İnsanoğluna iki cihan saÂdeti icin Allah tarafından lûtfedilmiş olan İslÂm nîmetinin muhtevÂsı, şÃ‚yet tek bir kelimeyle hulÂsa edilecek olsaydı, herhÂlde buna en lÂyık kelime; “ÂdÂb” olurdu. Cunku insanın, mÂnen olgunlaşarak Hakk’a yakınlıkta ulaşabileceği en yuksek derece, ancak “ÂdÂb”a riÂyetle elde edilebilir.

MÂnevî terbiye yolu olan tasavvufun temel harcı ve en muhim terakkî vÂsıtası da “muhabbet”, onun en guzel tezÂhuru ise “ÂdÂb” yani her hususta “edebe riÂyet”tir.

Dîn, en başta AllÂh’a ve RasûlullÂh’a, daha sonra ise, kulu mÂnen irşÃ‚d eden murşidlere, ana-babaya, din kardeşlerine ve butun mahlûkÂta edep ve muhabbeti emreder. Edep ve muhabbet olmadan mÂnen seviye kat edebilmek mumkun değildir.

Bu hakîkate işÃ‚retle MevlÂn Hazretleri ne guzel buyurur:

“Aklım kalbime sordu:

«–Din nedir?»

Kalbim de aklımın kulağına eğildi ve fısıldayarak:

«–Din, edepten ibÂrettir!» dedi.”

Rabbimiz, biz kullarını, gozlerin gormediği nîmetler ve idrÂk otesi guzelliklerle tezyin ettiği Cennet’ine dÂvet ediyor. Fakat her dÂvete, cağrılan yerin ÂdÂbına uygun tarzda gitmek îcÂb ettiği gibi, kesÂfet dolu hantal bir kalple de o letÂfet diyÂrına hicret edilemez.

Bu sebeple kalp, evvel mÂsiv kirlerinden arınacak, his ve fikir tohumları îman zemininde koklenip neşv u nem bularak hÂl ve davranışlarda ilÂhî ahlÂkın zarif meyvelerini verecek ki, kul, ebedî hÂrikalar meşheri olan Cennet’e lÂyık hÂle gelebilsin.

Yani CenÂb-ı Hak bizleri, selîm ve munîb bir kalp ve mutmainne mertebesine ulaşmış bir nefs ile Cennet’ine dÂvet ediyor. Bu hÂle kavuşmanın alÂmetleriyse; incelik, zarÂfet, gozyaşı, hÂle rızÂ, hayra hizmet, şerden kacınmak, irşad, CenÂb-ı Hakk’ın butun mahlûk

ātına şefkat ve merhamettir. HulÂsaten; “tÂzîm li-emrillÂh ve şefkat al halkillah”, yani AllÂh’ın emirlerine buyuk bir huşû ve hurmetle itaat etmek ve O’nun butun mahlûkātına şefkatle muÂmele etmektir.

Kullarına cok merhametli olan Rabbimiz, bu hususlarda da bizleri başıboş ve rehbersiz bırakmamış, gonderdiği kitap ve peygamberlerle ebedî saÂdet yurduna vuslatın yolunu aydınlatmıştır.

Bu mÂnÂda -ne kadar şukretsek az ki- insanlık tÂrihinin en nasipli bir zaman diliminde dunyaya gelmiş bulunuyoruz. Zira Kur’Ân-ı Kerîm’e muhÂtap olup, Âlemler SultÂnı’na ummet olma şerefine mazhar olduk -elhamdu lillÂh-…

O Kur’Ân-ı Kerîm ki, onun ahlÂkıyla ahlÂklanmış bir mu’min, Âdeta bir gul goncası gibi, mest edici hoş rÂyihasıyla, dÂim ruhları okşar. Kur’Ân ahlÂkını lÂyıkıyla hazmedip şahsiyetine mezcetmiş kÂmil bir mu’minin her sozu, gonullere rahmet tevzî eden pırlanta ifÂdelerden muteşekkil olur. Onun mutebessim sîmÂsı, İslÂm’ın guleryuzunu aksettirir. Şahsiyet, karakter ve davranışları da dÂim “ahsen, ecmel ve ekmel” kıvÂmında olur. KÂmil bir mu’min, birbirini tamamlayan bu uc sıfatla mucehhez olmalıdır:

اَحْسَنُ



/ Ahsen, yani her işini en guzel bir sûrette îf ederek etrafına guzellikler tevzî etmelidir.

اَجْمَلُ



/ Ecmel, yani her hÂl ve davranışı gonle huzur ve ferahlık verecek zarÂfet ve letÂfette olmalıdır.

اَكْمَلُ



/ Ekmel, yani her hususta olgunluk, mukemmellik, hatt ihtişam sergilemelidir.

İslÂm, lÂyıkıyla idrÂk edilip yaşandığı zaman, yeryuzunu zulum ve ihtirasların muhÂrebe meydanı olmaktan kurtarmış, onu, îman, amel-i sÂlihler, edep ve nezÂket gibi davranış guzellikleriyle, Âdeta huzur ve saÂdet dolu bir bayram sahasına cevirmiştir.

Aşk ile yaşanan bir îmÂnın, l



ûtuf, bereket ve ihsÂnı olan nezÂket, zarÂfet ve rûhî derinlik; bu cihanda insanlığın da en bÂriz şÃ‚hididir. KÂmil bir îman ile gonul gozu acılan her mu’min, zarifleşir, incelir, apayrı bir Âlemin seyyÂhı olur. Baktığı her şeyde ilÂhî azamet tecellîlerini, kudret akışlarını ve muhteşem sır ve hikmet nakışlarını seyretmeye başlar. Bu rûhî derinliğe ulaşarak hakka ve hayra teşne, ilÂhî guzelliklere Âşin olabilenler, artık dÂim guzeli arar, guzeli gorurler.

Mesel Hazret-i Îs (a.s.) bir kopek olusune rastlamıştı. Etrafındakiler başlarını obur tarafa cevirirken, o ise; “Ne de guzel dişleri var.” dedi.

Kalbi îman hassÂsiyetleriyle acılıp derinleşen bir mu’min de, kÂinat dershÂnesindeki her varlığın hÂl lisÂnından anlar ve onların sessiz-sozsuz beyanlarından, hikmet dolu nice sohbetlere muhÂtap olur. Zira artık onun nazarında her şey, ilÂhî azametin bir vitrinidir.

Nitekim; Yûnus Emre Hazretleri; “Yaratılanı severiz, Yaratan’dan oturu…” derken ve sarı cicekle icli ve derin bir hasbihÂle dalarken, varlıklardaki ilÂhî kudret muhrunu seyretmenin ulvî hayranlığıyla mest olmuş bir hÂldeydi…

ŞÃ‚h-ı Nakşibend Hazretleri, intisÂbının ilk yıllarında hizmetiyle meşgul olduğu hayvanÂtın hazin hazin sesler cıkararak Hakk’a yalvarışlarına vÂkıf olurken, bambaşka bir mÂnevî haz ve lezzet icindeydi.

HudÂyî Hazretleri, hangi ciceği koparmak icin elini uzatsa, o canlıların kendi dillerince Hakk’ı tesbîh ettiklerini işitip hicbirini koparmaya kıyamamıştı…

İşte kÂmil bir îmÂnın kazandırdığı incelik ve zarÂfet ufkuna ulaşan bir gonul, nÂzenin bir bahar dalından, feryad hÂlinde akan bir cağlayandan, icli icli şakıyan bir bulbulun terennumunden, pek derin sırlar ve mustesn hikmetler devşirir. Onun ic ve dış Âlemi, nÂdide gullerden daha zarif hÂle gelir.

İslÂm’ın hedeflediği ideal ve kÂmil insan modeli de boyle bir “gonul insanı”dır. İslÂmın hakîkatini lÂyıkıyla hazmedip şahsiyet harcına katabilmiş bir gonul insanının bu ruh inceliği, her şeyden once davranış guzelliği ve ince duşunceler şeklinde kendini gosterir. Bu itibarla “gonul insanı”;

u Rikkat-i kalbiyye sahibi, zarif, latîf ve nÂzik bir insandır. u Sempatik, cÂzibe unsuru, muhabbet merkezi ve model insandır. u Din kardeşlerinin sevinclerini de kederlerini de paylaşan diğergÂm insandır. u DÂim muÂhezeyi nefsine, musÂmahayı din kardeşine gosteren, yuksek karakterli insandır. u Gorduğu kotuluklere bile iyilikle muk



ābele eden, Âlicenap insandır. u CenÂb-ı Hakk’ın SettÂru’l-Uyûb sıfatından nasîb alarak din kardeşinin ayıbını orten, ilÂhî ahlÂk ile ahlÂklanmış insandır. u Yureğini Âdeta bir dergÂh hÂline getirerek gunahkÂra değil, gunÂha kızan, gunahkÂrı yaralı bir kuş gibi tedÂviye muhtac goren, firÂset ve merhamette zirveleşmiş insandır. u Cehresi mutebessim, lisÂnı yumuşak, muÂmelÂtında halîm insandır. u Affedici, fedÂkÂr, cefÂkÂr, cilekeş fakat rız makāmında bir insandır. u Kırmayıp kırılmayan, incitmeyip incinmeyen insandır. Yani gonul kırmamak icin dilini susturabildiği gibi, kırılmamak icin kalbinin sızlanmalarını da susturabilen insandır. u Son nefesle nihÂyete erecek olan dunya imtihanının, ancak îman, amel-i sÂlihler ve ahlÂkî meziyetlerle tezyîn edildiği takdirde kabir karanlıklarının nûra, kıyÂmet ıztıraplarının da ebedî bir bayram surûruna doneceğini idrÂk etmiş insandır.

Butun insanlığa her bakımdan “usve-i hasene” (en guzel ornek) olan Allah Rasûlu (s.a.v.) de, bilhassa guzel ahlÂk, edep, hayÂ, nezÂket ve zarÂfet husûsunda, k‘bına varılmaz bir fazîlet zirvesi ve eşsiz bir numûne-i imtisÂldir. O’nun hayatı, baştan başa nezÂket ve zarÂfet ifÂdesi taşıyan ornek davranışlarla doludur.

Nitekim, her insanın rûhuna girecek bir damar bularak onun ebedî saÂdete kavuşması icin fedÂkÂrca gayret eden Efendimiz (s.a.v.), bir kimsede gorduğu hatÂyı duzeltirken dahî, nezÂket ve zarÂfeti elden bırakmamış, o şahsa hitÂben değil, umûma hitÂben; “Bana ne oluyor ki, sizleri boyle goruyorum!..” buyurarak, kendilerine “galat-ı ru’yet / yanlış gorme” izÂfe etmişlerdir.1 Bunun gibi zarif uslûpları sÂyesinde muhÂtaplarını kırıp incitebilecek kaba soz ve davranışlardan tamamen uzak durmuş, dÂim yumuşak ve hikmetli sozlerle ruhları okşamış, gonulleri fethetmişlerdir.

O ZarÂfet Guneşi, kÂmil bir mu’minin hÂlini şoyle vasfediyor:

“Mu’min, bal arısına benzer. Temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de incitir.” (Ahmed, II, 199; HÂkim, I, 147)

Ebû KursÂfe (r.a.)’ın naklettiği şu hÂdise de, Peygamber Efendimiz’in zarÂfetini ne guzel aksettirmektedir:

“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in huzûruna, bey’at etmek icin gitmiştik. Huzûr-i Âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana:

«–Yavrucuğum, bu zÂt gibisini hic gormedik! Yuzu ondan daha guzel, elbiseleri daha temiz ve sozu daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mubÂrek ağzından nur sacılıyordu.» dediler.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Hilye-i şerîfelerde de nakledildiğine gore, Peygamber Efendimiz’in yuzunde nûr-i melÂhat, sozlerinde fesÂhat ve belÂgat, hÂl ve hareketlerinde ulvî bir nezÂket, zarÂfet ve letÂfet vardı.

Zira O, ilÂhî terbiye ile yetiştiği icin Hakk’a kulluk edebinin muşahhas ve ideal bir numûnesi olmuş, guzel ahlÂkı tamamlamak ve Âlemlere rahmet olmak icin gonderilmişti. O, ilÂhî sanatın insanlıkta tecellî eden, emsalsiz mukemmellikte bir yaratılış hÂrikasıydı.

O Gonuller SultÂnı buyuruyor ki:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ



/ “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (BuhÂrî, Edeb, 96)

Bizler de, Âlemlere Rahmet olarak gonderilen Efendimiz (s.a.v.)’in r



ûhî dokusundan ve guzel ahlÂkından hÂl ve davranışlarımız icin ne kadar nasip alabilirsek, ukbÂda da O Cennetlerin Efendisi ile beraber olabilme imkÂnına o nisbette kavuşabiliriz.

Şuphesiz ki O’nun guzelliklerine en cok yaklaşan ve Âdeta mucell bir ayna gibi nebevî ahlÂkın inceliklerini şahsiyetlerine yansıtabilenler, Peygamber vÂrisi ve Âşığı olan AllÂh’ın velî kullarıdır.

Onlar, ilÂhî imtihan îcÂbı insanda mevcut olan menfîlikleri tasfiye ede ede mÂnen yukselerek “mÂrifetullah” mak



āmına ulaşmış bahtiyar kullardır. Bu makama erdikten sonra onlardan sÂdır olacak davranışların alÂmet-i fÂrikası, yani en temel vasfı da, ancak “nezÂket ve zarÂfet”tir.

Zira CenÂb-ı Hak, Yuce ZÂt’ından lÂyıkıyla ittik



ā ettikleri icin muhabbet ve yakınlığına erdirdiği bu mubÂrek dostlarının, bizzat oğreticisi ve terbiyecisi olmuştur. Onlar, Efendimiz (s.a.v.)’in buyurduğu; “Ben’i Rabbim edeplendirdi, edebimi de guzel kıldı.”2 hakîkatinden pek cok tecellîlere mazhariyetle şereflenmişlerdir.

Bu ilÂhî terbiye neticesinde beşerî ÂdÂbın zirvesini teşkil eden “nezÂket” ve “zarÂfet”i davranışlarının temel vasfı kılmış bir velîye yakın bulunmak, şuphesiz ki bir mu’minin bu cihanda mazhar olabileceği en buyuk nîmetlerden biridir.

Bizler de, ilÂhî rahmete tevdî edilişinin on ikinci sene-i devriyesini idrÂk etmekte olduğumuz Mûs Efendi (k.s.) Hazretleri’ne fiilî yakınlığımızla boyle bir nîmete mazhar olanlardanız. Bizlere bahşedilen bu buyuk ikrÂm-ı ilÂhî icin Rabbimize nihÂyetsiz hamd u senÂlar olsun.

Mûs Efendi Hazretleri’nin, nebevî ahlÂktan mustesn hisseler taşıyan seksen uc yıllık nezih ve asîlÂne hayatı, bizler icin hic eskimeyecek, gonullerdeki aziz hÂtırasını dÂim muhÂfaza edecek, sayısız nezÂket ve zarÂfet ornekleriyle doludur.

Zira o, oturuşundan kalkışına, sukûtundan konuşmasına, yuruyuşunden duruşuna, kılık-kıyÂfetinden latîf nazarlarına kadar, her hÂl ve hareketinde, edep, nezÂket ve zarÂfetin canlı bir timsÂli idi. Bu hÂl, onun Âdeta alÂmet-i fÂrikası ve tabiat-ı asliyesi olduğundan, tatlı tatlı esen bir meltem ve rahmet rahmet yağan bir yağmur gibi tabiî bir sûrette, sayısız incelik, rikkat ve nezÂket tezÂhurleri sergiliyordu.

Nitekim muhterem pederim, bir ihtiyac sahibine nakdî yardımda bulunacağında, onu once guzel bir zarfa koyar, uzerine de inci tanelerini andıran zarif el yazısıyla ozene ozene; “İkrÂmımızı kabul ettiğiniz icin teşekkur ederiz.” yazardı. Boylece Âyet-i kerîmede buyrulan; “...Sadakaları Allah alır...” (et-Tevbe, 104) sırrına riÂyetle, zarif bir uslûp sergilerdi.

Aynı zarÂfeti, bir hediye verecekleri zaman da gosterir, onu en guzel bir şekilde paket yaptırır, buyuk bir nezÂketle, incitmeden, iltifat ederek ve gonul alarak takdim ederdi. Boylece merhum pederim:

“…Bir kul, elini sadaka vermek icin uzattığında, o sadaka muhtÂcın eline gecmeden once muhakkak Allah TeÂlÂ’nın eline konmuş olur…”3 hadîs-i şerîfi mûcibince, verdiğini doğrudan doğruya AllÂh’a verebilmenin vecd ve heyecanı icinde, ulvî bir edep ve nezÂket gozetirdi.

MisÂfirlerini karşılayıp uğurlarken de, bu nezÂket ve zarÂfeti gonul alıcı sozleriyle tezyîn ederek en ust seviyede gosterirdi. Cunku onun nazarında her musluman, sadece AllÂh’ın kulu olmak bakımından dahî hurmete lÂyık idi. Bir kimsenin makamı, mevkii ne olursa olsun, fakir olsun zengin olsun muhim değildi. Yalnızca AllÂh’ın kulu olması, nezÂket ve hurmetle muÂmele gormesine kÂfî bir sebepti.

Hizmetinde bulunanlardan bir kardeşimiz, onun bu gonul hassÂsiyetinin bir misÂlini şu şekilde ifÂde eder:

“UstÂdımız Mûs Efendi, hediye vermeyi cok severlerdi. Sayısız hediye paketi hazırladığımız gunler olurdu. Paketleri de son derece îtin ile hazırlattırırlardı. Paket yapmaktan iyice yorulduğumuz zamanlar;

«–Efendim, kendi hÂnenizde hizmet edenlere vereceğiniz hediyeleri paket yapmadan bir poşet icinde versek olur mu?» diye izin isterdik de;

«–Olmaz, onlara da guzelce paket yapıp verelim.» buyururlardı.”

Zira merhum ustÂdımız herkese, kalp pencerelerinin AllÂh’a acık olduğu ve rızÂ-yı ilÂhînin kimin duÂsında gizli olduğunun bilinemeyeceği şuur ve idrÂkiyle nazar ederdi.

Ayrıca onun hediye seciminde gosterdiği incelik ve firÂset de bambaşkaydı. Nitekim hediye vereceği kimse, takv ehli sÂlih bir zÂt ise ona seccÂde ve tesbih, ilim erbÂbı veya yazar ise kalem-kitap, genc biriyse saat vs. gondererek mutlaka muhÂtabının gonul dunyasını dikkate alır, herkese, aldığında muhakkak sevinip memnun olacağı bir hediye takdim etmeyi arzu ederdi.

Bir kimseye hitÂb edecekleri zaman da, asl muhÂtabına “Ahmet, Mehmet” diye yalnızca adıyla seslenmez, isminin yanına mutlaka iltifat edici ve gonul alıcı bir “bey, efendi, hacı, hanım, oğlum, kızım” gibi sıfatlar eklerdi. Bu kelimeleri telÂffuzunda da ses tonuna -Âdeta hoş bir rÂyiha gibi- kalplere huzur tevzî edecek bir muhabbeti zerk etmekten geri kalmazdı.

Muhterem babamızın bu husustaki hassÂsiyetini şu ifÂdelerinde de gormek mumkundur:

“Maalesef zamanımızda nezÂket, zumrud-i ank (ismi olup da kendisi olmayan, ender rastlanan bir varlık) hÂline geldi. Herkes birbirine karşı hoyratca konuşuyor ve muÂmele ediyor. Bunun ismine de «samimiyet» diyorlar. Kabalıkla samimiyetin ne alÂkası var? HÂlbuki samimiyetten nezÂket doğar. Fıtraten hoş ve nÂzik olanlar mustesnÂ, ancak bÂzı altmış-yetmişini aşmış ve bugun pek azalmış bulunan İstanbul beyefendi ve hanımefendilerinde bu nezÂket kÂidesine uyanlara rastlayabiliyoruz. HÂlbuki hatırşinaslık, nezÂketli olmak, İslÂmiyetin ana rukûnlarından biridir.”

Hayatının her Ânında musluman şahsiyetinin nasıl olması gerektiğini hÂl ve hareketleriyle sergileyen muhterem pederim, giyiminde de İslÂm’ın zarÂfetini temsil şuuruyla, son derece dikkatli olurdu. İştirak ettikleri sohbetlerde bu hassÂsiyeti daha da artardı. Bulunduğu her mecliste en duzgun kıyÂfetin kendilerinde olması, onun hem İslÂm’ın vak



ārını temsil, hem de insanlara duyduğu hurmet duygusunun acık bir ifÂdesi idi.

Onun engin nezÂket, zarÂfet, kadirşinaslık ve vefÂsını gosteren bir başka misÂl de, kendisinin tedÂvisiyle meşgul olan butun doktorlara, ayrı ayrı ve her sene bir hediye veya mektup gondermeleri idi. Bunu Medîne-i Munevvere’de bulundukları zaman bile asl ihmÂl etmez, bizlere telefon ederek bu vazifeyi kendileri nÂmına yapmamızı isterlerdi.

Nitekim doktorlarından biri, kendisini cok duygulandıran bu vef ve kadirşinaslığı şoyle ifÂde etmişti:

“Ben bu kadar hasta tedÂvi ettim. Hastalarımın bana tedÂviden sonra teşekkur edip hediye verdikleri olurdu ama, bir sene sonra ve devam eden yıllarda bunu hatırlayıp da teşekkur eden insan, ilk defa gordum.”

Mûs Efendi Hazretleri, hasta olduğunu duyduğu kardeşlerini ziyarete de ayrı bir ehemmiyet verir, gidemeyecek durumda olursa, yerine bir vekil gondererek o kardeşi icin şif dileklerini bildirirdi.

Yine Kur’Ân Kurslarına giderek, şefkatli bir baba gibi talebelerle bizzat meşgul olmak, muhterem ustÂdımızın gonul dunyası icin buyuk bir huzur ve saÂdet kaynağı idi. Oradaki hocalara, kursa gelmiş talebelerin, kendilerine ilÂhî bir emÂnet olduğunu hatırlatır, onlara oncelikle İslÂm’ın ÂdÂbını oğretmelerini, buyuk bir nezÂket icerisinde tavsiye ederdi.

Cocukları sevindirmek, onlarla seviyelerine gore sohbet etmek, yetim olanlarına her sene malından ayrı bir tahsîsat ayırmak, onun cok ehemmiyet verdiği bir incelik idi.

Merhamet ve sehÂvetin zirvesinde gezen gonlu, dÂim Âlem-i İslÂm’ın ıztıraplarıyla elemli idi. Ulaşılması imkÂnsız mekÂnlarda muslumanların başına gelen her felÂketin sıkıntılarını, kalben ve vicdÂnen onlarla birlikte yaşar, el uzatma imkÂnı olduğu durumda, bunu pek belli etmeden buyuk bir ihlÂs ile gercekleştirir ve yalnız du ile iktif etmeyerek etrafını yardım seferberliğine sevk ederdi.

O zamanlar Afganistan’dan, Filistin’den, Azerbaycan’dan, Bosna’dan, Kosova’dan… gelen feryatlar, ilk onun hassas yureğini kanatırdı. TÂrifsiz rûhÂniyet meltemlerinin cevelÂn sahası olan rakik kalbi, İslÂm’ın garipliğiyle mağmum, lÂkin kader-i ilÂhîye teslîmiyetin feyzi ile mutesellî idi.

EtrÂfına dÂim mÂnevî yolun guzellik ve inceliklerini aksettirmek isterdi. Hatt vefÂtına yakın ve en ıztıraplı zamanlarında bile;

“Y Rabbi, bana sıhhat ve kuvvet ihsan buyur da, koy koy dolaşarak kardeşlerimin hizmet ve irşÃ‚dında bulunayım!” diye du hÂlinde olması da, bu hÂlet-i rûhiyesinin en guzel bir tezÂhuruydu.

CenÂb-ı Hak, bir asra yakın omrunu rızÂ-yı ilÂhî yolunda ihy eden, Kur’Ân ve Sunnet istik



āmetinde dîn-i mubîne hizmeti kendisine şiÂr edinen muhterem pederimizin, ustÂdımızın, reh-numÂmızın gonul iklîminden gonullerimize feyizli hisseler nasîb eylesin. Onun, Allah yolundaki kıymetli hizmetlerini devam ettirmeye bizleri muvaffak kılsın. FÂnî firÂkımızı, Firdevs-i ÂlÂ’sında Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in sohbet halkasında ebedî bir visÂl ile neticelendirsin.

Âmîn…

Bu vesîleyle, merhum ustÂdımızın azîz rûhu icin bir FÂtiha-i Şerîfe, uc İhlÂs-ı Şerîf ikrÂm etmelerini, muhterem kardeşlerimizden istirhÂm ederiz.

Dipnotlar: 1. BuhÂrî, MenÂkıb 25, EymÂn 3; Muslim, SalÂt, 119; İbn-i HibbÂn,IV, 534. 2. Suyûtî, CÂmiu’s-Sağîr, I, 12. 3. Ali el-Muttekî, Kenzu’l-UmmÂl, VI, 377/16134.
__________________