O bir kul ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduğunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir guldu; şebnemlerinde, bize rahmetle gulen bir kÂinat sundu, ve ardında guller bırakıp Rabbine dondu. Biliyor, ama hÂl zakkumlar peşinde koşuyorum. Onun dunyama getirdiği guzelliğin de, tum bu guzelliğin onun elciliği ile geldiğinin de farkındayım. Zaten bu yuzden onu anlatmak istiyorum. Fakat surekli gel-gitler ve kac-gocler yaşanan; kÂh onunla minare başına cıkan, kÂh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma cabamı, hem de hÂl hicbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor. Senelerdir duşluyor, aylardır duşunuyor, dokuz haftadır yazmaya calışıyorum. Artık umitsizim. Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden. İcin icin “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum. İcimden coğu kez “Anlatamazsın” cevabı yukseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; golge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.
Onunla aramdaki engelleri gorur gibiyim.
Aramızda, sozgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var. Akıl gozumu, onun uzağındaki on dort asrın dunyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor. Gerci, o asırlar ustu bir haberin elcisiydi; ama benim her frekansa acık kulağım, bu haberi pek iyi secemiyor. Onun nuru tum Âlemi aydınlığa burumuştu; ne var ki, perdelenmiş gozumle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum.
O cok yakınımdayken, ben uzağındayım onun. Calıştığım şu masayı dahi ışık elleriyle kucaklayan guneşe ne denli uzak isem, o kadar uzağındayım. Oysa, o bana guneşten bile yakın. İcimi ışıtıyor. Karanlıkta kalmış duygularım, onun getirdiği hakikatın nuruyla nurlanıyor. Biliyorum ki, “nurlu akıl”ların, “munevver kalb”lerin, “nurlanmış acz”lerin sırrı onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rızk” icin, “gecim” icin, “kendini kanıtlamak” icin, şunun-bunun icin toprağa eğilmiş nefsimin gozu, o semavî kandili goremiyor. Bir gece adamıyım. Nefsim karanlığın getirdiği evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden cıkıp, arasıra, sabah buluşmaları yaşamıyor değilim. Zaman zaman onun nuru şoyle bir dunyama uğruyor. Ne ki, karanlığa alışmış gozum, gunduz guneşiyle kamaşıp yumuluyor. Gozluksuzum de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalın yahut bir ciceğin tacyaprağının ucuna tutunan; guneş doğar doğmaz “nÂr-ı aşk” ile yanıp ışık merdiveniyle sevgili guneşine koşan bir reşha-misal değilim. Onun getirdiği nurun onune cokup latif, şeffaf ve nuranî olmak vardı. Ama hÂl karanlık dehlizlerde iz suruyorum. Sonuk kafa fenerim onumu gormeye yetmiyor lÂkin. Sağa-sola yalpalayıp, aklî ve kalbî yaralar alıyorum.
“Saadet asrı”nı yaşıyor değilim kısacası. Yaralıyım. Onu yanıbaşında hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaşayanlar, “saadet”i yudumlamışlardı her keresinde. Ben elemi de yudumladım. Onu yanıbaşında hissedenlerin asrıydı Asr-ı Saadet. Oysa ben, o saadet guneşine perde ceken asırların en karanlığının ucundayım. “Helaket-felaket asrı” dedikleri cağın cocuğuyum. Ruhum yine de onu arıyor. Kafa fenerim ruhumu celmeliyor. Hazır zamanın gozden ırak olanı gonulden de ırak kılan medeni engizisyonu, kıskacını aklımdan bırakmıyor. Tum anlayışım ustaca gizlenmiş bir engizisyonla şekilleniyor. O yuzden, onunla aynı kelimeleri konuşsam bile, cok farklı şeyler kavrıyorum.
O bir dunyadan soz acmıştı; benim dunyam galiba o dunya değil. Dunyası dunya-otesini de icine alıyordu; ben otesizim. Hayatı olumden sonrasını da kapsıyordu; ben sonrasızım. Gorduğu tum zahirî şeylerin bir de ic yuzu vardı; ben yuzsuzum. Duyguları yedi kat semada kanat cırpmıştı; ben dunyaya mıhlanmışım. O “ayağa can Veren”i konuşmuştu; ben “ayak”ı konuşuyorum. O guzelim hilali Yaratanı anlatmıştı; ben hilale takılı yaşıyorum. Ne de olsa, helÂket-felÂket asrının cocuğuyum. Benim asrımın adı, “Asr-ı Saadet” değil.
Asrımın parıltılı ve karanlık, yoğun ve boş, suslu ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma bictiği elbiseyle dolaşıyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil icimi daraltıyor. Cunku ben sonsuzu ozluyorum; o olumu ve elemi oğretiyor. Aklım oteleri arıyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peşinde koşturuyor —ama “bir”den başlayıp, “sonsuz”a ulaşmadan.
Cokluk icinde dağılmış bir zihnin sahibiyim. Kalbim boluk-porcuk. Nefsim geniş, ruhum dar. Cunku bu asrın cocuğuyum. Seneler boyu onun dersini aldım. O dersle gerceğin tersini aldım.
Oyleyken, ben o sevgili Resul’u anlatamam. İstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadığımı anlatırım. Yahut, tum perdelere ve engellere, tum yetersizliğime ve sığlığıma rağmen, ne kadar anlayabildiğimi anlatırım. Hepsi bu.
Biliyorum, o da insandı. Onun ictiği su, bizim ictiğimiz H2O’ydu. Kokladığı gul, soluduğu hava, seyrettiği guneş, yediği hurma, okşadığı kuzu, ictiği sut, bindiği deve, avucladığı kum, seyre daldığı yıldızlı ve yaldızlı gokyuzu bizimkinin aynıydı. Ona, bize verilmeyen birşey verilmiş değildi. Şeffaftı zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynıyla bize aktarmıştı. Ona verilen bizden alınmış değildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynıyla duruyordu; dunyamıza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akıl, binlerce duygu, el, goz, kulak ve dudak verilmişti. O da bizim gibi Âciz, zayıf, muhtac, ummî, fakir ve caresiz idi. Onu farklı kılan ne başka bir kÂinatta yaşamış oluşuydu; ne de verilmiş imkÂnların farklılığı.
O da bizim ictiğimiz suyu icmişti. Ama bizim boğulduğumuz sulara asla dalmaksızın. Bizim baktığımız manzaraları seyretmişti. Ama bizim gorduğumuzun otesine ulaşarak. Bizim sorduğumuz soruları sordu. Ama ona bizim erişemediğimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardı; ne ki, onun icin gelecek olum anında bitmiyordu. O da calışıp yorulmuştu; ama ne icin, ne adına ve nereye doğru olduğu bilinen bir calışmaydı bu. Ona da hayat verilmişti; ama onun icin hayat “olu olmanın tersi”nden ibaret değildi. Keza, olumun de onun icin ap ayrı bir anlamı vardı.
Sozun kısası, onun yaşadığı dunyadayız. Ona verilmiş kabiliyetlerle yaşıyoruz. Yine de, “dunya”mız onunki ile ortuşmuyor. O uc yuzlu bir dunyadan haber vermişken, biz kuru, sığ ve kof tek yuzlu tanımlara takılıp kalıyoruz. O dunyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanın yolunu oğretmişken, biz “dunyanın oluşumu”na dair, “kozmik fırtına”lı, “merkezkac kuvvet”li, “magma”lı tanımlarla oynaşıyoruz. O guneşi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Cekim alanında dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanıp duruyoruz.
O yağmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeği Rezzak’tan gelen bir “rızık” idi, bize gore “besin maddesi”. Nice şey onun icin “nimet”ti, bizim icin “mal”.
Onunla aramda, gizlisiyle ve acığıyla, işte boylesi engeller bulunuyor.
Gerci Muhammed ismini duymadım değil. Hem de cok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadığımız “mÂnÂ-yı ismî” elbisesini ona da bicerek duydum. Kim miydi? “571’de doğmuş, 632’de olmuş.” Sonra? “Darmadağınık haldeki Arapları, getirdiği dinle bir bayrak altında toplayıp, buyuk bir uygarlığın kurucusu yapmış.” Sonra? “Dunya tarihinde onemli bir yeri olan cok buyuk bir lider?” Sonra?
Asrımın dimağı, coğu kez “sonrasız” kalıyor. Cunku, zamanı duz bir cizgi halinde gorunce, her yeni asrı bir oncekinden ileride sanıyorum. O yuzden, onu, ne kadar buyuk de gorsem, 1400 sene oncesinde goruyorum. Yanısıra, kendimi ve yaşadığım cağı ondan 1400 sene ileride goruyorum. O semadan haber getirmiş olsa dahi, kendi dunyevî nazarımla, onu da bir “dunyalı” gibi goruyorum.
Oysa, zaman duz bir cizgiden ibaret değilse eğer; bu Âleme diğer bir Âlemden gocerek geliyor ve buradan gocunce diğer bir Âleme gidiyor isek, o bizim hayli onumuzde. Bizim henuz gidemediğimiz yere, o 1400 yıl once gitti. Orada, on dort asırdır bizi bekliyor. Gunler gectikce ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaşıyoruz.
Ne var ki, aklım kavrasa bile, nefsim bunu kavramıyor. O hep ardımdaymış gibi yaşıyorum. Neticede, coğu kez dunyama girmiyor bile. Girse de, bin yıllık sislerin ardında, belli-belirsiz gorunuyor. Kendi dar zihnimin ve dunyalı asrımın şablonuyla yorumladığım birisi olarak beliriyor.
Galiba, bircok cağdaşım da bu hali paylaşıyor.
Bu hali yaşadığım icin, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz şaşakalmış durumdayım. Bilhassa o guzelim “risale”yi okuduğum zamanlar, yoğun bir şaşırma sureci yaşıyorum. Cunku, cağdaşım olan “bir insan,” sevgili Resul’u bana beklemediğim bir tasvirle anlatıyor. Yazdığı her bir guzel risaleyi, “Kur’Ân’ın nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklığım icinde ona yakın olmanın sırrını da veriyor. Onu okurken, bu cağda yaşıyor olmanın bir mazeret olmadığını anlıyorum. Dilerse, bu asırda bile olsa, insanın onun yolunu yol edinebileceğini kavrıyorum.
Ama bir şartı da var: asrının mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatırken, “İstersen gel, Asr-ı Saadete, Ceziretu’l-Araba gideriz” diye soze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife başında gorup ziyaret ederiz.” Vazife başında. Yani, doğrudan doğruya. Perdesiz. Bunun icin ise, bazı hazırlıklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyun.” “Zamanın denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.”
Senelerdir, boylesi yolculukları ozluyorum. Gerci ne mimsiz medeniyetin giydirdiği dar ve boğucu elbiseden tam olarak sıyrıldım; ne de tam anlamıyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kılavuzluğunda yapılan kısa kısa yolculuklar dahi, “onunla kÂinat” ile “onsuz kÂinat” arasındaki farkı anlamama yetiyor. Boylesi yolculuklarla anlıyorum: sevgili Peygamber, kÂinatın gozbebeği sanki. Herşey onun bakışıyla anlam kazanıyor. Gecmiş ve gelecek onun getirdiği nur ile aydınlığa kavuşuyor. Onsuz Âlem ise, tam bir karanlık; gri değil, alaca değil, zifirî bir karanlık.
Delili mi?
İslÂmdan once Omer, İslÂmdan sonra Omer... Ebu Bekir ile Ebu Cehil... Cahiliyye ile Asr-ı Saadet...
Benim asrım ise alacakaranlığı temsil ediyor. O yuzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gunduz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henuz gunduz” diye avunuyorum. Zira “ulfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tum kÂinata Rabbi adına bakmış. Tum kÂinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın onderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugunlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı icinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor.
Tıpkı, guneşin doğuşuna ulfet edip alışmam gibi. Guneş her gun doğuyor, gun boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir guzellik sunduğu halde, ulfetim coğu kez guneşe hic baktırmıyor. “Guneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hicbir hikmet, hicbir harika, hicbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtac yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor.
Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de oyle nazar ediyorum. Orulen tum duvarlara, cekilen tum perdelere, taşınan tum sis bulutlarına rağmen bus butun karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hÂl birşeylerin farkına varabiliyorsam, bunun, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu gormezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibime geliyor. O olmasa da, ciceğe “Ne guzel yapılmış” diye bakardım gibime geliyor. Oysa, bugun bir hakikati goruyorsam, aslında onun elciliğiyle goruyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “LÂilaheillallah”ı, o “Muhammedun resulullah” olduğu icin diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hicbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kÂinatın vucudu da anlamsız ve abes kalırdı.
Cunku Rabbimiz kÂinatı yaratmış, sonra, şu kÂinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hukmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kÂinatta gorunen nakışlarla bir Nakkaş’ı, guzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir SÂnii, intizam ve duzenle bir Munazzım’ı gormuş; kendiliğinden, kÂinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Oyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini curuten, yine her biri kendi icinde celişen tabloları, gerceğin oyle olmadığını gosteriyor. Ben, herşeye rağmen, kÂinata bakıp “ne guzel yapılmış” diyebiliyorsam, kÂinata muhatap olmanın usulunu bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tum peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elci ve dellal ve gosterici oluşu sayesinde diyorum. KÂinata bakan; ve icindeki en kucuk sineğin bile cok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgorduğunu goren aklım, “Bunda buyuk bir iş var. Bu boşuna boyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki buyuk sırrı gorebiliyorsa, o oğretici ve gosterici sayesinde gorebiliyor.
Sozgelimi, onunla gelen “Goklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih ederler” mealindeki Âyetle birlikte olduğu gibi. Bu Âyetten, şu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz değilim; cunku boyle bir Âyeti biliyor ve mÂnÂsına itiraz etmiyorum. Haberli de değilim; cunku kendi kafamdaki “yer,” “gokler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayışını tartmadan, ustunkoru kabullenip geciyorum. Halbuki, onun getirdiği boylesi manidar haberlerin gercek kıymetini anlamak icin, Said Nursî beni 1400 yılı aşan bir yolculuğa cağırıyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrında tasavvur ediyorum. Gokte guneş yok. Hatt ay bile yok. Cok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yıldız var sadece. Herkes şu dunyadan gelip gittiğini ap acık goruyor; ama nereden gelip nereye gittiğini goremiyor. Her bir ciceğin nakşını goruyor; o nakışların ne anlama geldiğini goremiyor. Dahası, uc gunde solan birşeyin bu denli guzel oluşuna bir anlam veremiyor. Herşey cehalet ve gaflet perdesi altında. Herşey kor tabiata ve serseri tesadufe emanet edilmiş. Hicbir şey bize konuşmuyor. Veya konuşuyor da, işitilmiyor. Hicbir şey imdadımıza yetişmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlıktan gelip, karanlıkta kalmış sırlarıyla, yine karanlığa donuyor herşey.
İşte oylesi bir karanlığın ortasına, aydınlık yuzlu bir elci, bir haber getiriyor: “Goklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih eder.”
O haberlerle birlikte, sanki duğmeye basılmış gibi, herşey aydınlanıyor. Gecmiş ve geleceği, aydınlık kuşatıyor. Olmuş veya yatmış mevcutlar “Tusebbihu” yahut “Sebbeha” sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor. Ayağa kalkıp zikre başlıyor. Kucucuk cicekler Onun adını fısıldar, koca kureler Onun adını haykırır bir hal alıyorlar. Kuşlar dilleniyor, ağaclar dilleniyor, zerreler ve yıldızlar dilleniyor. “Tusebbihu” sadasıyla, Âdeta, işitenin nazarında, gokyuzu bir ağız ve butun yıldızlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini burunuyor. Yeryuzu bir baş, denizler ve karalar birer dil, butun hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alıyor.
Kur’Ân’a muhatap olduğumda, Resulullah’a bildirilen boylesi nice hakikatin farkına varıyorum. Onun getirdiği Kur’Ân’ın nuruyla bakarak “varlık” diyegeldiğim şeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak gorur hale geliyorum. Herşey Onu bildiriyor: guneş ve doğuşu, ay ve guneşin ışığını yansıtışı, gece ve ustumuze yorgan oluşu, gunduz ve hayatımıza beşik oluşu, gokyuzu ve ustumuzde duruşu, dağlar ve hazineli direkler gibi dikilişi... Yahut yerde biten ekinler, gokte ucuşan kuşlar, denizde yuzen balıklar... Yahut deve, inek, orumcek, sivrisinek, arı, karınca... Yahut duşen bir yaprak, catlayan bir taş... Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiği nur ile, benim icin karanlığını ve katılığını yitiriyor. Her biri suslu, hikmetli, doğrudan Onu bildiren birer mektuba donuşuyor. Dunyamın o nurla ne denli aydınlandığını , o nurun olmadığı bir dunyanın ise ne denli karanlıklı olduğunu boylece daha bir anlıyorum. Said Nursî, “...getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dunyamı tenvir ettiği gibi, herkesin dunyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boşuna demiyormuş meğer.
Cunku, o sevgili Resul, getirdiği vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacağım bir Âlemden işaretler sunuyor. Kendisine vucud verilmiş Âciz, zayıf, fani biriyim ben. Yaratılmışım. Neyim varsa verilmiş; hicbiri mutlak değil. İradem cuz’î. İktidarım kısıtlı. Gozumun gormesi, kulağımın duyması, aklımın kavraması, bir yere kadar. Oteleri, şu kÂinatın dışını kavrayamıyor. Şu kÂinatı bile tamı tamına kavrayamıyor. Ama Kur’Ân, beni ve kÂinatı yaratan Rabbimin kelamı olarak, bana kÂinatın ardında, işgoren bir Fail’i bildiriyor. Mulk Âlemine nazar eden akıl gozume, melekûtu bildiriyor. Şehadet Âleminden, gayb Âlemini haber veren şahitler getiriyor. Golgeden asıla, perdeden pencereye sevkediyor. Cunku, kÂinatı yorumlayışı o kadar acık, o kadar net ve tutarlı ki… Âdeta “Kur’an’ın icinde oyle bir goz var ki, butun kÂinatı gorur, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kÂinatı goz onunde tutar, tabakatını ve Âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkÂrı nasıl saatini cevirir, acar, gosterir, tarif eder. Kur’Ân dahi, elinde kÂinatı tutmuş, oyle yapıyor.”
Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kÂinatımdan haber veren Rabbimin kelamının rehberliğinde baktığımda, kÂinatın rengi değişiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlık gorunen yerlerde bile aydınlık izler buluyorum. Kesif şeyler saydamlaşıyor. Mikroptan kuyrukluyıldıza, sanki beni altetmeye hazır halde bekliyor gorduğum tum mevcutlar birer kardeş, birer dost halini alıyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. İc dunyalarını bana acıyorlar. Suslu zarflarını acıp, birer mektup olarak dunyama geliyorlar. Tum Âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elci oluyorlar.
Sanırım, herşey, onun nuru ile bu yuzden alÂkadar. Cunku o, Rabbinin nurunu goruyor ve gosteriyor. Anlıyor ve anlatıyor. Tanıyor ve tanıtıyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gonderdiği nura ayna olduğu gibi, mahlukların ettiği zikir, dua ve tesbihlerin de aynası oluyor. Tum kÂinatı barındıran kalb gozbebeği ile, butun yaratılmışların ibadetlerini, kendi namına, celÂl ve cemal sahibi Mabud-u ZulcelÂle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, butun mevcutları kendi hesabına soylettiriyor.
Duasında ve tesbihatında, bunu acıkca goruyorum. Butun hayatında, ve hayatının butun anlarında buna dair deliller goruyorum. MeselÂ, bir gunun bitiminde “gozu uyur, kalbi uyumaz” halde yatağa uzanırken, “Allah’ım” diye sesleniyor: “Gokleri ve yeri idare eden, Arş-ı Azîme malik olan, bizi ve herşeyi kumanda eden, daneyi ve cekirdeği yarıp patlatan, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’Ân’ı indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, BÂtın Sensin.” Bir sure sonra uyanıyor. Her uyanışı kucuk bir haşir orneği olarak sunarcasına, “Oldukten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yatağından kalkıyor. Kuddus olan Rabbine ibadet etmek uzere, abdest alıp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pÂk bir yuzle cıkmanın zeminini hazırlıyor. Ardından, dışarı cıkıyor. Gecenin ıssızlığında, goğun kandilli yuzunu seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkur halinde, Kur’Ân’ı terennum ediyor. “Gercekten goklerin ve yerin yaratılmasında ve gunun ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri icin Âyetler vardır” mealindeki Âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken, Allah’ı zikredip goklerin ve yerin yaratılışı uzerine duşunerek, ’Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.” Teheccude duruyor. Ağlıyor. Hz. Bilal sabah namazına cağırmak uzere geliyor. Gorunce, “Ya Rasulallah, nicin ağlıyorsun?” diyor. O cevaplıyor: “Allah bana şu Âyeti indirdikten sonra, artık nasıl ağlamam?”
Sonra, bircok gununde, gunduz vakti Ebu Talha’nın guzel sular ve ciceklerle suslu hurmalığına uzanıyor. Hurma ağaclarının geniş yaprakları altında, tenezzuhe cekiliyor; Rabbini tefekkur ve tezekkur ediyor. Mescidde yahut başka bir yerde, ashabıyla Rabbini konuşuyor. Yakınlarından, kendine yazık ederek kufurde kalmış birisinin cenazesi geciyor. Soruyorlar: “Buna da ayağa kalkacak mıyız?” Cevaben, “Evet” diyor, “kÂfir cenazesine de kalkınız. Cunku siz o kÂfir cenazesine kalkmıyorsunuz. Belki beşerin ruhlarını kabzeden Cenab-ı Hakka tazim ederek kalkıyorsunuz.” Belki de, az bir sure sonra yağmur başlıyor. İhramını sıyırıp, goğsunu yağmura acıyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu nicin yaptın?” “Her an, lÂilaheillallah diyerek, imanınızı yenileyin” sozunun sahibi bir elci olarak cevaplıyor: “Bu, Rabbimizin henuz yarattığı birşeydir de onun icin.” Bir diğer yağmur esnasında, yağmura karşı iki ayrı bakış acısını ders veriyor. Bize “mÂnÂ-yı ismî” ve “mÂnÂ-ı harfî”yi oğretiyor: “... Her kim Allah’ın fazl ve rahmeti ile uzerimize yağmur yağdı dedi ise...” “...Her kim de falan ve falanın nev’i ile uzerimize yağmur yağdı dedi ise...” RuzgÂr esmeye başlıyor. RuzgÂra, “mÂnÂ-yı harfî” ile, onu Yaratan adına bakmanın en guzel dersini veriyor. “RuzgÂr,” diyor, “Allah’ın verdiği bir rahatlıktır. GÂh rahmet getirir, gÂh azab.” O halde ne yapmalı? “Koptuğunu gorunce, getirdiği hayrı Allah’tan dileyin. Getirdiği şerden de Allah’a sığının.”
Ve secdeye kapanıyor. Ubudiyetin belki en puruzsuz tezahuru olan ve Resul-i Ekrem’in coğu kez ashabına “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun sure kaldığı secdede, kimi zaman, şu guzelim kelimeleri fısıldıyor: “Yuzum, kendisini yaratıp şekillendirene, kulağını ve gozunu acana secdededir. Ahsenu’l-hÂlıkîn olan Allah’ın şanı ne yucedir!”
Her bir anında gorunen, her bir haline yansıyan, her bir sozuyle taşınan bir iman ve ubudiyet orneği sunuyor sevgili Resul. Kendi hayatıyla, getirdiği nurun bir hayatı nasıl nurla doldurduğuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatın ve kÂinatın nasıl da değişiverdiğinin en mukemmel orneğini arzediyor. Onun hayatına bakarken, yanıbaşındaki ashabının onun getirdiği nurla hayatlanmış hayatlarına bakarken, “ZÂt-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla Âlemin şekli değişti” sozunun daha bir farkına varıyorum.
MeselÂ, “dunyanın uc yuzu”nu, onun getirdiği nurla goruyorum. Cunku o hem dunyanın, eğer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, gecici, faydasız ve aldatıcı olduğunu oğretiyor; hem Rabbi adına bakılırsa, “Âhiretin tarlası” olduğunu oğretiyor; hem de onda cilvesi gorunen fiillerle Rabbimizin isim ve sıfatlarını oğretiyor.
Onun “dunya” haberlerinin ozunu, ancak bu uc yuzle birlikte kavrıyorum. Aslında ben tek yuzlu sayılırım. Nefsim ve ona bağımlı duygularım tek bir yuzde takılmış. Hep dunyanın fani yuzune baktırıyor. O yuzde şartlandırıyor. Sonunda, sanki dunya bu yuzden ibaretmiş gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sozlerine de bu “yuz”den anlamlar biciyorum. Kendi telÂkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceğim yerde, onun sozunu kendi kafama uyduruyorum. Sozgelimi, para-pul peşinde durmaksızın koşturmamın mazereti olarak, “Hic olmeyecekmiş gibi dunya icin, yarın olecekmiş gibi Âhiret icin calışın” hadisini anıyorum. Evet, oyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladığımı demiyor. Âhiret icin calışmayı tavsiye ederken, “Hic olmeyecekmiş gibi” diyor. Cunku, onun nazarıyla bakınca biliyorum: Dunyanın Âhirete ve esma-i husnaya bakan yuzunde, olum zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dunyaya dunya namına muhatap olup, Âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluşundan gaflet ettiğimde ise, “yarın olecekmişim gibi”yi hatırlamam gerekiyor. TÂ ki, olumu hatırlayıp, beka yerinin burası olmadığını duşuneyim. Bekayı istiyorsam, BÂkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan Âhirete gore yaşamam gerektiğini duşuneyim. Şu dunyada iken Rabbimin bÂki ve sonsuz isimlerine goturecek izlere erişeyim.
“Dunyada ya bir yabancı veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dunyasından gelip gecişi ders veriyor. “Benimle bu dunyanın misali, sıcak bir yaz gununde bir ağac altında golgelenip, sonra bırakıp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda soyluyor. Belki yine bu yuzden, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran olumu cok zikrediniz” diyor. Bu yuzden, arasıra kabristanı ziyaret ediyor. Bu yuzden “Olmek icin tevellud edip dunyaya gelirsiniz, harab olmak icin binalar yaparsınız” haberini veriyor.
Onun getirdiği nur, dunyanın hem bu fani yuzunu apacık gosteriyor, hem de şu fani dunyada Onun esmasının tecellilerini gorup baki bir Âleme liyakat kazanmanın yolunu oğretiyor. Bu uğurda, gerci ne atom-altı parcacıklardan soz ediyor, ne de Saturn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kÂinat, maddesi itibarıyla değil, taşıdığı mÂn itibarıyla değişip genişliyor. O nurla bakılınca, mahlukata artık mahlukat hesabına bakılmıyor. Kesret artık vahdeti bildiriyor. Cokluk Bir’e bakıyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ı Husnaya bırakıyor. Tabiat istifa ve ıstıfa ediyor, “Âdetullah”a donuşuyor.
Cunku, getirdiği nur, sebep olunan şey, yani musebbeb ile sebebin arasını acıyor. Uzaktan bakınca goğu dağa bitişik zanneden bir gozun sahibiyim. Akıl gozum, aynı şekilde, onun gibi, sonucu sebebe bağlı zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratılışını goremeyip, sonucu sebebin yaptığına hukmediyor.
Oysa onun getirdiği nur ile, “esbab”ın sultanı olan insana zor sorular sunuluyor:
“Soyleyin bakalım! Ektiğiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? İsteseydik...”
“Soyleyin bakalım! İctiğiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? İsteseydik...”
“Soyleyin bakalım! Tutuşturduğunuz ateşin ağacını siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…”
Boylesi ikazlar eşliğinde, şartlanmaları aşıyorum. Sonucu sebebin elinden alıyorum. İkisini birden Rabbimin esmasına teslim ediyorum.
Nasıl etmem ki? Mahlukatın en şereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sık “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki...” dedikten sonra? Butun nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, şu yazı bile doğamıyor.
“Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ı Saadeti gezerken, onun hayatından, “sebebin tesirden azl”ine dair mukemmel ornekler buluyorum. Ap acık mucizelere muhatap oluyorum. MeselÂ, ordunun su arar hale geldiği zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarından musluk gibi sular akıyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mubarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artışı ise Allah’tandır.” Bir başka seferde, yine susuzluk cekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alıp goturmekte olan bir kadının kırbasından su alınıyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kırbaya boşaltıyor. Tum ordu, bereketlenen o az suyla tum kap-kacağını dolduruyor. O ise, kadına hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su icirdi.”
Bu sırrı bir daha ders vermek icin, “Nalın tasması gibi en adi birşeye bile muhtac olduğunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatıyla belgeliyor. Diğer tum mahlukların hayatını da şahit gosteriyor. MeselÂ, kuşları delil getiriyor. “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkul etseydiniz, kuşu rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı” diyor. “Kuş sabah ac gider, akşam tok doner.”
Diğer bir kuş, başka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuşla yanına geliyor. Anne kuş da, ansızın gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atıyor. Yavrusunu kurtarmaya cabalıyor. Herkes hayret icindeyken, o, “Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldınız, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuşun yavrusuna gosterdiği merhametten daha fazla merhamet eder.”
Bu orneğin ışığında, kendimde ve sair mahluklarda gorunen cuz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasını tanıma dersi alıyorum. Sozgelimi, az onceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine şahit oluyorum. Onun gibi, nerede cuz’î bir ilim alÂmeti gorsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiş cuz’î irademle Murid ismini, cuz’î iktidarımla Kadîr ismini, cuz’î malikiyetimle MÂlik ve Melik ismini tanıyorum.
Bundan da ote, muazzam bir sırrın daha farkına varıyorum. Anlıyorum ki, o “acziyeti icinde sultan”dı. Âcizliğini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yuzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ın dergÂhından yardım talep ediyor. Fakrını doruk noktada hissediyor. O yuzden Ganiyy-i Mutlak’ın mutlak ve hudutsuz hazinesi onune acılıyor. Bir ummi olarak, hicbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sırlar, ona bildiriliyor.
Bu acz ve fakr tavrı, hayatının her adımında gozumuze gorunuyor. MeselÂ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak soylenmeye başlıyor: “Tuhaf şey, peygamber olduğunu iddia eder, gokten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor. “ Kızmıyor, kızarmıyor, uzulmuyor. “Aslında iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakışan izahlara girişmiyor. Kulluğundan, ve bir kul olarak acizliğinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlıkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki...”
Diğer bir devesini, bir seferde bir bedevi geciyor. Ashab uzuluyor. Onun devesi hep en onde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ın ileri goturduğunu geri bırakacak yok” diyor. “Geri bıraktığını da ileri goturecek yok. Vermediğini verecek yok. Verdiğine mani olacak yok.” Başka bir vesileyle, “Allah’ım, Senin gucun yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. Gucsuzluğunu Kadîr-i Mutlak’ı tanımanın; bilmeyişini Alîm-i Mutlak’ı bilmenin vasıtası kılıyor. Yağmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Uzerimize rahmeti yağdır” buyuruyor. Yağmur geldiğinde ise, yine Ona yoneliyor: “Allah’ın herşeye kÂdir olduğuna, kendimin de Onun kulu ve resulu olduğuna şehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanın usulunu veriyor. Getirdiği nuru goremeyenler tarafından Taif’te taşlanıyor. Rabbine donuyor. “Allah’ım, insanlar karşısındaki zayıflığımı, gucsuzluğumu ve caresizliğimi sana soyluyorum. Ey erhamurrahimîn, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tum karanlıkları aydınlatan, ve bu dunyayı da, ahireti de duzene sokan Nuruna sığınıyorum. Dilediğine yardım etmek Senin elindedir. Senden başka Kadîr ve Kaviyyu’l-metîn yoktur.”
Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanın aczini, ve de tum mahlukatın aczini bildiği icin, her daim yalnız Ona dayanıyor kısacası. Ondan istiyor. Ona dua ediyor.
İnsana verilmiş acz, zaaf, fakr gibi vasıfların getirdiği nurla nasıl da nurlandığını gormem, bu sayede, hic de zor olmuyor. Gerci, akıl ve kalbimin onunde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediğim kadar perdeli olayım, bunu rahatca goruyorum. Cunku, guneş gibi, ap acık ortada duruyor. O zaafını, aczini ve fakrını en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan munezzeh Rabbine, tum isimleri ile yoneliyor. En ziyade muhtacımız, en cok isteyenimiz de o. Gorduğu tum guzelliklerin perdesiz devamını, yani bekasını istiyor. Kendine ve ummetine, başlayıp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tum mevcutların aynalarında guzelliklerini gosteren butun ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor. Bu sırrı gorunce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadır”ı da anlıyorum. Onun muazzam duası ile, acz ve fakrımız, zaaf ve ihtiyacımız nurlanıyor. Kalb ve akıl nurlanıyor. O nurlanmanın icerdiği dua ve niyaz ile, insan nazlı bir sultan, nazenin bir halife halini alıyor.”O nur olmazsa, kÂinat da, insan da, hatta herşey dahi hice iner”di zaten.
Uc ayrı “yuz”de, Rabbini esmasıyla tanıyıp tanıtıyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yoneliyor. Her bir isme de, tum kainatı arkasına alarak, yani tum kainatın o isme ettiği şahitliği ozumseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonucta, “Allah’ım” diyor, “Sana esmanın hepsiyle niyaz ederim.” Cevşen’inde bunu oğretiyor.Her gunku tesbihatında, her bir anında bunu oğretiyor. MeselÂ, teheccude kalkıyor. Namazını kılıyor, dua ediyor. Duası icinde hamd ve niyaz ediyor. Butun guzel isimlerin, butun kemal sıfatların sahibi olarak, Halikını ovuyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin icindir. Sen, goklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Mudebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin icindir. Sen, goklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Nurusun.” Hamd ve niyazını surduruyor: “Yine her hamd Senin icindir. Sen goklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Malikisin.”
Yahut, “İlahi” diyor, “yalnız Sana hamdolsun ki, goklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnız sana hamdolsun ki, gokleri, yerleri gorup gozetmekten gafil olmayan Kayyum Sensin. Yalnız Sana hamdolsun ki, goklerin, yerlerin ve iclerinde olanların Rabbi yalnız Sensin.”
Bu sırdandır ki, ondan aldığı dersle Hz. Âişe, Rabbine şoyle yoneliyor: “Rabbim, Esma-i Husnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz butun isimlerinle Sana munacat ederim. Her vechiyle buyuklerin buyuğu olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiği icin hic eksilmeyen tebessumuyle, “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.
Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. MeselÂ, kalblerin iman ve ubudiyete acılmasına mani perdeleri fethedip acmak uzere bir gazveye cıkıyor. İlgili yere vardığında, “Allah’ım” diyor, “goklerin ve golgeledikleri şeylerin Rabbi; yerlerin ve yuklendikleri şeylerin Rabbi; şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi; ruzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi! Senden bu koyun hayrını, halkının hayrını ve icinde bulunanların hayrını isteriz. Koyun şerrinden, halkının şerrinden ve icinde bulunanların şerrinden Sana sığınırız.” Sefer donuşunde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine şukrederek, “Bir tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, onun ortağı yoktur” diyor. “Mulk Onundur, hamd Onadır, O herşeye kadirdir. Biz donenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.”
Mağfireti icin, affı icin yalnız Rabbine yoneliyor. “Cunku GaffÂr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden başka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum... gunahlarımı toptan mağfiret et. Zira Senden başka gunahları mağfiret edecek yoktur. Bir de beni en guzel ahlÂka sevket, bana en guzel ahlÂkı gosterecek senden başkası yoktur. Beni ahlÂkın kotulerinden gecir. Beni kotu ahlÂktan gecirecek Senden başkası yoktur...”
Geleceğe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yoneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkımda hayırlısını bildiğin icin, Senden hayırlısını dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sığınıyor. “Ve Senin kudretin yetiştiğinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.”
Boylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu oğretiyor. “AhlÂk-ı ilahiye ile ahlÂklanınız” nebevî dusturunu yaşamanın yolunu hayatıyla gosteriyor. Boylece anlıyorum; “ahlÂklanma”nın ozu, onun cok kez ifade buyurduğu şu bir cumleye bağlı: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sırrın talimiyle anlıyorum; ahlÂklanmanın ozu, kendi nihayetsiz aczimi gorup, Kadîr-i Mutlak’ın nihayetsiz kudretine sığınmamda saklı. Fakrımı bilip, onun sonsuz rahmetine sığınmamda saklı. Kusurumu gorup, Cemil-i Zulkemal’in cemal ve kemaline sığınmamda saklı.
Cunku sevgili Peygamberim oyle yapıyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyacla yoğrulmuş insanlığımı, butun isimler kendisinin olan Allah’a kulluğun temeli ve harcı yapıyor. Sonra “Rabbim bana edebi guzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş” diyor. Bunca yolculuğun ardından, ben de buna şehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en guzel surette edeblendirmiş. Zira, benim coğu kez yaptığımın aksini yapıyor. Bana, Âcizliğimi iyice gorduğu anlarda Rabbime donup, isteğim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlışlığını gosteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de şahidi bunun: “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir.”
Fiil, hal ve sozleri, ondaki edebin gercekten Rabbinden geldiğinin delilleri. MeselÂ, dağınık haldeki sacını duzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, nicin?” Cevaplıyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir işini tek sayılar ile bitirmeyi seviyor. Suyu uc yudumda iciyor. Tesbihatını otuzuc kez tekrarlıyor. Bir eve girmeden uc kez sesleniyor. Ruku ve secdede Rabbini uc, beş, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gununu vitrle, yani tek rekatlı bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleşiniz” diyor; hediye vermenin en eşsiz orneğini hayatıyla arzediyor. Cunku “Allah Muhsindir, ihsanı sever.” Hem, “Temizlik imandandır” buyuruyor. Boylece Allah’ın Kuddus olduğunu bilip bildiriyor. Kendisine karşı işlenmiş kusurları affediyor. Allah Gafurdur cunku, affetmeyi sever. Adaletle hukmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kılıc ceken Mekke’nin fakirlerni doyurup giydirecek kadar merhamet gosteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandır, merhameti sever. HannÂndır, şefkati sever.
Bu olcuyu anlamamla birlikte, onun Sunnet-i Seniyyesinin kendi hayatım icin onemini kavrar gibi oluyorum. İlk okuduğumda abartılı gelen bir hukmun hikmetini de şimdi bir nebze anlıyorum. Beni Resulullah hakkındaki peşin hukumlerimden kurtaran, bana onu tanıtıp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Husna’nın cilvelerinin “şeriat ve sunnet-i seniyyenin ahkamları icinde intişar” edip gorunduğunu yazıyordu. Şimdi şimdi gercekten oyle olduğunu anlıyorum. Anlıyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sozu, Onun esmasına ulaşarak sonlanıyor.
Sunneti ile, kÂinat cumlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sunneti olmayınca, cumle eksik kalıyor. Tamamlanmıyor. Dahası, bir cumle ancak tamamlanınca cumle haline geldiğine gore, anlamsızlaşıyor.
Tum bunları gordum ya, onun sunnetine revan olayım istiyorum artık. Onun sunnetine gore yaşayıp, Rabbimi onunla tanımak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiği Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun icin, onun da seveceği bir hayat yaşamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine cıkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuşmak istiyorum.
İstiyorum; cunku o da istemişti. Ve isteyene, istediği verilmişti.
Metin KARABAŞOĞLU
__________________
benimle onun farkı uzun ama değer
Dini Bilgiler0 Mesaj
●21 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- benimle onun farkı uzun ama değer