İnsanın duny ve ukb saÂdeti, hayatında ruh ve beden Âhengini temin edebilmesiyle mumkundur. Bedenin maddî gıdÂya ihtiyacı olduğu gibi, rûhun da mÂnevî gıdÂya ihtiyacı vardır. Rûhun en feyizli gıdÂsı ise “hikmet”tir. Hikmet ehlinin soz ve davranışlarını tefekkur etmek, tıpkı bereketli nisan yağmurlarının toprağa bahar aşısı yapması gibi, ruhların da Âb-ı hayat katreleriyle ihy olmasına vesîledir. Bu hakîkati Hazret-i Ali (r.a.) ne guzel ifÂde buyurur:
“Nukteli ve hikmetli soz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenlerin yorulduğu gibi ruhlar da yorulur.”
“İnsanları, duşundurucu hikmetli sozlerle îkaz edin ki, kalpleri huzur bulsun.”
Boş ve mÂlÂyÂnî sozler, insanı rûhÂniyetten uzaklaştırdığı gibi, hikmetli sozler de ruhlara huzur ve ferahlık verir. Gundelik hayatın med-cezirleri / iniş-cıkışları icinde bunalan akıl ve kalp, hikmetli sozlerle uyanır, huzur bulur, hakîkatlere karşı ÂgÂh hÂle gelir.
Hikmete vukuf bakımından insanlığın zirvesinde yer alan peygamberlerin umûmî mÂnÂda uc vazifesi vardır:
1. AllÂh’ın Âyetlerinin tebliğ ve tatbiki, yani ilÂhî emir ve nehiyleri beyÂn edip uygulamak.
2. Tezkiye, yani insanların ic dunyasını mÂnevî kirlerden ve gaflete dûcÂr edecek şeylerden arındırmak.
Bunların neticesinde de;
3. Kitap ve hikmetin tÂlimi; yani kalpleri ilÂhî hakîkatlere ve sırlara Âşin kılmak…
Kur’Ân-ı Kerîm, esÂsen baştan sona bir hikmetler sergisidir. Hikmet, butun hÂdise ve varlıklarda meknuz olan ilÂhî mesajlar ve sırrî hakîkatlerdir. Dolayısıyla hikmetin mutlak menşei Allah TeÂlÂ’dır. Peygamber Efendimiz (s.a.)’in butun soz ve davranışları da, O’nun Hak TeÂlÂ’dan vahiy yoluyla telÂkkî ettiği Kur’Ân hikmetlerinin îzah ve şerhinden ibÂrettir.
Efendimiz (s.a.)’deki ilÂhî hikmetlere en yakından vÂkıf olanlar, şuphesiz ki ashÂb-ı kirÂmdır. Nitekim Efendimiz (s.a.);
“AshÂbım yıldızlar gibidir...” buyurmuştur.1 Hikmet nazarıyla bakıldığında, Kur’Ân-ı Kerîm’de “yıldızların uc husûsiyeti”nden bahsedildiği gorulur:
1. SemÂyı tezyîn etmek: Her sahÂbî de, İslÂm semÂsında ve mu’minlerin gonul dunyasında ayrı bir guzellik sergilemiştir. CenÂb-ı Hak, Kur’Ân-ı Kerîm’de MuhÂcirler ve EnsÂr’ı medhetmiştir.
2. Şeytanları Taşlamak: Fizikî olarak bu taşlamanın nasıl gercekleştiği bizlere mechûldur; bunun keyfiyetini Allah bilir. Fakat sahÂbe-i kirÂm da Kitap ve Sunnet’e ittib etmek, rûhÂnî bir hayat yaşamak ve yeryuzunde AllÂh’ın şÃ‚hidi olmakla, dÂim şeytanı taşlamışlardır.
3. Yol Gostermek: Yıldızlar, bulundukları mevkiler sÂyesinde yon tespitinde olcu teşkil ettikleri gibi, ashÂb-ı kirÂm da kıyÂmete kadar gelecek olan butun ummete ornek hayatlarıyla rehberlik ederek, toplumları yanlış fikirlerden ve hurÂfelerden kurtarmak icin yol gostermektedirler.
CenÂb-ı Hak tarafından Efendimiz (s.a.)’in mubÂrek kalbine bahşedilen hikmet, Efendimiz (s.a.)’den sahÂbe-i kirÂma, onlardan da Hak dostlarına, kÂmil mÂnÂda intikal etmiştir. Peygamber vÂrisi Hak dostları da, nebevî hikmetlerin nûrunu zamanlara ve mekÂnlara yansıtan mucell aynalar mesÂbesindedirler. Zira insanlığın yaratılış itibÂrıyla îkaz, irşad ve terbiyeye ihtiyacı olduğu icin, bu ihtiyacın kıyÂmete kadar giderilmesi husûsunda istîdatlı kullar halk etmek, AllÂh’ın sonsuz merhametinin bir îcÂbıdır. LÂkin gerek peygamberler ve gerekse onların irşad vazîfesini devam ettiren velî kullar, hacmine ve derinliğine vÂkıf olunamayan bir okyanus gibidirler. Herkes o okyanusun derinliğine istîdÂdı nisbetinde dalabilir ve ondan nasiplenebilir.
Bununla beraber, her fiilinde hikmet sahibi olan CenÂb-ı Hak, kÂinattaki butun varlıkları farklılık uzere yaratmış, kullarına da maddî-mÂnevî, apayrı husûsiyetler lûtfetmiştir. Bu bakımdan, kÂinatta hic kimse ve hatt hicbir varlık icin tam bir ikizlik soz konusu değildir. Zira birbirine mutlak sûrette eşit iki varlık yaratmak, onlardan birinin varlığını hikmetsiz kılardı. Allah TeÂl ise boyle bir noksanlıktan munezzehtir. Dolayısıyla iki insan maddî bakımdan ne kadar birbirine benzese de, gonul dunyası, tefekkur, tahassus ve temÂyulleri gibi sayısız husûsiyetleri bakımından mutlaka birbirinden farklıdır.
Aynı menbÂdan, yani Kitap ve Sunnet’ten feyizlenen sayısız Hak dostu da, aynı ışığı rengÂrenk bir sûrette yansıtan bir kristalin farklı kesitleri gibi, mÂn Âleminde nÂil oldukları tecellîlerin tezÂhuru bakımından farklılık arz ederler.
Bu meyanda CenÂb-ı Hak, bÂzı velî kullarını ŞÃ‚h-ı Nakşibend eyleyip mÂnevî tasarruf ve mÂrifetullah’ta eşsiz bir himmet deryÂsı kılmış; kimini Mecnûn gibi aşk collerinde dolaştırmış; kimini hayret vÂdilerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilÂhiyye karşısında dilsiz kılarak sukût ve hÂl lisÂnıyla irşÃ‚dın şi’riyyeti icinde yaşatmış, kimini Yûnus Emre gibi aşk-ı ilÂhî bulbulu kılmış, kimini de Hazret-i MevlÂn gibi, dilinden hikmet incileri dokulen, eşsiz bir mÂn deryÂsı eylemiştir.
Bilhassa MevlÂn Hazretleri, hÂl lisÂnına ilÂveten, bir de sozlu beyÂna memur kılınmıştır. Bu yuzden o Hak Âşığı, kalemi, kelÂmı, gonul eserleri ve feyizli sohbetleriyle; hakîkati arayan, Hakk’a teşne gonulleri asırlardan beri irşÃ‚d etmeye devam etmektedir.
MevlÂn Hazretleri, CenÂb-ı Hakk’ın lûtfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen mustesn bir beyan ve îzah salÂhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir. Bu bakımdan o, Âdeta butun Hak dostlarındaki gonul feyzinin tercumÂnı mevkiindedir.
MevlÂn Hazretleri’nin “Şeb-i Arûs / Hakk’a vuslat”ının sene-i devriyesi munÂsebetiyle, bu yazımızda onun gonul diyarındaki hikmetler dergÂhına bir tefekkur ziyaretinde bulunmayı arzu ettik. İşte MevlÂn Hazretleri’nden, Kur’Ân ve Sunnet olculerinin şerhi mÂhiyetindeki hikmetli ifÂdeler:
Hz. MevlÂn buyurur: “KıyÂmet gunu; alacalı okuzler, yani kotu duşunceli kÂfirler ve fÂsıklar icin korkunc bir kurban bayramıdır. O gun, okuzlere olum, mu’minlere ise bayram gunudur!”
[Olumu bir bayram sevinciyle karşılayabilmek icin, canı ve malı bu dunyada Hakk’a kurban kılabilmek lÂzımdır. FÂnî hayatında canını ve malını Hakk’a kurban edemeyen, ilÂhî hakîkatlere rÂm olamayan, kulluk vazifelerini îf hususunda tembellik gosteren, haramlara koşan nefsinin boynunu vuramayan gÂfiller icin kıyÂmet, korkunc bir kurban edilme gunu olacaktır.
Zira olum, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir vasıfta cıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kÂbuslarla dolu bir azap yolculuğu... Bu sebeple omurlerimizi, kulluk heyecanı ve ÂdÂbı ile gecirmeye gayret edelim ki; Âhiretimiz, ebedî bir bayram gunumuz olsun. Yani asıl bayram; mu’minlerin fÂnî dunyadaki takv imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna cıktıkları gundur. Nitekim Hak dostları:
“Gercek bayram yeni elbise giyene değil, AllÂh’ın azÂbından emîn olanadır.” buyurmuşlardır.]
Hz. MevlÂn buyurur: “Ay, geceye sabrettiği icin apaydın oldu.”
“Gul, dikenin arkadaşlığına katlanıp sabrettiği icin, ona cok guzel bir rÂyiha ve lÂtif bir renk nasib oldu.”
[Cileyi yudumlamasını oğreten hikmetin başında “sabır” gelir. Cile, aşkın dostu ve yoldaşıdır. Cile ve iptilÂlara tahammul, insanı olgunlaştırır.]
Hz. MevlÂn buyurur: “Şems -kuddise sirruh- bana bir şey oğretti:
«Dunyada bir tek mu’min uşuyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»
Biliyorum ki yeryuzunde uşuyen mu’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”
[Cile cekenin hÂlinden, yine cile ceken anlar. Cilekeşin dostu, yine cilekeştir. Mu’min, mÂtemlerin civÂrında, yalnızların yanıbaşında olmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Mu’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vucuda benzerler. Vucudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (BuhÂrî, Edeb, 27; Muslim, Birr, 66)
“Komşusu acken tok yatan kimse (kÂmil) mu’min değildir.” (HÂkim, II, 15)]
Hz. MevlÂn buyurur: “Dostlarınızı sıkca ziyaret ediniz. Cunku uzerinde yurunmeyen yollar, diken ve calılarla kaplanır.”
[Enes bin MÂlik (r.a.) şoyle der:
“Rasûlullah (s.a.), din kardeşlerinden birini uc gun goremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun icin du eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifa dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)
Din kardeşlerinin ziyaretleşmeleri, birbirlerini arayıp hÂl-hatır sormaları, kucuk şeylerle de olsa hediyeleşmeleri, sıkıntı ve sevinclerini paylaşmaları; hem Hakk’ın rızÂsına hem de kardeşlik, dostluk ve muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine vesîle olur. Bunun zıddına, ihmÂl edildiğinde ve yeterince emek verilmediğinde ise, kardeşlik gulistÂnı tÂrumÂr olur; ihtilÂf, ayrılık ve husûmet dikenleri ortalığı kaplamaya başlar.]
Hz. MevlÂn buyurur: “Sağlık, sıhhat, Âfiyet ve huzur cağında herkes dosttur. Ama dert cağında, gam vaktinde Allah’tan başka eş dost nerede!”
[Gercek dostluk, zor zamanların dostluğudur. Fakat pek cok insan, iyi gun dostudur. Gercek dostluk ise dostunun saÂdetini paylaşmaya gonullu olmak kadar, felÂket Ânında ıztırÂbını paylaşmaya da gonullu olmaktır. Yine gercek dostluk, yÂr olup bÂr olmamak, yani dostunun yukunu cekip ona yuk olmamaktır. Bolluk ve rahatlık zamanlarının dostluklarını sahici sanmak, buyuk bir hatÂdır. Cunku pek cok insan, menfaatinin dostudur. Bu sebeple zorluklarla denenmemiş bir dostluktan emin olunamaz.]
Hz. MevlÂn buyurur: “İnsanlarla dost ol. Cunku kervan ne kadar kalabalık ve halkı cok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”
[SÂlih dostlar edinmek, mu’min icin tÂlihlerin en buyuklerindendir. Zira nefis ve şeytan, kişiyi yalnız iken cok kolay aldatabilirken, sÂlihlerle beraber olanlara kolay kolay yaklaşamaz. Bunun icindir ki hadîs-i şerîfte; “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmuştur. (MunÂvî, III, 470)
Dolayısıyla hem sÂlihlerle beraber olmak, hem de sÂlihlerin bir ve beraber olması, toplumlardaki yozlaşmalardan ve mÂnevî erozyonlardan korunabilmenin en guzel cÂresidir. Bunun aksine, sÂlihlerden uzak durup fÂsıklarla ulfet etmek de mÂnevî hayata zehir serpmektir. Zira İmam GazÂlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, fÂsıklar ve gÂfillerle zÂhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir muddet sonra kalbî beraberliğe donuşur. Bu ise, insanın adım adım helÂke suruklenmesidir. Bunun icindir ki diğer bir hadîs-i şerîfte de:
“Yalnızlık, kotu arkadaştan daha hayırlıdır; sÂlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir…” buyrulmuştur. (HÂkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 256/4993)]
Hz. MevlÂn buyurur: “Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vucuduma şupheli birkac lokma girdi. Bilgi de hikmet de helÂl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helÂl lokmanın mahsûludur. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şupheli veya haramdır.”
“Nûr ve kemÂli artıran lokma, helÂl kazanctan elde edilen lokmadır.”
[Nitekim Hak dostlarından SufyÂn-ı Sevrî -kuddise sirruh-:
“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helÂlliği nisbetindedir.” buyurmuştur.
Yine bir gun kendisine:
“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?” dediklerinde de helÂl lokmaya dikkat cekmiş ve:
“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helÂl olduktan sonra, hangi safta dilersen namazını orada kıl; bu hususta sana gucluk yoktur.” cevabını vermiştir.]
Hz. MevlÂn buyurur: “Ameli olmayan hikmetli soz, odunc alınmış suslu elbise gibidir; bunu boyle bil!..”
“HÂl ile oğut veren, sozle oğut verenden iyidir.”
[Nitekim Efendimiz (s.a.) de insanlara tebliğ edeceği hakikatleri evvel ve bizzat kendi hayatında tatbik ederek en guzel bir fiilî kıstas, mukemmel bir numûne-i imtisal olmuştur. O’nun hÂli kāline, ozu sozune mutÂbık olduğundan, sozleri gonullerde tesir bereketine mazhar olmuştur. Zira ancak kalpten cıkan sozler muhÂtabının kalbine kadar nufûz edebilir. Gonulden gelmeyen, yaşanmayan, sırf dilin soylediği sozler ise bir kulaktan girip diğerinden cıkar, hÂl ve davranışlarda hayırlı bir tesir hÂsıl edemez. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmÂn edenler! Yapmayacağınız şeyleri nicin soyluyorsunuz?!” (es-Saff, 2)]
Hz. MevlÂn buyurur: “Oyle bir abdest al ki, hic bozulmasın.”
[Bu dunyaya Hakk’a kulluk icin geldik. MÂlûm olduğu uzere Kur’Ân okumak ve namaz kılmak gibi kulluk tezÂhurleri, abdestsiz olarak icr edilemez. Hic bozulmayacak olan abdest ise, mu’minin son nefesine kadar kulluk şuurunu muhÂfaza edebilmesidir.]
Hz. MevlÂn buyurur: “Oyle bir namaz kıl ki, hic bitmesin.”
[Bir namazın kılınma suresi takrîben on-onbeş dakikadır. Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhÂfaza edilmesi lÂzımdır. Zira muhÂfaza edilemeyen kalp gaflete dalar; bir zaman sonra fahşÃ‚ ve munkere / hayÂsızlık ve ahlÂksızlıklara doğru kayabilir. HÂlbuki hakkıyla kılınan bir namaz, kulu fahşÃ‚ ve munkerden alıkoyar. Demek ki ibadetlerin makbûliyetinin alÂmeti, ibadetten sonraki hÂlin de ibÂdetteki gibi olmasıdır. Bu yonuyle Hak Âşıklarının namazı dÂimîdir, onlar her nefes Hakk’ın huzûrunda oldukları şuuruyla yaşamaya gayret ederler.]
Hz. MevlÂn buyurur: “Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yuz bin vakit ister.”
“Gercek Âşık, vuslatın bitmesini hic ister mi?”
[Namazın en buyuk lezzeti, CenÂb-ı Hakk’a yaklaşmak ve O’nunla beraber olmaktır. Nitekim Âyet-i kerîmede; “Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyrulmuştur. İbadetlerin mÂnevî zevki, maddî zevklerle kıyas edilemez. Nitekim tÂcını-tahtını terk edip ilÂhî aşk deryÂsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:
“İlÂhî muhabbetteki vecd ve istiğrÂkımız muşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek icin butun hazinelerini de krallıklarını da fed ederlerdi.”
NefsÂnî lezzetlerin alÂmeti, tadılınca arzu ve hevesin sonmesidir. MÂnevî lezzetler ise tadıldıkca daha buyuk bir şevkle arzulanır. Dolayısıyla CenÂb-ı Hak’la gercek bir mulÂkat hÂlinde kılınabilen bir namaza doyum olmaz. Bunun icindir ki Hak Âşıkları namazdaki o vuslat hÂlinin bitmesini hic istemezler.]
Hz. MevlÂn buyurur: “Ey kardeş! Sen, tefekkur ile hayat bulmalısın… Eğer tefekkurun gul ise, sen gul bahcesindesin. Tefekkurun diken ise, kulhan kutuğusun!”
[Akıl ve kalp, surekli bir şeylerin tefekkuru hÂlindedir. Fakat aklı ve kalbi dÂim Hakk’ın rÂzı olduğu hususların tefekkurune hizmetkÂr kılmak gerekir. Zira makbul olan tefekkur, nefsÂniyet bataklığından zehirlenen değil, rûhÂniyet iklîminden feyizlenen tefekkurdur.
NefsÂnî ve şeytÂnî hususların tefekkuru, insanı gaflete surukler, nefsinin kolesi hÂline getirir. RahmÂnî ve rûhÂnî hususların tefekkuru ise, kalplere rikkat verir, ibÂdetlerde huşûyu artırır, kulu nefsÂnî ihtiraslardan muhÂfaza eder, sır ve hikmetler ikliminin seyyÂhı eyler.
Nasıl ki bir arabanın deposunu benzin yerine suyla doldurmak, o arabanın motorunu ifsÂd ederse, ruhları ihy edecek bir tefekkur iklîmine girebilmek icin aklı ve kalbi mÂlÂyÂnî ile değil, hikmetle meşgûl etmek îcÂb eder. Nitekim bayat ve bozuk malzemelerle doldurulan bir tencereden lezzetli bir yemeğin cıkması beklenemez. Bu sebeple, tefekkur dağarcığımız icin luzumlu şeylerle luzumsuz şeyleri iyi ayırt etmeliyiz. Nitekim kurtuluşa eren mu’minler hakkında Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yuz cevirirler.” (el-Mu’minûn, 3)
Hadîs-i şerîfte de:
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, muslumanlığının guzel olmasındandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zuhd, 11)]
Hz. MevlÂn buyurur: “Dunya nimetlerle dolu olsa, fareyle yılan yine toprak yerler. Tahtanın icindeki kurt; «–Kimin boyle guzel helvası var!» der.”
“Eşek muşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı.”
“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir.”
[TemÂyul ve yonelişleri, insanın aynasıdır. İnsan aradığı şeyi duşunup hayÂl eder, duşunup hayÂl ettiği şeyin arayışı icinde olur.
O hÂlde dikkat: Neyi arıyoruz? Arayışlarımızın kıblesi duny mı ukb mı? Hayallerimizin rotası nefsÂniyet cizgisinde mi, rûhÂniyet istikÂmetinde mi?.. Unutmayalım ki saÂdeti sefÂlet carşısında aramak, en buyuk ahmaklıktır!..]
Hz. MevlÂn buyurur: “Tohum toprağa duşse onun icin «oldu» denebilir mi?..”
“Olum gununde tabutum goturulurken, bende, bu dunyanın dert ve gamı var sanma! Dunyadan ayrıldığıma uzuluyorum zannetme!”
“Sakın ola ki, olduğum icin bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına duşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”
“Cenazemi gorup de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!”
“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «elvedÂ, elvedÂ!» deme! Cunku mezar, oteki Âlemin, cennetler mekÂnının perdesidir!”
“Batmayı, gozden kaybolmayı gordun ya, bir de doğmayı gor! Duşun ki, Guneş’le Ay, batıp gozden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?”
“Bu hÂl, sana; batmak, kaybolmak gibi gorunse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!”
[Gercekten de insan, maddî yapısı itibÂrıyla, once bir tabiat unsuru olarak toprakta, bir muddet baba sulbunde, sonra bir sure anne karnında, nihÂyet anne-babanın kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir omur surer. Ardından, dunya beşiğinden kabir beşiğine tevdî olunarak, mezar, kıyÂmet, cennet veya cehennem yolcuğuna cıkartılır.
Dolayısıyla olum bir yok oluş değil, yeniden dirilişin ilk adımıdır. Tıpkı ana rahmindeki bebeğin oradan irtibÂtını keserek dunyaya doğması gibi, rûhun bu fÂnî Âlemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır.
İnsanoğlu orada dunyada yaşadığı hayattan hesÂba cekilecek, bunun neticesine gore ya sonsuz bir saÂdete kavuşacak ya da -Allah muhafaza buyursun- ebedî bir azÂba dûcÂr kılınacaktır.
VelhÂsıl mu’minin vazîfesi, dunyada olumden urperip kacmak yerine, ona hazırlanmak ve onu guzelleştirmeye calışmaktır. Duşunmek gerekir ki, yuz yirmi dort bin kusur peygamber, sahÂbe-i kirÂm, sayısız evliyÂullah, olumu guzelleştirmeyi bildiler. Şimdi onlar, cennet bahcelerinden bir bahce olan kabirlerinde kıyameti beklemektedirler. Bizler de ebedî saÂdetimiz icin fÂnî gunlerimizi Hakk’ın rızÂsına uygun şekilde gecirmeli, kendimize guzel bir kabir hazırlamanın değil, kabre guzelce hazırlanmanın gayreti icinde olmalıyız.]
CenÂb-ı Hak, ilÂhî hikmet tecellîlerinden gonullerimize hisseler nasîb eylesin. Cumlemizi, dunyaya geliş ve ukbÂya gidişin hikmetinde derinleşebilen sÂlih mu’minlerden kılsın.
Âmîn!..
Dipnot: 1. MubÂrekfurî, Tuhfetu’l-Ahvezî, KÂhire, ts., X, 226, no: 3807; İbn-i Abdi’l-Berr, CÂmiu BeyÂni’l-İlm, II, 91.
__________________