İslÂm’ın hedeflediği “kÂmil bir mu’min” olabilmek icin, dîni “ilim, amel ve ihlÂs” butunluğu icinde idrÂk edip yaşamak îcÂb eder. Hakîkaten;
• Makbul bir kulluk hayatı icin “ilim” zarurîdir. LÂkin ilim, kulu huşû, takv ve sÂlih amellere sevk ederek mÂrifetullÂh’a ulaştırıyorsa Hak katında bir kıymet ifÂde eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...Kul*la*rı icin*de an*cak Âlim*ler Al*lah’tan (hakkıyla) kor*karlar...” (FÂ*tır, 28)
Demek ki ilimle iştigÂl ettiği hÂlde, kalbinde yeterince takv duygusu / Allah korkusu inkişÃ‚f etmemiş bir kimsenin bu tahsilinde hayır yoktur. Nebevî tÂbiriyle o ilim; faydasız ilimdir.1 Ne son nefeste fayda verir, ne kabir hayatında, ne de Âhirette...
• Makbul bir kulluk hayatı icin mu’min, “ilmiyle Âmil” olmalıdır. Amel edilmeyen bir ilim, Hazret-i MevlÂnÂ’nın tÂbiriyle; “odunc alınmış suslu bir elbise” gibidir. O ilim, kişinin şahsiyet ve karakter harcına karışmaz, dolayısıyla irfÂna donuşmez.
İlim yalnızca zihne depo edilip dilde kalırsa, kalbe tesir etmeyip davranışlara yansımaz ise, faydasız bir hamallıktan ibÂret kalır. CenÂb-ı Hak, bu vasıftaki Benî İsrÂil Âlimleri icin; “kitap yuklu merkepler” teşbihinde bulunmaktadır.2 Gercekten de ilÂhî hakîkatler karşısında alık ve abus bir hÂlde kalanlar, nefsÂnî arzularının sefil bir esiri olmaktan kurtulamazlar.
• Makbul bir kulluk hayatı icin “ihlÂs ve takv” zarûrîdir. Yani dînin zÂ*hi*rini teşkil eden ilim ve ameller, bÂtınını teşkil eden ihlÂs ve takv ile mezcedilmelidir. Zira ilim ve amelin makbûliyeti, ancak kulun ihlÂs ve takvÂsı derecesindedir.
İbadetlerin şeklî kısmını ekseriyetle Sunnet-i Seniy*ye’*den oğreniriz. CenÂb-ı Hak ise Kur’Ân-ı Kerîm’*de da*ha ziyÂde ibadet*lerin kal*bî cihetine işaret eder. Me*se*lÂ; “Mu’minler felÂh buldu…” bu*yurur. Hemen devamında ise bunun kalbî bir vasfa bağlı olduğuna dikkat cekerek; “Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” buyurur. (Bkz. el-Mu’minûn, 1-2)
Yani ibadetlerin bir şeklî bir de kalbî tarafı vardır. Tasavvuf da, Kur’Ân’da bahsi gecen, ihlÂs, takvÂ, huşû, tevbe, rız gibi rûhÂnî hÂllerin nasıl yaşanacağını; buna mukābil, riyÂ, ucup, kibir, haset gibi nefsÂnî marazların nasıl bertaraf edileceğini oğreten bir mÂnevî terbiye yoludur.
İmÂm-ı RabbÂnî Hazretleri, sohbetlerinde ve mektuplarında sık sık şu îkazda bulunmuşlardır:
“Şerîatin (dînî hayatın) uc kısmı vardır: İlim, amel ve ihlÂs. Bunlar tam olarak îf edilmedikce şerîatin îcÂbı yerine getirilmiş olmaz… Tasav*vufî bir hayatı elde etmekten maksat, şerîati ikmÂl etmektir. Yoksa tasavvuf, şerîatin dışında bir şey değildir…” (Bkz. İmÂm-ı RabbÂnî, MektûbÂt, I, 206, no: 36)
Yani ilim, amel ve ihlÂs, birbirini tamamlayan uc unsurdur. Dînin derûnî ciheti, ruh ve mÂn derinliği olan tasavvuf da, kulluk hayatının kÂmil ve makbul olmasını temin icin birbirini tamamlayan bu uc esastan biridir. Bu yonuyle tasavvuf, Âdeta sutun icindeki laktoz ve protein gibidir. Nasıl ki sutun icinden bu maddeler cıkarıldığında onun aslî huviyeti kaybolursa, dînî hayattan da tasavvufî derinlik ve incelikler cıkarıldığında, geriye zÂhirî kÂideler manzûmesinden ibÂret, noksan bir din anlayışı kalır.
Bu gerceğe rağmen, bilhassa gunumuzde tasavvufî hayata sahiplik iddiasıyla arz-ı endÂm eden bÂzı gÂfillerin yaptığı gibi, dîni tamamen bÂtınî hukumlerden ibÂret gorup zÂhirî hukumleri hafife almak da, tasavvufun gÂyesini idrÂk edememektir. Nitekim; “Kalbin temiz olsun da, gerisi muhim değil.” kabîlinden, nefsÂnî yaşayışa prim veren bir anlayışın, nefsi aşma yolu olan gercek tasavvufla hicbir alÂkası olamaz.
Nasıl ki Allah Rasûlu (s.a.v.), mÂnevî kemÂlÂtın zirvesinde bulunmasına rağmen, dînin zÂhirî mukellefiyetlerinden kendini muaf gormeyip onları son nefesine kadar buyuk bir aşk ve şevk ile îf etmişse, O’nu ornek alması gereken her mu’min de, -mÂnen hangi makam ve mevkîde olursa olsun- bu vazifelerini yerine getirmek durumundadır.
Cunku İslÂm’ın zÂhirî hukumleri, Âdeta vucûdu ayakta tutan iskelet gibidir. O iskelet sağlam değilse vucut binÂsı cokmeye mahkûmdur. Fakat sırf iskeletten ibÂret bir dînî hayat da -kimilerinin kasıtlı olarak gostermek istedikleri gibi- urkutucu, soğuk ve ruhsuz bir İslÂm anlayışı ortaya koyar.
İslÂm, beşikten mezara kadar, hayatın her safhasını tanzim eder. İslÂm’ın bu vasfı unutulup, ilÂhî emirler hayatın bÂzı safhalarında geri plÂnda bırakılırsa kulluk hayatında derin mÂnevî boşluklar meydana gelir ve o boşlukları nefsÂnî temÂyuller doldurmaya başlar. Bu ise kulluk hayatının Hak katında makbul bir seviyeye ulaşmasına mÂnî olur.
Bu sebeple en selÂmetli yol; Rabbimizin “kÂmil insan” modeli olarak insanlığa armağan ettiği Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in mubÂrek izinden ayrılmamaktır. Nitekim ilim, amel, ihlÂs ve takvÂ, Allah Rasûlu’nun nebevî hayatında mukemmel bir sûrette mezcolmuş bir hÂlde idi.
Bizler de O’nun ummeti olarak; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (BuhÂrî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfi muktezÂsınca, Efendimiz’e duyduğumuz muhabbet, itaat ve kalbî rÂbıtamızı, O’nunla dÂimî bir hÂl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliğine donuşturmeye gayret etmeliyiz.
Zira gonuller, Allah Rasûlu’nun hÂliyle hÂllen*diği olcude O’nunla beraberliğe nÂil olabilir. Bunun en bÂriz misÂli ashÂb-ı kirÂmdır.
Sıradan bir insanı taklid edip ona benzemek kolaydır. AllÂh’ın sÂlih bir kulunu taklid etmek ise nefse bir hayli zor gelir. Fahr-i KÂinÂt Efendi*miz’i taklid edip O’na benzeyebilmek ise, nefsÂnî arzuları bertarÂf ederek, gerektiğinde cok ağır bedeller odeyebilmeyi îcÂb ettirir. İşte sahÂbe-i kirÂm bunu başarmıştı. Kalbî hayatta merhaleler kat ederek Allah Rasûlu ile dostluğu temin etmişlerdi. Bundan dolayıdır ki Efendimiz (s.a.v.)’in emirlerini iştiyakla bekleyip O’nun her arzusuna; “Canım, malım, her şeyim Sana fed olsun y RasûlÂllah!” karşılığını vermişlerdi. Coğu zaman, hikmetini bilmedikleri hususlarda bile tam bir muhabbet ve teslîmiyetle Efendimiz’e tÂbî olmuş, suÂl sormaya bile ihtiyac duymamışlardı.
Yine Peygamber Âşığı sahÂbîler, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in şifÂhen bildirdiği emirler kadar, O’nun îm ve işÃ‚retlerine de buyuk bir hassÂsiyet gostermişlerdi. Oyle ki, O’nu bir sÂlih amel uzere bir defa gormeleri kÂfî idi. Onun farz mı, vÂcip mi, sunnet mi olduğunu sormamış; Efendimiz (s.a.v.) o sÂlih ameli emretme ihtiyacı gormese bile onu omurleri boyunca tatbik etmeye calışmışlardı. Nitekim sahÂbeden Enes (r.a.) buyurur ki:
“Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i bir gun Duh namazı kılarken gordum. O gunden sonra bu namazı hic terk etmedim.”
Bu rivÂyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassÂsiyet icinde şoyle der:
“Hazret-i Enes’in bu ifÂdelerinden sonra ben de o namazı hic terk etmedim.” (Bkz. TaberÂnî, Evsat, II, 68/1276)
SahÂbe-i kirÂm, Allah ve Rasûlu’nun yolunda canlarıyla ve malla*rıyla fedÂkÂrlıkta bulunmayı kendileri icin en buyuk nîmet, lezzet ve saÂdet telÂkkî etmişlerdi. Bu yolda cektikleri cefÂları saf hÂline getirmişlerdi. Zira gercek muhabbetin kantarı fedÂkÂrlıktır. Bu fedÂkÂrlıkları sÂyesinde de Efendimiz’le beraberliklerini ebediyyet ufkuna taşımışlardı.
Bizler de ashÂbın hÂlinden ders alarak ilim, amel ve takvÂmızla Allah Rasûlu’ne benzemeye calışalım ki, O’nunla beraberliğin izzet ve bahtiyarlığından -AllÂh’ın lûtfu ile- nasipdÂr olalım.
♦ İlimde Allah Rasûlu’ne benzemek icin: Aklımızı ve kalbimizi Kur’Ân ve Sunnet’in tÂlim ve terbiyesi altında bir omur eğitmeye gayret edelim. Zira ebedî istikbÂli kazandıracak olan gercek ilim, Kur’Ân-ı Kerîm kulturudur. Bu, butun ilimlerin hikmet tarafı ve zirvesidir.
Zira Kur’Ân’ın menşei CenÂb-ı Hak’tır. Kur’Ân, bu fÂnî îman dershÂnesinin en buyuk ders kitabıdır. En muhim ilim de, Kur’Ân’ın takv ile tahsil edilip kalbe nakşedilmesi ve gonullerde mÂrifetullÂh’a bir kapı acılmasıdır. CenÂb-ı Hak buyurur:
“O kitap (Kur’Ân); onda asla şuphe yoktur. O, takv sahipleri icin bir hidÂyettir (yol gostericidir).” (el-Bakara, 2)
“…Allah’tan korkun (takv sahibi olun), Allah size oğretir…” (el-Bakara, 282)
İlmin insanlık Âle*min*deki zirve tecel*lîsi, şuphesiz ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’dir. İlimde merhale alabilmenin gostergesi ise, Kur’Ân’ın fiilî ve muşahhas bir tefsîri olan Allah Rasûlu’nu tıpkı AshÂb-ı Suffe gibi yakından tanıyabilmek, O’nun rûhÂnî dokusundan hisse alıp, ozde ve fiilde bir musluman olabilmektir. Kur’Ân ve Sunnet’in rahle-i tedrîsinde gorulecek olan boyle bir takv tahsilinin neticesi ise; dunyada huzur, kabirde huzur, Âhirette huzurdur.
♦ Amelde Allah Rasûlu’ne benzemek icin: Kur’Ân ve Sunnet’te bildirilen ilÂhî tÂlimatları hayatımıza yansıtarak İslÂm’ı hÂl ve davranışları*mızla temsil ve tebliğ etmenin gayreti icinde bulunalım.
♦ TakvÂda Allah Rasûlu’ne benzemek icin: İlim ve amellerimizi kendi şahsî ve nefsÂnî goruşlerimizle değil, dÂim takv olculeriyle mîzÂn edelim. Zira Hak katındaki asıl kıymetimiz, takvÂmıza bağlıdır. Nitekim Yuce Rabbimiz;
“…Allah katında en değerli olanınız, en takvÂlı olanınızdır (Allah’tan en cok korkanınızdır)…” (el-HucurÂt, 13) buyurmaktadır.
TakvÂ; Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalbi koruma, nefsÂnî arzuları dizginleyip rûhÂnî istîdatları yukselterek Hakk’a guzel bir kul ve dost olabilme sanatıdır. Yine takvÂ, her hÂl ve hareketinde AllÂh’ın gazabından sakınarak O’nun rahmetine sığınmaya gayret etmektir.
TakvÂ, ihlÂs, ihsan, huşû, mÂrifetullah, muhabbetullah gibi dînin derûnî hassÂsiyetleri, bir bakıma aynı mÂnÂnın farklı ifÂdeleridir ve tasavvufun esas muhtevÂsını teşkil ederler. Tasavvufun gÂyesi de, bu hÂllerin kazanılmasıdır. Zira;
TASAVVUF: İslÂm’ın kalbî hayatıdır. Allah Rasûlu’nu aşk ile yakından tanımak ve O’nun gonul ikliminden feyz almak sûretiyle İslÂm’ı, Allah Rasûlu ve sahÂbedeki aslî keyfiyetiyle idrÂk edip tıpkı onlar gibi aşk, şevk, vecd ve guzel ahlÂk ile yaşama gayretinden ibÂrettir. Bu yonuyle tasavvuf, her nefeste Peygamber Efendimiz’le beraberlik hÂlinde olmaya gayret etmektir. Zira Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Kim Rasûl’e itaat ederse AllÂh’a itaat etmiş olur…” (en-NisÂ, 80)
TASAVVUF: Peygamber Efendimiz’in hayatıyla hem zÂhiren hem de bÂtınen butunleşebilme gayretidir. Nitekim buna muvaffak olan Hak dostları da; dînin zÂhir ve bÂtınını lÂyıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş, zuhd ve takv yolunda kalben mesÂfeler kat ederek davranış mukemmelliği*ne ve “peygamber vÂrisliği” şerefine ermiş bah*ti*yar* kullar*dır.
On*lar, Haz*ret-i Pey*gam*ber ve ashÂbını gorme şerefine nÂil olama*yanlar icin ornek alınacak zirve şahsiyetlerdir. Zira Hak dostları, tıpkı nûru*nu Guneş’ten alan Ay gibi, nebevî ahlÂkın guzelliklerini yansıtan berrak bir ayna mevkiindedirler. Onların hÂl ve tavırlarını kalbî rikkatle seyredenler, onların Âleminde nebevî ahlÂkın zarif tecellîlerini muşÃ‚hede ederler.
Mesel Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir gun ashÂbına:
“–Nefsim kudret elinde bulunan AllÂh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz muddetce cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.
AshÂb-ı kirÂm:
“–YÂ RasûlÂllah! Hepimiz merhametliyiz.” deyince Allah Rasûlu (s.a.v.):
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız gibi yalnızca bir*birinize olan merhamet değildir. BilÂkis butun mahlûkÂta şÃ‚mil olan mer*hamettir, butun mahlûkÂta şÃ‚mil merhamet!..” buyurdular. (HÂkim, IV, 185/7310)
İşte bu nebevî ahlÂk ile ahlÂklanan Hazret-i Omer (r.a.); “Dicle kenarında bir koyun suya duşup boğulsa, ilÂhî adÂlet bunun hesÂbını Omer’den sorar.” duşuncesiyle derin bir vicdan muhÂsebesinde bulunurdu.
İslÂm tarihinde beşinci rÂşid halîfe sayılan Omer bin Abdulazîz (rahmetullahi aleyh) de, dÂim bu mes’ûliyet endişesi icindeydi. Ummet icindeki fakirlerin, gariplerin, kimsesizlerin, ilÂc bulamayan hastaların, hakkını arayamayan mazlumların yardımına yetişemediği takdirde, Rabbinin bundan dolayı kendisini hesÂba cekmesinden ve Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in kendisine serzenişte bulunmasından duyduğu endişe ile gozyaşları icinde kalırdı.
İşte nebevî ahlÂk ile ahlÂklanan bir gonul insanı, kendini yureğinin uzanabildiği her yerde vazifeli addeder; muhtacların imdÂdına koşar; şefkat ve merhamet tevzî eder.
TASAVVUF: Bir arınma disiplinidir. Allah’tan uzaklaştıran her şeyden sakınarak takvÂya erebilme yoludur. Nefse karşı sulhu olmayan bir cenktir. Zira nefs; ancak buyuk cihÂd ile terbiye edilebilen, sırlarla dolu bir kuvvettir.
Hakîkaten nefs, iki uclu bir bıcak gibidir; onun terbiyesi ihmÂl edilirse mÂnevî hayata zehir sacar. Fakat terbiye ve disipline edildiğinde ise, Hakk’a vuslat yolunda kulun en kuvvetli bineği olur.
Nefis tezkiyesi, ehemmiyet ve zorluğuna binÂen “buyuk cihÂd” kabul edilmiştir. Bu tÂbiri de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, pek zorlu gecen Tebuk Gazvesi’nden donuşlerinde ifÂde buyurmuşlardır. Bu gazvede ashÂb-ı kirÂm, bin kilometre gidip donmuşlerdi. Yolculukta aclık, susuzluk gibi bircok cÂresizlikler icinde kalındı. SahÂbenin Âdeta şekli değişti, sacı sakalı birbirine karıştı, derileri kemiklerine yapıştı. AshÂb-ı kirÂm bu hÂlde iken Efendimiz (s.a.v.):
“–Şim*di ku*cuk ci*hÂd*dan en bu*yuk ci*hÂ*da; nef*sin he*vÂ*sı ile mu*cÂ*he*de*ye do*nu*yo*ruz!” bu*yurdu. (Bkz. Suyûtî, CÂmiu’s-Sağîr, II, 73)
Tasavvuf da Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in tezkiye ve terbiyesi netice*sinde ashÂb-ı kirÂmın ulaştığı mÂnevî seviyeden nasiplenmeyi hedefleyen ulvî bir yolculuktur. Peygamber Efendimiz’e vÂris olmuş gercek murebbîler elinde; nefsin terbiye, kalbin tasfiye edildiği mÂnevî bir mekteptir.
TASAVVUF: “ÎmÂn”ı “ihsan” gibi yuce bir ufka taşımanın diğer adıdır. “…Dikkat edin! Kalpler ancak AllÂh’ın zikriyle mutmain olur (huzura kavuşur).” (er-Ra‘d, 28) Âyeti muktezÂsınca, her an Allah ile beraberliğin şuur ve idrÂki icinde bulunmaktır.
TASAVVUF: Hayat ve kÂinÂta gÂfilÂne ve sathî bir nazarla değil, Âdeta bir rontgen cihazıyla bakar gibi derûnî bir nazarla bakıştır. Bu vesîleyle her oluşun ve her hÂdisenin ic yuzune, hikmetine ve perde arkasındaki murÂd-ı ilÂhîye dikkat kesilen bir gonul derinliği kazanmaktır.
TASAVVUF: Teslîmiyet pınarından kana kana ice*rek her zaman ve me*kÂn*da CenÂb-ı Hakk’ın tak*dîrinden rÂzı olma ve O’nunla dost kalabilme sa*natıdır. Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve surprizleri karşısında gonul muvÂzenesini koruyup şikÂyet ve sızlanmayı unutma ma*hÂ*re*tidir.
TASAVVUF: Bir zuhd eğitimidir. Esas hayatın Âhiret hayatı olduğu idrÂkine ererek fÂnî ve nefsÂnî arzulara gonul bağlamaktan kurtulmaktır.
TASAVVUF: MÂnevî terakkîde belli bir olgunluk seviyesine ulaşmış mu’minlerin, diğergÂm bir gonulle mahlûkÂta yonelerek onların ihtiyac ve noksanlıklarını telÂfîye calışma mes’ûliyetidir. HÂlık’ın nazarıyla mahlûkÂta bakış tarzı kazanmaktır. Şefkat ve merhametin tabiat-ı asliye hÂline gelmesi, Allah yolunda hizmetin bir hayat tarzına donuşmesidir.
Hakîkaten tasavvufî terbiye ile rûhen kemÂle ermiş kullar, kendi tekÂmulleriyle yetinmeyip etraflarında kurtaracak başka ruhlar ararlar. Muhtac ve muzdariplerin cilesiyle derinleşen kÂmil mu’minlerin gonullerinde Âdeta bir mahşer kaynar. Bu yurek yanışı onları, Yaratan’dan oturu yaratılanlara hizmet aşkıyla doldurur. Gonuller bir rahmet dergÂhı hÂline gelir.
HİZMET
KÂmil bir îmÂnın en buyuk meyvesi merhamet, onun tezÂhuru ise “hizmet”*tir. KÂmil bir mu’min, başta insan olmak uzere mah*lû*kat*tan hicbirinin sesli veya ses*siz feryÂdına bîgÂne kalamaz. AllÂh’ı zikreden bir kalbin; merhamet, fedÂkÂrlık ve hizmetten nasipsiz olması duşunulemez.
Meşhur tÂbiriyle; “Hakk’a giden yollar, mah*lû*kÂtın nefesleri adedince coktur.” Bu yolların en fe*yizlilerinden biri de Yaratan’dan oturu yaratılanlara hizmettir. Bunun icindir ki butun murşid-i kÂmiller, talebelerinin terbiyesinde hizmeti muhim bir ilerleme vÂsıtası kabul etmişler ve; “Hizmet eden, himmete nÂil olur.” buyurmuşlar*dır.
Hak dostlarından Ubeydullah AhrÂr Hazretleri şoyle buyurur:
“Ustadlarımız, istikbÂlinden umitvÂr oldukları kişileri hizmet ile meşgul ederlerdi.”3
Yine Ubeydullah AhrÂr Hazretleri, eriştiği mÂnevî mertebeyi hizmetin bereketine atfederek -tahdîs-i nîmet kabîlinden- şoyle buyurur:
“Biz bu yoldaki mesÂfeleri, sadece tasavvuf kitaplarını okuyarak değil, okuduklarımızı imkÂn nisbetinde tatbik etmek ve halka hizmetle kat ettik. Herkesi bir yoldan gotururler, bizi de hizmet yolundan goturduler.”
Diğer taraftan tasavvufun mucÂdelesi, ic Âlemden varlık, benlik, ucub, kibir ve gururu kazıyıp atarak “hiclik” ve “yokluk” hÂlini idrÂk ettir*mektir. Bunu temin eden en guzel terbiye metodlarından biri de hizmettir.
Nitekim HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri kendisine ilimde “Şemsu’ş-Şu*mûs”, yani “Guneşler Guneşi” denildiği bir zamanda dergÂhına gittiği Ab*dullÂh-ı Dehlevî Hazretleri onu karşılamaya bile cıkmadı. Ustelik onu der*gÂhın ne mihrÂbında, ne de kursusunde vazifelendirdi. Once hel temizliği hizmetine verdi. Aziz Mahmud HudÂyî Hazretleri de Bursa kadısı iken UftÂde Hazretleri’nin dergÂhında hiclik ve yokluğa erebilmek icin benzeri merhalelerden gecti. ŞÃ‚h-ı Nakşibend Hazretleri de hÂcegÂndan, yani ilim erbÂbı hoca efendilerden idi. O da intisÂbının ilk yıllarında yolların temizliği, hasta hayvanların bakımı gibi hizmetlerle vazifelendirilmişti.
Bu mÂnevî terbiyeyi peygamberlerin or*nek hayatlarında da go*ru*yoruz. Peygamberlerin hemen hemen hepsi, cobanlık yapmıştır. Bu, hem bir tevÂzu tÂ*limi, hem mahlûkÂtın his*si*yÂtını anlayıp merhameti oğrenme, hem de insanları sevk ve idÂrenin ana kriterlerini kavrama merhalesi idi.
Peygamber vÂrisi Hak dostları da, hizmet vÂsıtasıyla, talebelerini hem terbiye eder, hem de Hakk’a yaklaştırmanın gayreti icinde olurlar. Bu sebeple “Tasavvuf, bir hizmet yoludur.” diyebiliriz.
Yani dergÂha-tekkeye kapanıp sırf kendi rûhî tekÂmulunden ibÂret bir hayat, tasavvuf değildir. Cunku tasavvuf; ferdiyetciliği, hodgÂmlığı, nefs plÂnında yaşamayı reddedip, diğergÂm, fedÂkÂr, gayret-i dîniyye sahibi, hizmet ehli bir mu’min olmayı tÂlim ve telkin eder. Bu yonuyle tasavvuf, nefsini yenme, kendini aşma gayretidir.
BÂzı tarîkatlerin mÂnevî eğitim usullerinden olan, “uzlet, halvet, inzivÂ, cile/erbaîn” gibi halktan uzaklaşıp ic Âleme teksîf olma, rûhen durulma ve tefekkurde derinleşme faÂliyetleri de, belli bir muddet icindir ve dış Âlemdeki hizmetleri daha olgun bir şahsiyetle îf edebilmenin kalbî hazırlık donemidir. Zira bir soba bile oncelikle kendini ısıtmadan başkalarını uşumekten kurtaramaz. Ayrıca boş bardakla ikram olmaz. Gonul bardağını mÂnevî guzelliklerle doldurmadan yapılacak bir ikramda fayda yoktur. Gonul feyzinden mahrum bir hizmet hayatı bereketsiz olur. Ustelik boyle hÂller, kaş yapayım derken goz cıkarmaya bile sebep olabilir.
VelhÂsıl tasavvuf, dunyadan el etek cekmek değil, gonlunu butun mahlûkÂtın huzur bulduğu bir rahmet dergÂhı hÂline getirmektir. Elinden ve gonlunden butun insanlığa, hatt hayvanat, nebÂtÂt ve cemÂdÂta rahmet ve merhamet tevzî edebilmektir. Bu sebepledir ki tasavvuf, kişinin ebedî kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet ve himmet etmekten gectiğini gonullere nakşetmeye calışır.
Bu hususta merhum pederim Musa Efendi (rahmetullahi aleyh) şoyle buyururdu:
“Bizim yolumuz Âtıl-bÂtıl bir kenara cekilme yolu değildir. BilÂkis ashÂb-ı kirÂmın yoludur... Gece gunduz hizmet yoludur. Biz seve seve hem evrÂdımızı yurutur, hem sohbetlerimizi yapar, hem de cemiyete hizmet hu*susunda elimizden gelen gayreti gosteririz.” (SÂdık DÂnÂ, Altınoluk Sohbetleri, c. 5, s. 40)
CenÂb-ı Hak, Kur’Ân ve Sunnet istikÂmetinde bir omur surmeyi hepimize nasip ve muyesser eylesin. Guzel dînimiz İslÂm’ı dar ve sığ bir bakış acısıyla değil; ilim, amel ve takv butunluğu icinde anlamayı ve yaşamayı hepimize ihsÂn eylesin. Yureklerimi*zi, icinde butun mahlûkÂtın huzur ve sukûn bulduğu bir rahmet dergÂ*hı eylesin…
Ayrıca, mÂnevî irşÃ‚dına mazhar olduğumuz Mahmud SÂmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin vefatlarının sene-i devriyesi vesîlesiyle kendilerini rahmetle anmaktayız. CenÂb-ı Hak bizleri ukbÂda da o sÂlih kullarıyla beraber eylesin.
Âmîn!
Dipnotlar: 1. Bkz. Muslim, Zikir, 73. 2. Bkz. el-Cum’a, 5. 3. Kişmî, NesemÂtu’l-Kuds, s. 244.
__________________
Takv Hayatı ve Hizmet
Dini Bilgiler0 Mesaj
●26 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Takv Hayatı ve Hizmet