Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha once indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gununu inkÂr ederse derin bir sapıklığa duşmuş olur.
(Nisa, 4/136.)


Hz. Peygamber’in yaşadığı donmelerde dinî hayat, tam bir vecd ve teslimiyet hareketi olarak gercekleşti. İlahî feyz ve bereket sağanak sağanak muminlerin uzerine yağdı. İnananlar bir merhamet topluluğu hÂline geldiler. Yureklerde yaşanan iman muhabbeti, zamanla bir ilim, amel ve medeniyet hareketine donuştu.

Sonraki asırlarda da bu rahmet ve bereket hareketivarlığını surdurdu. Daima Allah’a gonul bağlamış insanlar ve topluluklar bulundu. Hatta bunlar insanlığın gidişatında onemli roller de oynadılar. Ancak ilk donemlerdeki manevi coşku da bir taraftan tavsamaya başladı. Gonullerdeki ilahî muhabbet ve haşyet ateşi sonmeye yuz tuttu.

Kur’an, vahye mazhar olmuş toplulukların sonraki donemlerde yaşadıkları bu zafiyet hÂline işaret eder. Muslumanları bu konuda uyarır. Uzerlerinden asırların gecmesi ile ehlikitabın nasıl bir kalp katılığına uğradığını bildirir. Coğunun yoldan cıkıp gunaha saplandığını şoyle anlatır:


“Muminlerin Allah’ı anmak ve O’nun tarafından gonderilen Kur’an mesajına dikkat kesilmek suretiyle gonullerinin heyecanla urpermesi vakti henuz gelmedi mi? Muminler vaktiyle kendilerine vahiy gonderilen ve gecen zaman icerisinde kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Cunku onların coğu busbutun yoldan cıkmış kimselerdi.”
(Hadid, 57/16.)


Bugun ne yazık ki Muslumanların ekseriyeti benzer bir yol yorgunluğunu yaşamaktadır. Ehlikitap topluluklarının duştukleri duruma duşmuşlerdir. İslam yolunda yurume heyecanını kaybetmişlerdir. Artık hayatı, dunyevi arzu ve heveslerin mucadelesi olarak algılamaktadırlar. Fani istekler insanlara yeter hÂle gelmiştir. Gonullerdeki muhabbet ve haşyet hisleri kaybolmuştur. Ebedîlik iştiyakı unutulmuştur. Bircoğunun manevi emaneti taşımaya mecali kalmamıştır. Hayatın anlamı, ne yazık ki, basit gayelerin, sufli emellerin gercekleştirilmesine indirgenmiştir.

Gelişme, ardından zayıflama sadece dinî hayata mahsusda değildir. Tabiatta her şey bu anlamda bir değişimi yaşıyor. Oluyor ama ardından diriliyor; kayboluyor fakat arkasından yeniden ortaya cıkıyor. Bitkiler, once butun guzellikleriyle yeşeriyor, urun veriyor; ardından sararıp toprağa gomuluyor. Ancak orada kalmıyor. Baharla birlikte yeniden hayat buluyor, filiz verip ayağa kalkıyor.

Bununla bize Âdeta şu cağrı yapılmaktadır:

“Bakın! Tabiat bile durduğu yerde durmuyor. İlelebet olum uykusuna yatmıyor. Belki yeni bir mevsime, yeniden dirilişe hazırlanıyor. Kışın olse bile baharda canlanmasını biliyor. Ciceğiyle boceğiyle harekete geciyor. Bitkisiyle ağacıyla yeniden hayat buluyor. Oyle ise ey insan! Seninde dirilme vaktin geldi. Artık iman ve teslimiyetle yeniden doğmalısın.”


Kuşlar da baharda bir başka otuyorlar. Sabahları, kendilerine has tespihleriyle gune uyanıyorlar. Kış uykusuna yatan canlılar da baharla beraber harekete geciyorlar. Butun bunlarda elbette ki bizlere mesajlar vardır. Mevcudat bize bir cağrı yapıyor ve lisan-ı hÂliyle Âdeta şoyle diyor:

“Ey insan! Bak senin de artık gaflet uykusundan ayağa kalkma zamanın.”


Bu cağrıya kulak verenler once kendi ic dunyalarına donmeliler. Cunku dış dunya bizi cok meşgul etti. Servetin, şohretin, etiketin peşine yıllarımızı harcadık. Artık kalbimizi dinlememiz, ruhumuzdaki akikat ışığını gormemiz gerekiyor. Zira kalp gerceği inkÂr etmez. Nitekim Kur’an bizleri kendi ic dunyamızda tefekkure davet eder ve şoyle der:


“Kendi nefsinizde nice deliller vardır. Hala duşunmuyor musunuz?”
(Zariyat, 51/21.)

Yucelmek isteyenler ic dunyalarında derinleşmeliler. Hakikat derdi olanlar kalbin yolunu takip etmeliler. Durust ve samimi olmak isteyenler kalplerine kulak vermeliler. Cunku manevi feyizlerin, ruhsal zenginliklerin, hakikat ışıklarının kaynağı orasıdır. Butun peygamberler, ic dunyalarından işe başladılar. Cebrail vahyi once peygamber kalbine koydu. Vahiyle once peygamber kalbi aşılandı. (Şu’ara, 26/194.) Peygamberin ve ummetin dirilişi buradan başladı.

Yine dirilişe talip olan kimse, hayattaki onceliklerini iyi tayin etmelidir. Aksi takdirde bu fÂni ve ayartıcı hayat onceliklerini ona kabul ettirir. Mal, makam, şan, şohret onu peşinden surukler de bir omur boyu ne yaptığının farkına dahi varamaz. Kendi urettiği tekniğin, teknolojinin cazibesine kapılır. Debdebenin, şatafatın buyusu aklını başından alır. Bilmez ki bunlar, insanın ayağındaki prangalar, boynundaki tasmalar gibidir. Bunlar, ebedîliğe uzanan yolun haramileri, yol kesicileridir. Bunlara takılanların sonsuzluğa uzanması, fÂni arzu ve hevesleri bırakıp ebedî guzelliklere varması mumkun değildir.

Hayatın anlamı sonsuzlukta gizlidir. Varlığın sırrı ebedîlikte saklıdır. Nitekim Kur’an muminlere vaat ettiği cennetleri hep ebedîlikle niteler. Dunyanın fÂni, ahiretin baki olduğunu tekrarlar. Oyle ise insanın, ic dunyasında kodlanmış olan bu ebedîlik arzusunu keşfetmesi gerekir. Onu keşfedemeyenlerin bu hayata bakışları hep carpık olacaktır. Hayatın aldatıcılığını anlayamayacaklardır. Su diye serabın peşine duşmekten kurtulamayacaklardır. Hayatın yanıltıcı cazibesi kıskıvrak onları yakalayacak, onun sanal buyuleyiciliği karşısında ezileceklerdir. Oyle ise hayatı, ebedîliğin ufkundan ve sonsuzluğun ışığı altında okumak lazımdır.

Peygamberler de ebedî olana davet etmediler mi?

Hz. İbrahim, “kaybolanları, yok olanları sevmem” derken, ebediliğe olan iştiyakını ifade etmedi mi? (En’am, 6/76.)

İbrahim, İshak, Yakup ve diğer guzide peygamberler, ebedi yurdun, ahiret yurdunun ozlemiyle yaşamadılar mı? (SÂd, 38/46.)

“FÂniyim, fani olanı sevmem, acizim aciz olanı istemem” diyenler de Ebedî Dost’a olan sevdalarını terennum etmediler mi?

Yeniden ihyanın şartlarından bir diğeri de varlığı okumak ve hayatı anlamlandırmak. Aile hayatından tabiata sayısız guzellik bize goz kırpmaktadır. Yeşile burunmuş ovaları, ciceklerle suslenmiş bayırları, cağıldayan nehirleri, cıvıl cıvıl oten kuşları ve daha nice guzellikleri ile varlık bizi kendine davet etmektedir. Varlığın her zerresinde kodlanmış şifreler, cozulmeyi beklemektedir. Tabiatı seyrettikce, onu dinledikce kendimizle buluşuyoruz. İcimizi bir sukûnet kaplıyor. Hayatın anlamsız olmadığını duşunuyoruz. (Âl-i İmran, 3/191.)

Baktığımız her şey bize varlığın sahibini hatırlatıyor. Tabiatla kurulan ulfetten ilahî muhabbete, fani sevgilerden ilahî sevgiye erişiyoruz. Neticede tabiatın, yaratılışın guzelliklerine meftun olup da onun arkasındaki sonsuz guzellik kaynağına sırt cevirenlere şaşırıyoruz. Yaratıcının kÂinattaki hÂkimiyetini kabul edip de kendi uzerlerindeki otoritesine yanaşmayanlara hayıflanıyoruz. Kur’an bunlara şu anlamlı soruyu soruyor:


“Tohumları ve cekirdekleri catlatıp yeşerten kuşkusuz Allah’tır! O, oluden diriyi, diriden oluyu cıkarır. İşte butun bunları yapan Allah’tır!
Boyle iken nasıl olur da O’na iman ve itaatten uzaklaşırsınız?”
(En’am, 6/95.)


Diyanet Aylık Dergi / Haziran 2014

__________________