Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! (Hakk’ın) vaad ettiği şeyler, size doğru hızla geliyor. Sizler de Ă‚hirete doğru koşarak gidiyorsunuz. Dunya sizden ayrılmak icin arkasını donmuş gidiyor, Ă‚hiret ise size doğru (koşarak) geliyor. Şuphesiz ki kendisine doğru gittiğiniz (sonsuzluk) diyĂ‚rı, icinden cıkıp ayrıldığınız (fĂ‚nîlik) diyĂ‚rından size daha yakındır.”1
[İnsanoğlunun hayat mĂ‚cerası, başlıbaşına bir ibret sahnesidir: İnsan, dunyaya hicbir şeyi olmadan gelir. Dunyaya Ă‚it hicbir şeyi de yanında goturemez. Rabb’imiz, biz kullarını, fĂ‚nî dunyanın yaldızlı cĂ‚zibeleriyle imtihan eder. MĂ‚nevî terbiyeden gecmemiş bir insan, bu apacık gerceği bile bile, dunya muhabbetiyle hırsa kapılır. Bir gun vedĂ‚ edeceği şeyler icin, ilĂ‚hî hudutları ciğner. Sonsuzluk diyĂ‚rı olan Ă‚hiretini mahvetmek pahasına, fĂ‚nîlik diyĂ‚rı olan dunyasını îmĂ‚r etmekle uğraşır durur.
HĂ‚lbuki butun fĂ‚nî nîmetler bir kişinin olsa, ve o, zevk u safĂ‚ uzere bin yıl yaşasa ne fayda! Sonunda gideceği yer, bu kara toprağın dar bir cukuru değil midir? Dunya vefĂ‚sızdır; verdiği her şeyi bir gun mutlakĂ‚ geri alır. Kula ise yalnızca hesĂ‚bı ve azĂ‚bı kalır. Bu itibarla, Ă‚hiretten habersiz yaşanan bir dunya hayatı, saĂ‚det ve saltanat icinde gecmiş olsa bile, hakîkatte bir ebediyet iflĂ‚sından başka nedir ki?!
Asıl saĂ‚det, bu fĂ‚nî cihanda CenĂ‚b-ı Hakk’ın rızĂ‚sını, muhabbetini ve dostluğunu kazanarak ebedî hayata selîm bir kalp ile intikal edebilmektir. Gercek akıllı kimse de, olumu hatırından cıkarmayan ve Ă‚hirette gitmek istediği yere gore, bugunden hazırlık yapan kimsedir. Zira CenĂ‚b-ı Hak:
“Ey îmĂ‚n edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, cunku Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) buyurmaktadır.
Diğer taraftan Hak TeĂ‚lĂ‚; “fecre andolsun” buyurarak butun mahlûkĂ‚tın yeni bir gune uyandığı o buyuk Ă‚na yemin ediyor. Demek ki Rabb’imiz, o Ă‚nın hikmetlerine dikkat kesilip onun tefekkurunde derinleşmemizi istiyor. Biz de her fecir vakti, şoyle bir tefekkur iklîmine girmeliyiz:
CenĂ‚b-ı Hak bana omur takviminden yeni bir sayfa actı. HĂ‚lbuki bu yeni fırsatı nicelerine vermedi. Dun hayatta olan pek cok insan, bugun hayatta değil. Bu yeni gun, beni dunyadan bir gun daha uzaklaştırdı, Ă‚hirete ise bir gun daha yaklaştırdı. Aldığım her nefes, beni son nefese yaklaştırıyor. O hĂ‚lde bugunumu nasıl değerlendirmeli, bugunku sayfamı nelerle doldurmalıyım? Zira KirĂ‚men KĂ‚tibîn meleklerinin kaydını tuttuğu gunluğum, ilĂ‚hî mahkemenin dosyası olarak kıyĂ‚mete havĂ‚le edilecek…
Bu itibarla, gercek hayatın Ă‚hiret olduğunu ve bu fĂ‚nî dunyaya Ă‚hireti kazanmak icin gonderildiğimi aslĂ‚ unutmamalıyım. Bugunumu, son gunum olabileceği şuuruyla yaşamalı, her nefesi son nefes bilmeliyim.
“Yarın yaparım diyenler helĂ‚k oldu.” buyruluyor. Yarın sağ mıyım, değil miyim, mechul! Efendimiz (s.a.) de; “Namazını, (dunyaya) vedĂ‚ eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” buyuruyor.2 O hĂ‚lde bugun namazlarımı, bu hĂ‚let-i rûhiye icinde huşû ile kılmalı, maddî-mĂ‚nevî borclarımı odemeli, uzerimde hakkı bulunanlarla helĂ‚lleşmeli, kimseyi incitmeyip kimseden incinmemeli, etrafıma dĂ‚imĂ‚ rahmet tevzî etmeliyim. VelhĂ‚sıl dunyaya vedĂ‚ eden bir kimse gibi hassas ve rakik bir gonle sahip olmalıyım…]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! AllĂ‚h’ın tĂ‚atini kendine ticĂ‚ret edin ki sermayesiz olarak devamlı kĂ‚r elde edesin!”3
[Dunya hayatının en kazanclı anları, AllĂ‚h’a itaat hĂ‚linde gecirilen vakitlerdir. Dunyadaki en kĂ‚rlı ticĂ‚ret de, fĂ‚nî olanı vererek bĂ‚kî olanın kazanıldığı alışveriştir. Bu sebeple mu’minin en buyuk bahtiyarlığı, CenĂ‚b-ı Hakk’ın emirlerine tam bir teslîmiyet gostererek sĂ‚lih bir kul olmaktır.
Hakk’a kul olan, O’nun mahlûkĂ‚tına kul olmaktan kurtulur, gercek hurriyete kavuşur. Aksi hĂ‚lde insan, zĂ‚lim insanların kulu-kolesi, malın-mulkun esiri, nefsĂ‚nî arzuların zebûnu olmaktan kurtulamaz. Bu esĂ‚retlerden yegĂ‚ne kurtuluş fidyesi ise, nefsini CenĂ‚b-ı Hakk’a rĂ‚m ederek O’nun emirlerine tam teslim olmaktır. Mu’min icin dunya hayatında bundan kĂ‚rlı bir ticĂ‚ret yoktur. Zira nefsini AllĂ‚h’a satan, yani hevĂ‚ ve heveslerinden vazgecerek ilĂ‚hî emirlere teslîm olan kimse, dunyadan da nasîbini alır. Fakat kendini dunyaya rĂ‚m eden bir kimse, AllĂ‚h’ın rızĂ‚sından mahrum kalır. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Kim Ă‚hiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dunya kĂ‚rını istiyorsa, ona da dunyadan bir şeyler veririz. Fakat onun Ă‚hirette bir nasîbi olmaz.” (eş-ŞûrĂ‚, 20)
Dunya hayatında Allah rızĂ‚sı yerine dunyevî menfaatler icin calışıp bitkin duşen gĂ‚filler hakkında da Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de; “: Calışmış, fakat boşuna yorulmuş.” (el-ĞĂ‚şiye, 3) buyrulmaktadır. Bu hazin Ă‚kıbete dûcĂ‚r olmamak icin, şu Ă‚yet-i kerîmenin muhtevĂ‚sına girmek îcĂ‚b eder:
“Allah mu’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111)
RivĂ‚yete gore bu Ă‚yet-i kerîme, Mekke’de ağır cileler altında tevhid mucĂ‚delesi veren Peygamber Efendimiz’i kendi beldelerine dĂ‚vet eden Medîneli mu’minlerin, Akabe’de yaptıkları bey’at uzerine nĂ‚zil olmuştur. Bu bey’atte Medînelilerden Abdullah bin RevĂ‚ha (r.a.) ayağa kalkarak:
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Rabb’in ve kendin icin, bize istediğin şartı koşabilirsin.” dedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şoyle buyurdu:
“ĞRabb’im icin şartım, O’na ibadet etmeniz ve hicbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de oylece korumanızdır.”
Medîne’den gelen mubĂ‚rek sahĂ‚be topluluğu:
“–Boyle yaparsak karşılığında bize ne var?” diye sordular. Hazret-i Peygamber (s.a.) cevĂ‚ben:
“ĞCennet var!” buyurunca oradakiler:
“–Ne kĂ‚rlı bir alışveriş! Bundan ne doneriz, ne de donulmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)
CenĂ‚b-ı Hak, en guzel ve en kĂ‚rlı ticĂ‚reti şoyle tĂ‚rif buyuruyor:
“AllĂ‚h’ın kitĂ‚bını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve Ă‚şikĂ‚r infĂ‚k edenler, «ticĂ‚reten len-tebûr» (aslĂ‚ zarara uğramayan bir kazanc) umabilirler. Cunku Allah, onlara mukĂ‚fatlarını tam olarak oder ve lûtfundan onlara fazlasını verir…” (FĂ‚tır, 29-30)
Bu Ă‚yet-i kerîmelerde haber verilen ebedî kurtuluş vesîlesi ticĂ‚retin ilk adımı; Kur’Ă‚n-ı Kerîm’i okumak, okutmak, hayatımızı onun olculerine gore tanzim etmek, Kur’Ă‚n hakîkatleriyle ince, derin ve zarif bir rûha sahip olabilmektir.
İkincisi ise, namazı ikāme etmek… Yani namazda CenĂ‚b-ı Hak’la buluşabilmek. CenĂ‚b-ı Hak, dĂ‚imĂ‚ bizimle olduğunu bildiriyor. Bizim de her dĂ‚im O’nunla olmamızı istiyor. Rûhumuzun mîrĂ‚cı olan namazı da, dunya şartlarında yaşanabilecek ilĂ‚hî vuslata en buyuk vesîle kılıyor. Bunun icindir ki; “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor.
MirzĂ‚ Mazhar CĂ‚n-ı CĂ‚nĂ‚n (r.aleyh) şoyle buyurmuştur:
“Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namaz, butun husûsiyetleri kendisinde toplamıştır. O, Kur’Ă‚n-ı Kerîm tilĂ‚veti, tesbîhat, salevĂ‚t-ı şerîfe ve istiğfar gibi zikirlerin nurlarını ihtivĂ‚ eder. Eğer namazın edepleri hakkıyla yerine getirilirse, Asr-ı SaĂ‚det’in rûhĂ‚nî hĂ‚llerine benzeyen en feyizli ve doğru hĂ‚ller namazda hĂ‚sıl olur.”4
Ebedî kurtuluş vesîlesi olan “ticĂ‚reten len-tebûr”un ucuncu şartı ise, gizli ve Ă‚şikĂ‚r olarak infakta bulunabilmektir. Mu’min, gizli infĂ‚kı tercih etmelidir. Fakat Ă‚şikĂ‚r infĂ‚ka mecbur kaldığında da, -riyĂ‚ ve gosteriş tehlikesi sebebiyle- ihlĂ‚sını korumaya daha buyuk bir îtinĂ‚ gostermelidir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Mu’minin iki kalbi olur, biriyle umit besler, diğeriyle korkar.”5
[Dunyevî meselelerde korku ve muhabbet, bir kalpte birleşmez. Fakat mĂ‚neviyatta durum farklıdır. KĂ‚mil bir mu’min, CenĂ‚b-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin tefekkurunde derinleştikce, gonlu muhabbetullah ile dolar. “Yaratan Rabb’inin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emrine itaat ederek, muhabbet nazarıyla baktığı her varlık vesîlesiyle, kalben CenĂ‚b-ı Hakk’a vĂ‚sıl olur. Bu yakınlık ve dostluğu kaybetmemek icin de, mustesnĂ‚ bir titizlik gosterir. AllĂ‚h’ın muhabbetini zedeleme endişesiyle Ă‚deta yureği titrer.
Peygamberler ve evliyĂ‚ullĂ‚hın hayatları, bu hĂ‚lin zirve tezĂ‚hurleriyle doludur. Nitekim AllĂ‚h’ın Halîl’i olan İbrahim (a.s.) bile, bu endişeyle Rabb’ine; “(Kulların) diriltilecekleri gun beni mahcup etme!” (eş-ŞuarĂ‚, 87) niyĂ‚zında bulunmuştur.
Havf ve recĂ‚, yani korku ve umit, mu’minin kalbinde dĂ‚imĂ‚ bulunması gereken bir kulluk dengesidir. Yani mu’minin kalbinde, AllĂ‚h’ın rızĂ‚ ve muhabbetinden mahrum kalarak gazabına dûcĂ‚r olma korkusuyla; O’nun sonsuz rahmet ve mağfiretine nĂ‚il olabilme umîdi, dĂ‚imĂ‚ dengeli bir şekilde mevcut olmalıdır. Mu’min, son nefesine kadar bu kalbî Ă‚hengi muhĂ‚faza etmelidir. Zira Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde, Cennet’e bir karış kala ilĂ‚hî azĂ‚ba dûcĂ‚r olanlar ve bunun aksine, Cehennem’e bir karış kala ilĂ‚hî rahmete mazhar olanlar haber verilmektedir.
Yani son nefeste kimin îmanla selĂ‚met bulacağı mechuldur. Bu hususta peygamberler ve onların mujdelediklerinin dışında hic kimsenin bir garantisi yoktur. Bununla birlikte Ă‚yet-i kerîmede:
“Ey îmĂ‚n edenler! Eğer siz AllĂ‚h’a (O’nun dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyrulmaktadır. Bu itibarla mu’min, son nefeste îman selĂ‚meti icin hem hayatı boyunca rızĂ‚-yı ilĂ‚hî istikĂ‚metinde gayret etmeli, hem de CenĂ‚b-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nĂ‚il olabilme umidiyle duĂ‚ ve ilticĂ‚ hĂ‚linde bulunmalıdır. Nitekim Yûsuf (a.s.) da;
“…(Ey Rabbim!) Beni musluman olarak vefĂ‚t ettir ve beni sĂ‚lihler arasına kat!”6 niyĂ‚zıyla CenĂ‚b-ı Hakk’a ilticĂ‚ hĂ‚linde olmuştur.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Dunya derin bir deryĂ‚dır. (Ârif olmayan Ă‚limler ve) pek cok insan bu deryĂ‚da boğulup helĂ‚k olmuştur. Bu deryĂ‚da senin gemin AllĂ‚h’a (mutmain bir kalp ile) îmĂ‚n etmek olsun. Geminin donanımı ise takvĂ‚ ve ibadetler olsun! Geminin (seyr u seferini temin eden) yelkenleri de, dîn olsun! Boyle bir gemiyle AllĂ‚h’a tevekkul ederek yol alırsın, (yine de neticede) belki kurtulur, belki de kurtulamazsın!”7
[Ebediyet yolcusu olan insanın bu dunyada kazanması gereken en muhim Ă‚hiret azığı, şuphesiz ki îman ve amel-i sĂ‚lihlerdir. Bununla birlikte kĂ‚mil bir mu’min, ne kadar sĂ‚lih ameller işlese de bunlara guvenerek kendisinin kurtulacağına, yani Cennet ehlinden olacağına kesin gozuyle bakamaz. Amellerini en guzel şekilde îfĂ‚ etmekle beraber, buna değil, yalnızca AllĂ‚h’ın rahmet ve mağfiretine umit bağlar. Bu hĂ‚l, mu’minleri amellerine guvenerek mağrur olma illetinden de koruyan muhim bir kulluk edebidir. Bunun icindir ki velî kullar, mustesnĂ‚ bir takvĂ‚ hayatı yaşamalarına rağmen, yine de kendilerini insanların en gerisinde kabul eder, herkesin kurtulup kendilerinin kurtulamayacağı endişesiyle kulluk gayretlerini daha da artırmaya calışırlar.
Nitekim ilim ve irfandaki mustesnĂ‚ mevkii sebebiyle, yaşadığı asırda “Guneşler Guneşi” diye tanınan HĂ‚lid-i BağdĂ‚dî Hazretleri, bu kulluk edebinden doğan hissiyĂ‚tını, kardeşine şoyle ifĂ‚de etmiştir:
“…Hic kimseyi hakir gorme, kendini de hic kimseden ustun gorme! Butun gayretini kalbî ve bedenî ibadetlere ver! Bununla birlikte kendini «hic hayırlı amel işleyememiş bir zavallı» olarak gor!.. AllĂ‚h’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu gunden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum… Eğer kendi nefsini butun hayırlı işlerde iflĂ‚s etmiş olarak gormuyorsan, bu, cehĂ‚letin en son noktasıdır. Kendini iflĂ‚s etmiş olarak gorunce de sakın AllĂ‚h’ın rahmetinden umîdini kesme! Zira AllĂ‚h’ın fazl u ihsĂ‚nı, kul icin butun insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır…”
Diğer taraftan hicbir kul, ne kadar gunah işlemiş olursa olsun, AllĂ‚h’ın rahmet ve mağfiretini yok sayarcasına umitsizliğe kapılıp kendisini kesin Cehennemlik olarak gormemelidir. Nitekim yuce Rabb’imiz şoyle buyurur:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! AllĂ‚h’ın rahmetinden umit kesmeyin! Cunku Allah butun gunahları bağışlar. Şuphesiz ki O, cok bağışlayan, cok esirgeyendir.” (ez-Zumer, 53)
Bu Ă‚yet-i kerîmede mujdelenen ilĂ‚hî rahmete nĂ‚il olabilmek icin, hemen ardından gelen şu Ă‚yet-i kerîmenin de muhtevĂ‚sına girerek, tevbe ile Hakk’a yonelmek îcĂ‚b eder:
“Size azap gelip catmadan once Rabb’inize donun, O’na teslîm olun, sonra size yardım edilmez.” (ez-Zumer, 54)
Peygamber Efendimiz (s.a.) de şoyle buyurmuştur:
“Eğer mu’min, AllĂ‚h’ın azĂ‚bının şiddet ve keyfiyetini bilseydi, Cennet umîdine kapılmazdı. KĂ‚fir de AllĂ‚h’ın rahmetini tam olarak idrĂ‚k edebilseydi, O’nun Cennet’inden aslĂ‚ umîdini kesmezdi.” (Muslim, Tevbe 23)
Havf ve recĂ‚ husûsunda Kur’Ă‚n ve Sunnet’in telkinleriyle yetişen sahĂ‚be-i kirĂ‚m da buyuk bir mĂ‚nevî uyanıklık ve rikkat-i kalbiyye hĂ‚linde olmuşlardır. Nitekim İbn-i Ebî Muleyke (r.aleyh) şoyle demektedir:
“Rasûlullah (s.a.)’in ashĂ‚bından otuz kişiye ulaştım. Onların hepsi de kendi nefisleri icin nifaktan korkuyorlardı. Onların hicbiri (yuksek edeplerinden dolayı) Cibrîl ve MîkĂ‚îl’in îmĂ‚nı gibi (kuvvetli) bir îmĂ‚na sahip olduğunu soyleyemiyordu.” (BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n, 36)
Hazret-i Omer (r.a.) gibi buyuk bir İslĂ‚m şahsiyeti bile, kendisini bu endişeden sĂ‚lim gormezdi. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.), kalbinde nifak alĂ‚meti bulunanları, sadece sırdaşı Huzeyfetu’l-YemĂ‚nî (r.a.)’a bildirmişti. Bunu bilen Hazret-i Omer (r.a.), halîfeliği zamanında bir gun Hazret-i Huzeyfe’ye gidip gonlunu tedirgin kılan o buyuk endişeyi dile getirdi:
“–Ey Huzeyfe! Allah aşkına soyle; bende nifak alĂ‚meti var mı?!”
Hazret-i Huzeyfe de:
“–Ey Halîfe! Yalnız sana te’minat veririm; sende nifak alĂ‚meti yok!..” karşılığını verdi.
İşte o Hazret-i Omer (r.a.), butun fazîletlerine rağmen, yureğindeki havf ve recĂ‚ dengesi sebebiyle şoyle buyurmuştur:
“Şayet gokten gelen bir ses;
«–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cehennem’e girecek.» dese, acabĂ‚ o kimse ben miyim diye korkarım.
«–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cennet’e girecek.» dese, o zaman da acabĂ‚ o kişi ben miyim diye umîd ederim.”8
VelhĂ‚sıl mu’minin kalbi dĂ‚imĂ‚ korku ile teyakkuzda, umit ile de huzur ve denge hĂ‚linde bulunmalıdır.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Dunyadan sana yetecek kadar al! Âhiretine zarar verecek şekilde ona iyice dalma! Dunyayı da tamamen terk etme ki sonra insanlara muhtac hĂ‚le gelirsin (onlara yuk olursun). Şehvetini kıracak kadar oruc tut. Fakat seni (tĂ‚katsiz bırakıp) namazdan alıkoyacak kadar cok oruc tutma! Zira namaz, AllĂ‚h’a oructan daha sevimlidir.”9
[Mu’min her hususta îtidal uzere olmalı, ifrat ve tefritten, yani aşırıya kacmaktan sakınmalıdır. Dunyevî meşgalelerinde, uhrevî gayret ve hizmetlerinde, hattĂ‚ ibadet hayatında, hicbir zaman aşırıya kacmamalı, dĂ‚imĂ‚ Allah ve Rasûlu’nun tĂ‚yin ettiği hudutlar icinde dengeli bir hayat yaşamalıdır. Kulluk hayatının makbul bir kıvamda devamı da buna bağlıdır.
Rasûlullah (s.a.) Efendimiz bir gun:
“ĞOrta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hicbiriniz ameli sĂ‚yesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı. Yanındaki sahĂ‚bîler:
“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey AllĂ‚h’ın Rasûlu?” diye hayretle sordular. Efendimiz (s.a.):
“Ğ(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa, o başka!” cevĂ‚bını verdi. (Muslim, MunĂ‚fikîn, 76, 78)10
İbĂ‚detlerde ihmalkĂ‚r davranmak, insanı Ă‚hirette zor durumda bırakacağı gibi, aşırı heyecana kapılıp hırsla hareket etmek de bir muddet sonra yorgunluk, bıkkınlık ve yanlışlıklara sebep olabilir. O hĂ‚lde orta yolu tutmak ve devamlılığı esas almak gerekir. Şu hĂ‚dise bunu ne guzel îzah etmektedir:
Rasûlullah (s.a.) bir gun ashĂ‚b-ı kirĂ‚ma kıyĂ‚metten bahsetmişti. Onlar da cok duygulanıp ağladılar. Sonra iclerinden on kişi Osman bin Maz’ûn’un evinde toplandı. Yaptıkları istişĂ‚re neticesinde, bundan boyle dunyadan el etek cekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gunduzlerini orucla, gecelerini de sabaha kadar ibĂ‚detle gecirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alĂ‚kayı azaltmaya, guzel koku surunmemeye ve yeryuzunde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Rasûlullah (s.a.) Efendimiz bundan haberdar olunca, once onları îkaz buyurdu, sonra da ashĂ‚b-ı kirĂ‚mı toplayıp şoyle hitĂ‚b etti:
“BĂ‚zı kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme icmeyi, guzel koku surmeyi, uyumayı ve meşrû dunya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şuphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dînimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak olmadığı gibi, dunyadan el etek cekip manastırlara kapanmak da yoktur. Ummetimin seyahati oruc, ruhbanlıkları (takvĂ‚ları) ise cihaddır. AllĂ‚h’a ibadet ediniz, O’na hicbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekĂ‚tınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da oyle olsun. Sizden onceki ummetler, aşırılıkları yuzunden helĂ‚k oldular. Dîni kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugun kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların bakiyeleridir.”
Bunun uzerine şu Ă‚yet-i kerîme nĂ‚zil oldu:
“Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h’ın size helĂ‚l kıldığı guzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Cunku Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-MĂ‚ide, 87) (Bkz. VĂ‚hidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Allah’tan kork da kalbin fucur ile / gunah lekeleriyle dolu olduğu hĂ‚lde, sana ikram etsinler diye insanlara, Allah’tan korkuyormuşsun gibi gorunme!”11
[RiyĂ‚, iki yuzluluk ve dînî duyguları istismar etmek, İslĂ‚m ahlĂ‚kıyla aslĂ‚ bağdaşmayan son derece cirkin vasıflardır. Umduğu bir menfaati elde etmek icin sĂ‚lih insanların yanında kĂ‚mil bir mu’min gibi gorunup onların yanından ayrılınca buna zıt davranışlar sergilemek, kalplerden gecenleri dahî bilen CenĂ‚b-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Bunun icindir ki Rasûlullah (s.a.) Efendimiz, şu îkazda bulunmuşlardır:
“Ummetim hakkında en cok korktuğum şey, AllĂ‚h’a şirk koşmaktır. Bu sozumle onların Ay’a, Guneş’e veya puta tapacaklarını kasdetmiyorum. Beni korkutan asıl şey, AllĂ‚h’ın rızĂ‚sının dışındaki gĂ‚yeler icin yapılacak ameller ve gizli şehvetlerdir (riyĂ‚ ve gosteriş duygularıdır).” (İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 21)
Gercek bir mu’minin alĂ‚met-i fĂ‚rikası ise; samimiyetidir, ihlĂ‚sıdır, sadĂ‚katidir. MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, gonullerdeki bu hĂ‚lisiyeti muhĂ‚faza icin:
“Ya olduğun gibi gorun, ya da gorunduğun gibi ol!..” buyurmuştur.]
CenĂ‚b-ı Hak cumlemize, ihlĂ‚s, samimiyet, sadĂ‚kat ve edeple muzeyyen bir kulluk hayatı yaşamayı, rızĂ‚sı yolunda îman heyecanıyla hizmet edebilmeyi nasip ve muyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Bkz. Beyhakî, ez-Zuhdu’l-Kebîr, s. 201, no: 501. 2) İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 15. 3) Ahmed, ez-Zuhd, Beyrut 1999, s. 43, no: 269; Beyhakî, ez-Zuhdu’l-Kebîr, s. 281, no: 721. 4) Abdullah Dehlevî, MakĂ‚mĂ‚t-ı Mazhariyye, s. 73. 5) Ahmed, ez-Zuhd, s. 87, no: 537. 6) Yûsuf, 101. 7) Beyhakî, ez-Zuhdu’l-Kebîr, Beyrut 1996, s. 139, no: 269. 8) Ali el-Muttakî, XII, 620/35916. Ayrıca bkz. İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-NĂ‚r, Dımeşk 1979, s. 15. 9) Beyhakî, ez-Zuhdu’l-Kebîr, s. 84, no: 91. 10) Ayrıca bkz. BuhĂ‚rî, RikĂ‚k, 18, MerdĂ‚ 19. 11) Ahmed, ez-Zuhd, Beyrut 1999, s. 44, no: 270.
__________________
Hak Dostlarından Hikmetler -Lokman Hakîm (a.s.)- 5
Dini Bilgiler0 Mesaj
●22 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eđitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Hak Dostlarından Hikmetler -Lokman Hakîm (a.s.)- 5