etmeliyiz. Oyleyse Onun emri dairesinde, kullanmamız icap etmez mi?

Kendimize ait olmayan, fakat gozetimimize bırakılan “eşyaları”, sahiplerinin istediği tarzda kullanmıyor muyuz? Şu halde; bize emÂnet olarak verilen bedenimiz hakkında, nasıl boylesine keyfemÂyeşÃ‚ (keyfimizin istediği gibi) hareket edebiliriz?

* Coğu zaman farkına varmadan gelen “bel ve musîbet”lere gelince; onlarla da ic iceyiz. Ustelik, ne zenginlik, ne guc-kuvvet, ne şan-şohret, ne de makam-mevki; sığınak, kurtarıcı, kalkan olabiliyor. Her zaman onlarla yuz yuze kalmıyor muyuz? Ve mutemadiyen ruhumuzu rencide edip kanatmıyorlar mı? Buna musaade etmemek de elimizde değil mi?

Formulumuz basit: Sabır ve şukur icerisinde, bel ve musibetlerin gunahlara kefaret, manevî olarak terakkî etmeye vesile olduğunu duşunerek; onları hafifletir ve lezzete donuşturebiliriz. “Aaah!” yerine, “Ohhh!” cekebiliriz.
__________________