“Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl! İyiliği emret, kotulukten vazgecirmeye calış! Başına gelenlere sabret! Doğrusu bunlar, azmedilmesi îcĂ‚b eden işlerdendir.” (Lokman, 17)
[Bu nasihatiyle Lokman Hakîm, AllĂ‚h’ın farz kıldığı cok muhim ameller olan; namaz, iyiliği tavsiye edip kotulukten sakındırma ve sabra dikkat cekmektedir.
NAMAZ; dînin direği, mu’mi**nin mîrĂ‚cıdır. Vazgecilmez bir kulluk vazifesidir. Duşmanla mu*hĂ‚*rebe esnĂ‚sın*da dahî terk edilemez.
Namaza devam etmek kadar, namazı tĂ‚dil-i erkĂ‚na riĂ‚yet ederek hu*şû ile kılmak da son derece muhimdir. Zira makbul bir namaz, kalp ve beden Ă‚hengi icinde, duygu derinliği ile kılınan namazdır. Nitekim Rabbimiz şoyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki (şu) mu’min*ler felĂ‚h bulmuştur (ebedî kurtuluşa ermiştir): Onlar ki, namazlarında huşû icindedirler.” (el-Mu’minûn, 1-2)
SahĂ‚beden Abdullah bin Şıhhîr (r.a.), Peygamber Efendimiz’in namazdaki huşû hĂ‚lini şoyle anlatmaktadır:
“Bir keresinde Rasûlullah (s.a.)’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı goğsunden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû DĂ‚vûd, SalĂ‚t, 158)
Namaz, Mîrac’da farz kılındı. Allah Rasûlu’nun namazı da dĂ‚imĂ‚ bir Mîrac hĂ‚linde, yani CenĂ‚b-ı Hak ile tĂ‚rifsiz bir vuslat mĂ‚hiyetinde idi. “Na*mazı benden gorduğunuz gibi kılın…”1 buyuran Efendimiz (s.a.), bu tĂ‚limĂ‚tıyla biz ummetine de Mîrac vasfında namazlar kılmayı emretmiş olmaktadır.
Yine Efendimiz (s.a.) namazın kalbî cihetini;
“…Namaz, huşû duymak, tevĂ‚zû ve tezellul gostermektir…” şeklinde tĂ‚rif buyurmuştur.2 Demek ki mu’min, namazda Âlemlerin Rabbi’nin huzûruna durduğunun farkında olmalı, O’ndan gayrısıyla alĂ‚kasını kesmeli, kendi hicliğini idrĂ‚k ederek buyuk bir tevĂ‚zû, mahviyet, tĂ‚zîm, huşû ve ilticĂ‚ hĂ‚linde bulunmaya dikkat etmelidir. Kendisinin zayıf, hakir ve Ă‚ciz bir varlık olduğunu ve her nesi varsa hepsinin CenĂ‚b-ı Hakk’ın bir lûtfu olduğunu îtirĂ‚f duygularıyla rukû ve secdeye var*malı, secdede Ă‚deta benliğini yerle bir ederek Hak’ta fĂ‚nî olmalıdır. Namazı, CenĂ‚b-ı Hakk’ın huzûruna cıkmakla şereflenmek ve ilĂ‚hî feyizlere nĂ‚il olmak iştiyĂ‚kıyla edĂ‚ etmelidir.
Ayrıca kendimizi tamamen namaza vermek, namazdaki tekbirlerin, tesbihĂ‚tın, okunan duĂ‚ ve Ă‚yetlerin mĂ‚nĂ‚ iklîmine girmeye gayret etmek ve boylece bu muhim ibadeti duygu derinliği icinde ve bir Mîrac heyecanıyla edĂ‚ etmek gerekir. Namazla boylesine bir butunleşmenin misĂ‚li sadedinde, Mîrac’da tecellî etmiş olan TahiyyĂ‚t’ın namazda okunma Ă‚dĂ‚bına dĂ‚ir bir olcuyu, Es’ad Erbilî Hazretleri şoyle ifĂ‚de eder:
“Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in (Mîrac’*da) Allah TeĂ‚lĂ‚’ya arz ve tak*dîm etmiş olduğu tĂ‚zîmi, yani TahiyyĂ‚t’ı, na*maz kılan kişi kendi hesĂ‚bına (yani kendi adına bizzat CenĂ‚b-ı Hakk’a) tak*dîm etmelidir. (Kendisini dışta tutarak) başkasının sozunu (veya bir hĂ‚diseyi) naklediyor gibi okumamalıdır. (TahiyyĂ‚t’ın mĂ‚nĂ‚sıyla butunleşerek Mîrac’daki o tecellîleri Ă‚deta kendisi yaşarcasına okumalıdır.) CenĂ‚b-ı Hakk’ın (mukĂ‚beleten) Efendimiz’e buyurmuş olduğu selĂ‚mı, Peygamber Efendi*miz’in de ilĂ‚hî selĂ‚ma verdiği cevĂ‚bı ve CebrĂ‚îl (a.s.)’ın ke*lime-i şehĂ‚detini hep kendi tarafından (kendisi adına) okumalıdır.”3
Namazı yuksek bir kalbî rikkatle îfĂ‚ eden Hak Ă‚şıklarının bu ibadetten aldıkları mĂ‚nevî zevki MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri şoyle ifĂ‚de eder:
“Oyle bir abdest al ki, hic bozulmasın. Oyle bir namaz kıl ki, hic bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez; beş yuz bin vakit ister. Gercek Ă‚şık, vuslatın bitmesini hic ister mi?”
Bizim de bu vuslat lezzetinden bol bol istifĂ‚de etmemiz icin CenĂ‚b-ı Hak insanın beden yapısını, secde etmeye en elverişli şekilde yaratmış ve Yuce ZĂ‚t’ına yakınlığa vesîle olacak keyfiyette secde etmemizi emretmiştir.
Rabbimiz, lĂ‚yıkıyla edĂ‚ edilen bir namaza dĂ‚ir şoyle buyurmaktadır:
“...Namazı (dosdoğru) kıl! (KĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da kılınan) namaz, fahşĂ‚dan (hayĂ‚sızlık, edepsizlik, fuhşiyattan) ve munkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvîb etmediği her şeyden insanı) alıkoyar...” (el-Ankebût, 45)
Dolayısıyla dosdoğru kılınmış makbul bir namaz, kotuluk ve hayĂ‚*sızlıktan uzak duran kimsenin kıldığı namazdır. Namazın kişiyi kotuluklerden alıkoyması ise; bu ibadet esnĂ‚sında fiilen idrĂ‚k edilen kulluk şuurunun, namazdan sonra da devam ettirilmesine bağlıdır. Eğer bir kimse hem namaz kılıyor hem de hak-hukuk ciğneyip AllĂ‚h’ı gazaplandıracak curumlere devam ediyorsa, o, gercek mĂ‚nĂ‚da namaz kılmıyor demektir. Namazı boyle gĂ‚filĂ‚ne kılanlar hakkında Yuce Rabbimiz:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar!” (el-MĂ‚ûn, 4-5) buyurmaktadır.
Lokman Hakîm’in nasihatinde ikinci olarak dikkat cektiği EMR Bİ’L-MA‘RÛF, NEHY ANİ’L-MUN*KER, yani dînin iyi ve guzel gorduğu şeyleri tavsiye edip buna mukĂ‚bil kotulukten, gunahlardan, şer ve bĂ‚tıldan men etmeye calışmak da, her mu’minin aslî vazifelerindendir.
MĂ‚nen belli bir olgunluğa ulaşmış olan butun sĂ‚lih mu’minler, sırf kendi kurtuluşlarıyla yetinmeyip etraflarında kurtaracak başka ruhlar ararlar. Zira kendi kurtuluşlarının, başkalarının da kurtuluşu icin gayret etmekten gectiğinin idrĂ‚ki icinde yaşarlar. Bu vazifeyi, en tabiî bir îman mes’ûliyeti olarak gorurler.
Diğer taraftan, CenĂ‚b-ı Hakk’ın kendisine lûtfettiği -başta îman ve Kur’Ă‚n olmak uzere- butun nîmetleri onlardan mahrum bulunanlara ulaştırmaya calışmak, kulun Rabbine en guzel bir şukur ifĂ‚desidir.
Fakat Es’ad Erbilî Hazretleri’nin de ifĂ‚de buyurduğu uzere;
“Şu*kur sadece «YĂ‚ Rabbi, Sana şukurler olsun!» demek de*ğildir. BilĂ‚kis AllĂ‚h’ın kendisine lûtfettiği (goz, kulak, dil, kalp, akıl, sağlık ve hayat başta olma uzere) butun nîmetleri yaratılış maksadı istikĂ‚metinde kullanmak demektir. Bununla birlikte şukrun en makbulu ise sĂ‚rî olan, yani din kardeşlerine fayda veren (hizmetler ve ictimĂ‚î

Hakkı ve hayrı tavsiye edip şer ve bĂ‚tıldan sakındırmaya calışma hizmeti de ictimĂ‚î ibadetlerin en başında gelmektedir. Fakat bu hizmeti îfĂ‚ edecek mu’minlerin, şahsiyet, karakter, hĂ‚l ve davranışları itibĂ‚riyle İslĂ‚m’ı temsil edebilecek keyfiyette olmaları, yani İslĂ‚m’ı evvelĂ‚ yaşayışlarıyla sergilemeleri şarttır. Nitekim MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri de:
“HĂ‚l ile oğut veren, sozle oğut verenden iyidir.” buyurarak tebliğ ve irşad hizmetlerindeki tesir bereketinin sırrını hulĂ‚sa etmiştir.
Lokman Hakîm’in nasihatinde son olarak dikkat cektiği SABIR mevzuuna gelince; Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de uzerinde en cok durulan hususlardan biri olan sabır, değişen acı-tatlı şartlar karşısında kalbî muvĂ‚zeneyi bozmamak, kulluk dengesini ve gayretini muhafaza etmektir. Hastalık, fakirlik, felĂ‚ket ve musîbetlerle, bilhassa dînin tebliği ve gĂ‚fillerin îkĂ‚zı sırasında karşılaşılan eziyetlere Allah icin katlanmak; kulunu bunlarla imtihan eden Allah TeĂ‚lĂ‚’nın rızĂ‚sını celbeder. Boyle durumlarda mu’min, dĂ‚imĂ‚ peygamberlerin yaşadıkları ağır imtihanları, gectikleri cile cemberlerini duşunerek kalbî muvĂ‚zenesini korumalı, azim ve gayretini tazelemelidir.
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, peygamberlerin en muhim vazifesi olan tebliğ ve irşĂ‚dın ne buyuk bir sabır işi olduğunu ifĂ‚de sadedinde:
“BelĂ‚lardan coğu peygamberlere gelir. Cunku ham adamları yola getirmek, zaten (başlı başına bir) belĂ‚dır.” buyurmuştur.
Fakat yine MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, bu gibi iptilĂ‚*lara sabırla tahammul gostermenin insana ka-zan*dır*dığı kemĂ‚lĂ‚tı ifĂ‚de sadedinde de:
“Gulun dikene katlanması, onu guzel kokulu yaptı.” buyurmuştur.
Zira gul, dikene tahammulu sĂ‚yesinde terbiye ve tezkiye olur. Mu’minin mĂ‚nevî terakkîsinin en muhim şartı da sabır suzgecinden gecmek, yani Allah yolunda başına gelen sıkıntılara Ă‚hiretteki mukĂ‚fĂ‚tını duşunerek sabırla katlanmaktır. ŞikĂ‚yeti, isyĂ‚nı, sızlanmayı bir kenara bırakmaktır.
Ote yandan insanı Ă‚ciz bırakan musîbetlere, fakr u zarûrete sabır kadar; nefsi palazlandırıp azgınlığa surukleyebilecek olan zenginlik, genclik, sıhhat ve rahatlığa karşı sabır da cok muhimdir. HattĂ‚ bu durumda, nefis daha kuvvetli olduğundan, onun azgın ihtiraslarına set cekebilmek ve gunahların şiddetli cĂ‚zibesi karşısında onu dizginleyebilmek; nefsin zayıf olduğu fakirlik, hastalık veya ihtiyarlık hĂ‚llerine kıyasla cok daha zordur. Dolayısıyla mu’min, hangi şartlar altında olursa olsun, nezih bir takvĂ‚ hayatı yaşama irĂ‚desini sabırla muhĂ‚faza etmelidir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Mide (fazla) dolarsa, tefekkur uykuya dalar. ÂzĂ‚lar da ibadetten geri kalır!”
[Tasavvufta nefsi terbiye edip rûhu inkişĂ‚f ettirme yoluna girebilmenin en muhim dusturlarından ucu;
1) Az yemek,
2) Az uyumak,
3) Az konuşmaktır.
Lokman Hakîm’in bu nasihatiyle dikkat cektiği az yemek, butun peygamberlerin, sahĂ‚benin, evliyĂ‚ullĂ‚h’ın ve sĂ‚lih kulların şiĂ‚rıdır. Gunumuzdeki pek cok hastalık ve buhranların sebebini teşkil eden ve nice azgınlık ve taşkınlıklara yol acan oburluk, yeme-icmede israf ve her canının cektiğini yemek; takvĂ‚ ehli sĂ‚lih zĂ‚tların tanımadığı bir hayat tarzıdır.
Vucudu aşırı beslemek, insanın gonul Ă‚lemine kasvet verir, kalbi hantallaştırır, nefsĂ‚niyeti azdırır, rûhĂ‚niyeti yaralar, tefekkuru zaafa uğratır. Bunun icindir ki Peygamber Efendimiz (s.a.) şoyle buyurmuşlardır:
“…Biz, acıkmadıkca yemeyen bir kavmiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” (Halebî, İnsĂ‚nu’l-Uyûn, III, 299)
“Hicbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. HĂ‚lbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkac lokma yeter. Şayet bir kimsenin mutlaka cok yemesi gerekiyorsa, midesinin ucte birini yemeğe, ucte birini iceceğe, ucte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zuhd, 47)
“Mu’min, bir bağırsağı ile, kĂ‚fir ise yedi bağırsağı ile icer.” (Muslim, Eşribe, 186)
Bu sebeple yeme-icme hususunda olcuyu kacırmamak, makbul bir kulluk hayatı icin zarûrîdir. Zira aşırı dolu bir mideyle, Hakk’a kulluğun ozunu teşkil eden acziyet, ihtiyac, hiclik ve yokluğun lĂ‚yıkıyla idrĂ‚k edilmesi, tevĂ‚zu ve mahviyet duyguları icinde dergĂ‚h-ı ilĂ‚hîye yonelebilmek, Allah korkusu ve sevgisiyle urperip gozyaşı dokebilmek mumkun değildir.
Yani aşırı tok bir mideyle zĂ‚hiren ne kadar ibadet edilirse edilsin, onun gonul feyzi ve huşû hĂ‚li noksan olur. Bu ise zĂ‚hiren cok gibi gorunen nice ibadetin, hakikatte noksan veya kusurlu olmasına sebebiyet verir. Bu bakımdan ibadetleri huşû ile edĂ‚ edebilmek, tefekkurde derinleşerek ilĂ‚hî hikmet ve ibretlerden lĂ‚yıkıyla feyz alabilmek icin, helĂ‚l ve az bir gıdĂ‚ ile iktifĂ‚ etmek şarttır.
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri bu hakîkati ne guzel ifĂ‚de eder:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Cunku o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gonlunu beslemeye bak! Yucelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”
“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Cunku onu gereğinden fazla besleyen kimse, sonunda nefsĂ‚nî arzulara duşuyor ve rezil olup gidiyor.”]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun!”
[Lokman Hakîm bu nasihatinde de az uyumak dustûruna dikkat cekmektedir.
Ne ibretlidir ki CenĂ‚b-ı Hak bizlere bir îkaz vesîlesi olsun diye, bircok hayvanĂ‚tı bile gecenin en feyizli vakti olan seherlerde uyandırıyor. Ahsen-i takvîm olarak yaratılıp mahlûkĂ‚*tın en şereflisi kılınan insanoğlunun bu vakitten gĂ‚fil kalması ne hazindir!
Seher vakitleri, zihnin ve kalbin berrak; idrak ve ifĂ‚denin keskin; hĂ‚fızanın kuvvetli; mĂ‚nevî yollarda ilerlemenin sur’atli olduğu mustesnĂ‚ zamanlardır.
CenĂ‚b-ı Hak seherlerde îfĂ‚ edilen zikre, sĂ‚ir zamanlardaki zikirden cok daha fazla kıymet vermektedir. Zira yatağın Ă‚deta bir mıknatıs gibi insanı kendine cektiği bir vakitte iba*det*le meş*gûl ola*bil*mek, di*ğer za*man*lar*a gore da*ha zor*dur. Bu sebeple seherleri ihyĂ‚ -tĂ‚bir cĂ‚izse- her kişinin değil er kişinin kĂ‚rıdır. Seherler; tatlı uykuyu sırf Allah rızĂ‚sı icin terk ederek ilĂ‚hî huzûra, yalnızca aşk-ı ilĂ‚hî sebebiyle baş koyma zamanıdır. Bu se*bep*le*dir ki ku*lun Rab*bi*ne duy*du*ğu hĂ‚*li*sĂ‚*ne mu*hab*betin apacık bir ifĂ‚*de*si*dir. Rabbini kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da seven bir mu’minin, derin bir gaflet icinde sabahlara kadar uyuması duşunulemez!
Seherlerdeki namaz, duĂ‚, istiğfar, kelime-i tevhid, salevĂ‚t-ı şerîfe, tefekkur-i mevt ve diğer zikirler, rûha verilen en feyizli gıdĂ‚lardır. Kendimizi gafletten muhĂ‚faza edebilmek icin, gunduzlere de bu mĂ‚nevî enerji ile girebilmek pek muhimdir.
Go*nul*de*ki Allah muhabbetinin seviyesi ne ka*dar*sa, mu*hak*kak ki ge*ce na*ma*zı*na ve tes*bîhĂ‚*ta rağ*bet de o de*re*ce*de te*zĂ‚*hur eder.
Bir kimse İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne:
“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir cĂ‚re oğret.” deyince şu cevĂ‚bı alır:
“–Gunduzleri AllĂ‚h’a isyĂ‚n etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzû*run*da bulunmak, yuce bi**r şereftir. Gunah*kĂ‚r*lar bu şerefi hak edemezler!”
Gece ibadetinin mĂ‚nevî hazzını ve feyzini tadan sĂ‚lih zĂ‚tlar, seherlerin hic bitmemesini arzu etmiş, tefekkur-i mevtte derinleşmenin getirdiği hissiyĂ‚t ile de; “Ben olumden korkmazdım, lĂ‚kin o, benimle gece namazımın arasına girmektedir.” demişlerdir.
Hakîkaten her*kes uyur*ken ibadetle meş*gul olmak, Rabbi**miz’*in cok husû*sî mu*hab*bet ve mĂ‚*ri*fet mec*li*si*ne dĂ‚*hil olan secilmiş kul*la*rın*dan ol*mak de*mek*tir. Bu sebeple gonul eh*li nazarında seherlerden da*ha fe*yiz*li bir za*man ola*maz. Bu hu*sus*ta Ă‚yet-i ke*rî*me*ler*de şoy*le bu*yru*lur:
“Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bolumunde de O’nu tesbîh et! Şu insanlar, carcabuk gecen dunyayı seviyorlar da onlerindeki cetin bir gunu (Ă‚hireti) ihmĂ‚l ediyorlar.” (el-İnsan, 26-27)
“(O mut*ta*kî kim*se*ler, ge*ce*le*ri na*maz kıl*mak ve is*tiğ*fĂ‚r et*mek icin) yan*la*rı*nı (tat*lı) ya*tak*la*rın*dan kal*dı*rır*lar. Rab’*le*ri*ne, azĂ‚*bın*dan kor*ka*rak ve rah*me*ti*ni uma*rak duĂ‚ eder*ler...” (es-Sec*de, 16)
“(O mut*ta*kî*ler) ge*ce*le*ri pek az uyur*lar, se*her va*kit*le*rin*de de is*tiğ*fĂ‚*ra de*vam eder*ler*di.” (ez-ZĂ‚*ri*yĂ‚t, 17-18)
Allah Rasûlu (s.a.) Efen*di*miz de seherlerin gonul feyzinden mahrum kalmamamız icin şu tavsiyede bulunmuşlardır:
“Ge*ce iba*de*ti*ne dik*kat edi*niz! Cun*ku o, siz*den on*ce*ki sĂ‚*lih kim*se*le*rin Ă‚de*ti*dir. Şup*he*siz ge*ce iba*de*te kalk*mak, Al*lĂ‚h’a yak*laş*ma*ya ve*sî*le*dir. (Bu iba*det) gu*nah*lar*dan alı*koyar, ha*tĂ‚*la*ra ke*fĂ‚*ret olur ve be*den*den dert*le*ri gi*de*rir.” (Tir*mi*zî, De*avĂ‚t, 101)
Seher vakitlerini ibadetle ihyĂ‚ etmekten geri kalmak ise, muhim bir kayıp ve husrandır. Şu hĂ‚dise, bu gerceğe ne guzel işĂ‚ret etmektedir:
Hazret-i Omer’in oğlu Abdullah (r.a.) buyurur:
“Allah Rasûlu’nun sağlığında ruyĂ‚ goren bir kimse, onu Peygamber Efendimiz’e anlatırdı. Ben de bir ruyĂ‚ gormeyi ve onu Efendimiz’e anlatmayı cok isterdim. O zaman bekĂ‚r bir delikanlı idim ve mescidde uyurdum.
Bir defasında ruyamda iki melek beni cehenneme goturduler. Baktım ki o, kuyu duvarı gibi orulmuş olup kuyununki gibi iki direği vardı. Şaşırdım, orada kendilerini tanıdığım bir kısım insanlar da bulunmaktaydı. Ben:
«–Cehennemden AllĂ‚h’a sığınırım! Cehennemden AllĂ‚h’a sığınırım!» diye haykırdım. O sırada bir başka melek gelip bana:
«–Korkma, sana bir şey olmayacak!» dedi.
Bu ruyĂ‚yı ablam Hafsa’ya anlattım, o da Allah Rasûlu’ne anlatmış. Bunun uzerine Efendimiz (s.a.) şoyle buyurmuş:
«–Abdullah ne guzel ve ne iyi bir adamdır! Bir de geceleyin namaz kılmış olsaydı!..»”
Abdullah (r.a.), o gunden sonra gecenin buyuk bir kısmını ibadetle gecirir, cok az uyurdu. (BuhĂ‚rî, AshĂ‚bu’n-Nebî, 19)
VelhĂ‚sıl mu’min, seherlerini Allah ve Rasûlu’*nun tĂ‚limatları istikĂ‚metinde değerlendirebilirse gecesi gunduzunden daha nurlu, daha aydınlık olur. Nitekim buyuk velîlerden BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri; “Geceler gunduz hĂ‚line gelmeden bana hicbir sır fetholunmadı.” buyurmuştur.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Sukût ettiğim icin aslĂ‚ pişman olmadım. Soz gumuşse sukût altındır.”5
“Sukût, hikmettir; ancak yapanı az bulunur.”6
[Lokman Hakîm bu nasihatinde de az konuşmak dustûruna dikkat cekmektedir.
Sukût; Ă‚limlerin susu, cĂ‚hillerin ortusudur. Sukût zırhına burunen insan, pek cok tehlikeden korunmuş olur. Bilhassa haset ehlinin zehir sacan nazarlarından kurtulur. Bu itibarla insan cok konuşmaktan ziyĂ‚de, bol bol sĂ‚lih ameller işlemeli, hayırlı ve guzel işler ortaya koymalıdır. Yoksa bol bol konuşup da yapacağı guzel şeyleri anlatmaktan, onları yapmaya fırsat bulamayan bir insan, derin bir gaflet ve aldanış icinde demektir.
Nefsi dizginleyerek yapılan bir sukût, yerine gore cĂ‚hillere verilmiş en fasih bir cevap olur. Nitekim İslĂ‚m Ă‚limleri; “Ahmağa verilecek en guzel cevap, sukûttur.” demişlerdir. Şu hĂ‚dise bunun ne guzel bir misĂ‚lidir:
Bir gun Rasûlullah (s.a.), ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebû Bekir’e hakaret etti. Ebû Bekir (r.a.) cevap vermeyip sukût etti. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakaret etti. Ebû Bekir (r.a.) yine sukût etti. Adam ucuncu defa hakaret edince, Ebû Bekir (r.a.) daha fazla dayanamayıp ona hak ettiği cevĂ‚bı verdi. Bunun uzerine Rasûlullah (s.a.) hemen oradan kalkıp yurumeye başladı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ardından yetişerek:
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah, yoksa bana darıldınız mı?” deyince Rasûlullah (s.a.) Efendimiz:
“–Hayır, darılmadım. SemĂ‚dan bir melek inmiş, o kimsenin sana soylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû DĂ‚vûd, Edeb, 41/4896)
Ote yandan, susmak gerekirken konuşmak kadar, konuşmak gerekirken susmak da ayrı bir hatĂ‚dır. Zira hakkın zĂ‚yî olacağı durumlarda yanlışa mudĂ‚hale etmeyip sessiz kalmak, ağır bir vebĂ‚l sebebidir. Nitekim Ebû Ali ed-DekkĂ‚k Hazretleri şoyle buyurmuştur:
“Hakkı soyleme mevkiinde olup da susan, dilsiz şeytan gibidir.”
Konuşmak veya sukût etmek bahsinde mu’*min*ler olarak hepimizin olcusu; Peygamber Efen*dimiz’in şu tĂ‚limĂ‚tına riĂ‚yet etmek olmalıdır:
“AllĂ‚h’a ve Ă‚hiret gunune îmĂ‚n eden kişi, ya hayır soylesin ya da sussun!” (BuhĂ‚rî, Edeb, 31, 85; Muslim, Îman, 74)
Dolayısıyla insanın mutlakĂ‚ konuşması lĂ‚zımsa, sukûttan daha kıymetli olan, kalplere huzur verip ruhları dinlendiren hikmetli sozler soylemelidir. Boyle guzel sozler soyleyebilmek icin de evvelĂ‚, hikmetli sozleri rûha sindirerek yaşamak îcĂ‚b eder. Nitekim CenĂ‚b-ı Hak da insana, cok dinleyip az ve oz konuşması icin iki kulak, bir dil bahşetmiştir. Bu hakîkate dikkat edilmediği takdirde ise, Şeyh SĂ‚dî-i ŞîrĂ‚zî’nin ifĂ‚desiyle:
“Her kim duşunmeden konuşursa, sozu coğu kere yanlış olur.”
Bunun icindir ki Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da:
“Ne soylediğini, kime soylediğini ve ne zaman soylediğini iyi duşun!” buyurmuştur.
Ayrıca sozu haddinden fazla uzatmak, insanı kısa zamanda gozden duşurur. Zira Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın buyurduğu gibi; “Uzun sozu, maksadını anlatamayan soyler.” Boyle uzun konuşanı da kısa dinlemek gerekir.]
CenĂ‚b-ı Hak, sukûtumuzu tefekkur, bakışımızı ibret, konuşmamızı hikmet eylesin. Omur sermĂ‚yemizi rızĂ‚sı istikĂ‚metinde en verimli şekilde değerlendirme firĂ‚setini hepimize lûtfeylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. BuhĂ‚rî, EzĂ‚n, 18. 2. Tirmizî, SalĂ‚t, 166. 3. M. Es’ad Efendi, MektûbĂ‚t, s. 33, no: 10. 4. M. Es’ad Efendi, MektûbĂ‚t, s. 67, no: 38. 5. Ahmed, ez-Zuhd, s. 44, no: 272. 6. Ahmed, ez-Zuhd, s. 88, no: 545.
__________________