Rasûlullah (s.a.), Cenab-ı Hakk'dan uc turlu ilim telakkî etmiştir. Birincisi, kendisi ile Allah (c.c.) arasında mahfuzdur. Bu ilim, beşer idrakinin uzerinde olduğundan nÂsa fÂş olunmamıştır. Yalnız Allah Rasûlu'ne mahsus kalmıştır. Cebrail (a.s.):

"Ya Rasûlallah! Ben senin hakîkatini idrak edebilsem, yanına gelemezdim." buyurmuştur.

İkinci ilim, umuma Âiddir. Bu, insanların idrak ve iktidarları ile kavranabilir bir seviyededir. Butun insanlık alemi, bu kategorideki bilgilere îman ve amel ile mukelleftir. Bunun bir diğer adı da şerîattır.

Ucuncu ilim, bir kısım ehil zevata mahsusdur ki, o da tasavvuftur, zuhddur, ihsan duygusuna vasıl olabilmektir. Yani bu ilim, kalbî hayatla ilgilidir. Bununla birlikte kişinin bu babda istîdÂd ve kabiliyyeti kadar mes'ûliyyeti vardır. Kul, kendi selameti icin bu istidadı inkişaf ettirmeğe mecburdur. Bu da, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfıyesi ile mumkundur.

A'la ve Şems sûresinde:

"Şuphesiz nefsini tezkiye edenler kurtuluşa erdi." (14), (9)

Furkan 43:

"(Ey Peygamber!) Heva ve hevesini ilah edineni gordun mu? Artık sen onlara vekil değilsin" buyuruluyor.

TaberÂnî'nin naklettiği bir hadis-i şerifte şoyle buyurulur:

"Yeryuzunde tapılan tanrılardan Allah'ın en cok buğz ettiği, heva ve hevestir."

Ledunnî ilim ise, tasavvuf icinde manevi eğitim sonucu ulaşılan Hakk vergisi (vehb&#238 bir ilimdir. Kur'an-ı Kerîm'in pek cok ayet-i kerimesinde bu ilimden bahsedilmiş olması, bu hukmun delilidir. Musa (a.s.) ile ilgili olarak vÂkî olan ilk vahiylerde bu gerceğin işaretleri başlamıştır.

Hz. Musa (a.s.), ailesiyle birlikte Medyen'den Mısır'a gidiyordu. Yolda, soğuk, yağmurlu, karanlık bir gecede cocukları oldu. Ateşe ve ışığa ihtiyacları vardı. Uzakta bir ateş gordu. Aslında O'nun gorduğu bu ateş, kendisini peygamberliğe hazırlamak icin bir işaret idi. Oradan bir kıvılcım alıp ateş yakmak ve bu suretle ailesini ve yeni doğan bebeğini ısıtmak istedi. Oraya vardığında kendisine Allah (c.c.) tarafından:

"Ey Musa! Muhakkak ki; ben, evet ben, senin Rabbinim! Hemen nalinlerini cıkar! Cunku sen mukaddes Tuva vadîsindesin!.." (Taha, 11-12) buyuruldu.

Mufessirler, "Nalinlerini cıkar!" ifadesine farklı îzÂhlar getirip işari manalar vermişlerdir. Bunlar ez-cumle Kuşeyri, Letaifu'l-İşarat ve Rûhu'l-Beyan'da şu şekilde acıklanır:

"İki nalin", dunya ve ahiret'i temsil etmektedir:

"Kalbi, dunya ve ahiret ile ilgili meşguliyetlerden boşalt! Hakk icin her şeyden tecerrud edip sıyrıl ve Allah'ın marifet ve muşahedesinde yok olmağa bak!" Diğer bir ifadede:

"Sen tabiat ve nefsden sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri duşunmeği bırak, gel!"

"Delilin tefekkurunden vazgec! Cunku muşahede ve ıyÂndan, yani goz ile gordukten sonra bunların faydası yoktur."

Bu sebeple Şeyh Şibiî, Allah'a vasıl olduktan sonra butun kitaplarını yakmıştır.

Hz. Musa (a.s.), Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de Benî İsrail kavminin gozu onunde boğulmasından sonra kavmini topladı. Onlara cok fasih, beliğ, heyecanlı vaazlar verdi. Kavmi, Hz. Musa'nın ilim ve marifetteki derinliğine hayran kaldı. Mest oldu. İclerinden biri:

"Ey Allah'ın peygamberi, şu yeryuzunde senden daha alim bir kimse var mı?" dedi. Hz. Musa:

"- Boyle bir kimse bilmiyorum." dedi. O esnada kendisine vahiy gelerek:

"İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledunnî ilim) vermişimdir. Ummetinin seckinlerinden biri ile ona git!" diye buyuruldu.

Musa (a.s.) arkadaşı Yûşa bin Nûn (a.s.) ile acele olarak sefere cıktı.

Musa (a.s.), kendisine vahy ile işaret edilen zatı, bir kayanın uzerinde hırkasına burunmuş olarak gordu ve selam verdi:

"- Ben Musa'yım" dedi. Hızır da:

"- Demek ki Benî İsrail peygamberi olan Musa sensin!" dedi.

Musa (a.s.):

"- Bana Allah (c.c.) tarafından bildirilen insanların en cok bileni sen misin?" diye sordu. Hızır cevaben:

"- Ya Musa, Allah (c.c.) bana bir ilim vermişdir, o sende yoktur. Sana bir ilim vermiştir, o da bende yoktur." dedi.

Musa (a.s.), Hızır aleyhisselam'dan bu ilmi telakkî etme arzusunu bildirdi. Zahiren anlaşılması mumkun olmayan, kendisine acaib ve garÂibden gorulen bazı hakîkatlerin hikmetini ondan oğrenecekti. O meşhur yolculuğa cıktılar...

Mevlana (k.s.), bu hadisenin ibret ve hikmet dolu noktalarına dikkat cekerek şu şekilde anlatır:

"Ey kerîm olan kimse! Bu manevî iştiyakı, "kelîmullah" olan Hz. Musa'da gor! Bak kelîm olan Musa (a.s.) ne diyor;

"Bunca makama sahib olduğum halde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha oteler icin ruhuma ışık tutacak Hızır'ı arıyorum."

Hz. Musa'nın Hızır'ı aramaya kalkması uzerine kavmi dediler ki:

"Ey Musa, sen kavmini bırakmışsın, senden daha aşağı mertebede bir zatın izine duşmuşsun!"

"Sen ise "havf" ve "reca"dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne kadar, ne zamana kadar arayacaksın?"

"Aradığın sende... Bunu sen de bilirsin. Ey sema kadar yuksek peygamber! Zemînde daha ne kadar dolaşacaksın?.."

"Musa (a.s.) kavmine:

"Ne olur Guneş ile Ay'ın yolunu kesmeyiniz! Ben peygamberlik hilaliyim, Hızır ise velîlik guneşidir. Yani benden ustun peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en ust makamındadır." dedi."

"Hz. Musa devamla:

"Ben zamanın sultanı bir velî ile sohbet icin iki denizin birleştiği yere gidiyorum."

"Hakîkat ve marifete ulaşmak icin Hızır'ı vesîle kılacağım. Bunun icin de uzun muddet sefer edeceğim. Ta ki; ona kavuşayım.."

"Himmet ve azîmet kanatları ile yıllarca ucacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O'nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi?" dedi.

Hz. Musa'nın sıfatı kelîmullah, yani Allah (c.c.) ile konuşandır. Allah TeÂlÂ, Hz. Musa ile konuştuğu zaman ezel-deki sıfatı olan "kelam" ile konuştu. O'nun sıfatlarından hicbiri yaratılanların sıfatlarına benzemez. O bilir; bu biliş, bizim bilişimiz gibi değildir. Kudret sahibidir, o da bizim kudretimiz gibi değildir. O konuşur, bizim konuşmamız gibi değil!.. Biz, dil gibi bir alet ve harflerle konuşuruz. Allah (c.c.) bundan munezzehtir. Harfler mahluktur. Allah'ın kelamı ise, mahluk değildir. Harfsiz ve haletsizdir. Musa (a.s.), Allah (c.c.) ile konuşurken yanındaki 70 kişi ve Cebrail (a.s.) bu konuşmayı fark ve idrak etmediler.

Mevlana (k.s.), ledunnî ilmin ilahî bir nasîb olduğunu, bunun ancak kaibî istidadı olanlara lutfedildiğini şu şekilde ifade eder:

"Ya'kub'un, Yusuf'un yuzunde gorduğu fevkaladelik, kendine mahsus idi. O nuru gormek Yusuf'un biraderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gonul alemi Yusuf'u gormekten ve anlamaktan uzak idi."

"Ruhun gıdası aşktır. Canlarınki ise aclıktır."

"Yakub'da Yusufun bir cazibesi vardır. Bundan dolayı Yusuf'un gomleğinin kokuşu O'na cok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gomleği taşıyan kardeşi ise, o kokuyu duymaktan mahrum idi."

"Cunku Yusuf'un gomleği kardeşinin elinde iğreti idi. Kardeşi, gomleği goturup Hz. Ya'kûb'a teslîm ile mukellefti. Yani o gomlek, kardeşinin elinde, esirci elinde bulunan bir mutena cariye gibiydi. Esircinin nefsi icin değildi. Satıcıdan başkasına aiddi.

"Cok alim vardır ki, irfandan nasîbi yoktur. İlim hafızıdır da, Allah'ın habîbi olamamıştır."

İmam-ı Gazalî ve Abulkadir-i Geylanî gibi zatlar, once zahirî ilmin zirvesine ulaştılar. Lakin gaybî inceliklere ve Allah'a giden hassas, ince, nazenin yola kaibî derinliklerinin icinden ve cok sonra ulaşabildiler. Hakk dostu oldular. Allah (c.c.), kendi zatî hususiyetlerini ve sırlarını onlara ve onlar gibi olan bazı mustesna yaratılıştaki insanlara faş etti. Onlar da kendisi ile meşgul olmaya mani olan butun engelleri yok etti. Cesedleri zikir, mucahede, musahabe ve murakabe ile nûra inkılÂb etti. Muşahedeye ve esrara nail oldular. Allah TeÂlÂ, bu gibi şeyleri, ezelde kendisi icin sectiği kimselerden ve dost edindiği kullardan başkasına ihsan etmez.

Hadîs-i şerîfde buyurulur:

"Ebûbekir cok namaz kıldığı ve cok oruc tuttuğu icin sizden ustun değildir. O'nun size ustunluğu, kalbindeki ta'zîm hissindendir."

Bu neviden bir cok ayette, velî kulların kalplerinde buldukları ihsan duygusu ile mahzun olmayacakları ve altından ırmaklar akan cennetlere nail olacakları bildirilir.

Ebû Hureyre'den rivayet olunan bir hadîs-i şerîfde:

"İlimlerden bazı gizli olanlar vardır ki, onları ancak "arif-i billah" olanlar anlar. Bu ilimden bahsettikleri vakit onları, ancak kendilerini beğenen, mağrur guruh techîl eyler (cahil gorur). Sakın, Hakk TeÂlÂ'nın kendi fazlından ilim verdiği alimleri kucuk gormeyin! Cunku Hakk TeÂlÂ, onlara, o ilmi verirken onları kucuk gormedi." Buyurulur.

Gazalî (k.s. ), batın ulemasının zahirî alimlerle ilişkisini şu misallerle anlatır:

İmam-ı Şafî (r. a.), Şeybanî Raî'nin (k.s. ) onunde talebe gibi diz cokerdi. Kendisine:

"Ey imam, sen nerde, Şeybanî nerde? Bu hurmetin sebebi nedir?" denilince İmam-ı Şafî (rh a.):

"Bu zat, bizim bilmediğimizi bilir " cevabını vermistir.

Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Muaz, bazı meseleleri Ma'rûf-i Kerhî'ye baş vurup ondan sorarlardı. Bunun sebebi kendilerine sorulunca, ashÂbın:

"Ya Rasûlallah, kitap ve sunnette yoksa ne yapalım?" sualine, Hz Peygamber'in

"Onu salih kimselerden sorun! Onların istişaresine arz edin!" hadîs-i şerîfini misal verirlerdi.

Muhakkak ki, batınî alimler, gorunmeyen alemin sırrı ile doludurlar

Cuneyd-i Bağdadî'ye, Seriyy-i Sakatî (k.s. ):

"Allah, seni ilk once zahirî ilimlerde muvaffak etsin Ondan sonra sufî kılsın!" diye dua ederlerdi Ayrıca Haris b. Esed el-Muhasibî ile sohbet edip kendisinden edeb ve ilim almasını tavsiye ederlerdi.

Hz Omer (r.a.) vefat edince, Abdullah b. Mes'ûd (r.a.):

"İlmin onda dokuzu gitti" buyurdu. Sahabi de kendisine:

"Daha icimizde alimler var!" dedi. O da:

"Ben marifet ilminden bahsediyorum." dedi.

İlim, umumiyetle zahirî bilgilere denir. Akla, nakle ve dış tecrubeye dayanır. Marifet veya irfan ise, keşfe, ilhama ve ic tecrubeye dayanır.

Sûfîlere gore insanın oz sıfatı bilgisizliktir.

Âyetlerde insana cok az bir ilim verilmiş bulunduğundan ve insanın cok cahil ve cok zalim olduğundan bahsedilir.

İlim, Allah'ın sıfatıdır. Kul, Allah'ın verdiği az bilgilere Allah'dan ilave olarak "ihsan" gelmesi ile arif haline gelir. Marifetten, yani Allah'ı tanıyabilmekten hisse almağa calışır.

Akıl, sırf kendi başına kemal olcusunde bulunsa bile Allah'ı layıkıyla tanımaya yetmez Cunku akıl, insan icin bir alettir insan, ancak bu aletle kendisini tanıtanı tanır. Allah'ı da ancak eserleri ile tanıyabilir Hakk TeÂlÂ, rûhlara ezelde:

"Ben kimim?" diye sormadı;

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?!" diye sordu.

Akılla, nefs tezkiye olunamaz. Ancak kalb ile olabilir. Ayet-i kerîmede:

"Kalbler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Ra'd, 28) buyuruluyor

Muzzemmil sûresinde:

"Rabbinin ismini zikret ve butun bağlantılardan kesil! Rabbine don!" (8) buyuruluyor.

İbn-i At şoyle diyor: "Allah (c.c ), zatını, avama, mahlukatı vasıtası ile tanıttı:

"Develere bakmıyorlar mı? Nasıl yaratılmışlardır?" (ĞÂşiye 17)

HavÂssa ise, kelam ve sıfatları ile tanıttı.

Sûre-i Nisa, ayet 82: "Kur'an'ı duşunmuyorlar mı?" İsra 82: "Kur'an'da indirdiğimiz ayetlerde mu'minler icin şifa ve rahmet vardır." A'raf180: "En guzel isimler Allah'ındır."

Ebû Hasan b. Ebû Zerr, Şıblî'den nakleder:

"Tasavvuf, yuce semavî ve ilahî bir ilimdir. Bitmez, tukenmez. Bu ilimden, ancak erbabı istifade eder. Bunu Allah'ın hususî bir ihsanına ve buyuk lutfuna nail olanlar bilebilir "

Bu makamlar yaşanmadan ifade edilemez. Bu hali yaşayan sûfîler, "Fusûs" daki gibi zaman zaman rumuzlu kelimeler kullanırlar. Bunun sebebi, kalbî ilimden nasîbi olmayanların kendi kendilerine yanlış anlayıp dalÂlete duşmelerini onlemektir!...

İmam-ı Gazalî, Bahauddîn Nakşbend, Muhyiddîn-i A'rabî ve İmam-ı Rabbanî gibi Hakk dostları, dînin inceliklerini, hikmetlerini, muşahhas plandan marifet fezasına goturen mustesna kabiliyetlerdir.

Cennetle mujdelenen sahabîlerin, bu ilm-i marifet sebebi ile hicliklerini hissederek ilahi saltanat karşısında "havf" halinde bulunduklarını ifade eden rivayetler coktur. Hz Ebûbekir (r a):

"Keşke kuşların gagaladıkları bir hurma tanesi olsaydım!"

Hz Omer (r.a) ise:

"Keşke ot olsaydım! Keşke hic bir şey olmasaydım!" buyurmuşlardır.

Ammar b. Yasir'in Kûfe minberinde "Ben şahidlik ederim ki, o dunya ve ahirette Allah Rasûlu'nun hanımıdır" dediği Hz Aişe (r.anha):

"Keşke şu ağacda bir yaprak olsaydım!" demişlerdir. Nisa sûresinin:

"Kim kotu bir iş yaparsa cezasını ceker!" mealindeki ayeti nazil olunca Hz Ebûbekir (r.a):

"Belim kırılır gibi oldu, kasıldım kaldım..." buyuruyor Bu zevÂtın hallerini boyle ifade etmeleri, Allah rızasına aykırı bir amele suruklenme endişesinden ileri gelmekte ve Allah TeÂlÂ'nın kudretinin buyukluğunu dile getirmekten, her an huzur icinde bulunmaktan ve haya etmekten kaynaklanmaktaydı (el-İsra-14):

"Oku kitÂbını! Bugun sana, iyi hesab gorucu olarak nefsin yeter!" buyuruluyor.

Dîni, sadece zÂhirî cephesi ile almak, bÂtınına, yani ruhî derinliğine inememek, pek korkunc bir husrandır. Kişi bilemediğinin duşmanı olur. SÂlihlerin, sÂdıkların, fazîlet erbabının muhîtinden ve onların sohbetlerinden uzaklaşıp satırların arasında kalmak, gonul ve vicdan ufkunu daraltır, ic-dış nurları sondurur. Kitap ve sunnetin ince hikmetlerinden ve ehl-i hal kimselerin ruhanî aydınlığından mahrum eder. İnsana Halik TeÂl tarafından lûtfedilen, hayat sermayesi olan duyguları kaybettirip, nefsinin esîri kılar. Boyleleri, Kainat'a sisli gozlerle bakan gaflet alıkları olurlar.

Mûs (a.s), beşerî fırtınalar ve kasırgalar dolu, azgın, maddeye duşkun Benî İsrail kavmine şerîati ikame icin gonderilen bir peygamberdir. Hz. Musa Hızır'a:

"Sana oğretilen ilimden bana da oğretmen icin sana tÂbî olabilir miyim?" dedi.

Hızır (a.s) da:

"Sen benimle arkadaşlığa asla sabredemezsin!" dedi.

Bu sozlerle Hızır (a.s), Musa'nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O'na kendini anlatmış oluyordu ki, bu hal sonunda gercekleşecek idi. Hz. Musa'nın alacağı ders kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktı. Yani Musa'ya:

"Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususda mÂzûrsun. Cunku bu ilmin kemÂli, daha sana verilmemiştir" demekti..

Musa (a.s) dedi ki:

"İnşallah beni sabırlı bulacaksın!. Sana hicbir işte karşı cıkmayacağım."

Hızır (a.s) dedi ki:

"Eğer bana uyacak isen, ben sana sırrını acmadıkca, hic bir şey hakkında bana sual sorma! Yani tartışma şoyle dursun, sorup anlamak icin bile sorma!"

Demek ki, başka ilimlerde mes'eleyi ortaya koyacak bilginin yarışını oluşturan sual, bu ilimde yasaklanır. Burada talebenin nefsi, faaliyetten cok kabiliyette hazırlanacaktır.

Mesela, Mîmar Sinan'ın ilmî kuvvet ve kabiliyyeti, Suleymaniye Camii inşasında calışan butun san'atkÂrlardan ustundur. Sinan'ın o camideki bir mermerci kadar mermeri işleme san'atını bilmemesi, onun icin bir kusur olamaz. O san'atkÂrlar da Sinan'ın talimatı altındadır. Mermer san'atını işleme inceliklerini ondan oğreneceklerdir.

Hz. Musa'nın hayat hikayesinde bu ilmin, kendisine yalnız Hızır (a.s) ile goruşmesi netîcesi değil, muhtelif vesileler ile de verilmiş olduğunu anlıyoruz.

Bununla ilgili birkac misal verirsek:

Musa (a.s), Mısır'da iken İsrailoğulları'na, Firavun'u helak ederse, kendilerine "Tevrat'ı getireceğini vaad etmiş, Firavun helak olunca, Allah'dan Tevrat'ın verilmesini niyaz etmişti. Kendisine otuz gun oruc tutması, sonra on gun daha ilave edilerek kırk gune tamamlaması emredildi.

Hz. Musa'nın Tûr'da kırk gece kalmasında şu işaret vardır:

Ehlullahın buyuk bir tecellî sabahına ermeleri, geceler gibi karanlık ızdırap saatleri ile cile doldurup marifet şafağına ulaşmaları ile mumkundur. Butun muvaffakiyyet sabahları, muzdarip gecelerin seherlerinin eseridir.

Musa (a.s), Tûr Dağı'nda hic ara vermeden savm-ı visal (iftarsız oruc) olarak otuz gun oruc tuttu. Ne acıktı, ne susadı. Sonra Hızır (a.s) ile buluşmak uzere sefer emredildi. Seferde henuz yarım gun gecmeden sabrı kesildi, acıktı. Arkadaşına:

"Yiyeceğimizi getir, yiyelim!" dedi.

Cunku onun Hızır'a gidişi, bir imtihan sebebi ile idi. İmtihan uzerine ibtila eklendi. Mahlukun yanındaki seferde yarım gunde acıktı. Fakat Tûr'daki Allah'a kavuşma, O'nunla konuşma seferi idi. Bulunduğu yerin heybeti, O'na yemeği, icmeği unutturdu. O'nu Allah'dan başka herşeyden alıkoydu.

Ulu'1-azm bir peygamber olan Hz. Musa'nın, Hızır'a ledunnî ilmi tahsîl icin gonderilmesi, cok cÂlib-i dikkattir. Musa (a.s) icin o an ledunnî ilmi bilen bir kişiden bu ilmi tahsîl etmesi bir nakîse değildir. Ancak Hz. Musa'nın her şeyi bilen bir peygamber olmadığı, Allah (c.c) ilminden Hz. Musa'ya verilmeyen bir ilmin bulunduğu anlatılmış oluyor. Bu ilim, sonradan kendinden daha aşağı mertebedeki Hızır vasıtası ile veriliyor ki, bu da peygamberlerin dahi ilahî ilim karşısında acz icinde olduklarını bildirmek, hem de Hz. Musa'nın ve Hızır'ın sahib oldukları muşterek ilmin, gelecek olan zu'l-cenahayni (Dunya ve ahiret bilgisi geniş olanı) goz onune getirmeği telkin ile Hz. Muhammed (s.a.)'ın makamının en mukemmel makam olduğunu bildirmek icindir.

Ya Rab! Bizleri, kalbleri nûr-i ilahî ile ışıldayan, marifet denizinden nasîb alan, lutuf ve kerem tecellîlerine mazhar olan kullarından eyle!

Amîn..
__________________