İnsan, muhabbet duyduğu varlığa rĂ‚m olur. Onu her an gonlunun en mûtenĂ‚ yerinde taşır. Duşuncesi, hayĂ‚li, fikri ve zikri onunladır. ZĂ‚hiren ayrı olmak bile onun icin fazla bir şey ifĂ‚de etmez. Zira rûhen dĂ‚imĂ‚ onunla beraber yaşar. Nitekim bu hakîkati beyan sadedinde; “Yanımdaki Yemen’de, Yemen’deki yanımda…” buyrulmuştur.

MeselĂ‚ cocuğuna aşırı muhabbet duyan bir kişi, her fırsatta cocuğundan bahsederek kendisini tatmin eder. Mesleğine cok duşkun biri de, işiyle alĂ‚kalı mevzûları konuşmaktan haz duyar. Sevdiği şeyleri andıkca, onlara olan muhabbet ve duşkunluğu daha da artar.

Mu’minin gonlu de kĂ‚mil bir îman muhabbetiyle dolduğunda Rabbinin ismi onda dĂ‚imî bir zikir hĂ‚line gelir. Zikir, onun icin Ă‚deta bir Ă‚b-ı hayat/can suyu olur. Nasıl ki bir balık, sudan ayrı yaşayamazsa, o da zikirsiz huzur bulamaz. Onun nazarında zikir; yemek, icmek ve teneffus etmek kadar vazgecilmez bir ihtiyactır.
Nitekim Al*lah Ra*sû*lu:

“Al*lĂ‚h’ı zik*re*den kim*sey*le zik*ret*me*ye*nin mi*sĂ‚*li, di*ri ile olu gi*bi*dir.” buyurmuştur. (Bu*hĂ‚*rî, De*avĂ‚t, 66)

Dolayısıyla kalbî hayatını îman muhabbetiyle diri tutan bir mu’min, bunun en tabiî bir tezĂ‚huru olarak Rabbinin ismini gonlunun virdi edinir. Hak TeĂ‚lĂ‚’nın azamet-i ilĂ‚hiyyesinden, sonsuz kudretinden, idrak otesi mukemmellikteki hukumranlığından, ilĂ‚hî tanzim ve takdîrindeki hikmetlerinden soz etmek, onun rûhunda tĂ‚rifsiz bir zevk ve lezzet husûle getirir. Bu yuzden her hĂ‚lukĂ‚rda Hakk’ı hatırlar, O’nun yĂ‚dıyla kalbini ve dilini mĂ‚nen tatlandırır. Zira Ă‚yet-i kerîmede buyrulur:

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak AllĂ‚h’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

Zikrin feyz ve rûhĂ‚niyeti, tıpkı guneşten gelen ışık huzmelerini uzerinde toplayan bir mercek gibi, altında bulunan cer-cop hukmundeki butun nefsĂ‚nî arzuları yakıp kul eder.

Oyle ki bu durum ilerledikce, mu’minin nazarında Hakk’ın zikrinden daha lezzetli bir şey kalmaz. Bu lezzet rûhunu sardıkca, kulun Hakk’a yakınlığı artar; Hakk’a yakınlığı arttıkca da zikre olan iştiyĂ‚kı coğalır.

Ebû Said el-HarrĂ‚z Hazretleri, Hak dostlarının hĂ‚llerinden bahsettiği bir sohbetinde şoyle buyurmuştur:

“CenĂ‚b-ı Hak, kullarından birinin başına velĂ‚yet tĂ‚cını giydireceği zaman, ona once zikir kapısını acar. Kalbine zikretme tadını verir. Kul, bu tadı aldıktan sonra, ona ZĂ‚t’ına yakınlık kapısını acar. Onu unsiyet, yakınlık ve ulfet makĂ‚mına oturtur. Bundan sonra tevhîd kursusune cıkarır. İşte asıl olacaklar bundan sonra olmaya başlar.”

DUNYA SALTANATINDAN
KIYMETLİ AMEL

Zikrin hakîkatine ererek ilĂ‚hî muhabbetin lezzetini tadan kullar icin butun dunyevî zevkler değerini yitirir. Nitekim dunya saltanatını bir kenara bırakıp ilĂ‚hî aşk deryĂ‚sına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:

“İlĂ‚hî muhabbetteki vecd ve istiğrĂ‚kımız muşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek icin butun hazinelerini de krallıklarını da fedĂ‚ ederlerdi.”

DĂ‚vûd u, kendisine lûtfedilen buyuk mulk ve saltanata rağmen kalben dunyaya meyletmezdi. Rabbiyle oyle mustesnĂ‚ bir huzur ve yakınlık iklîminde yaşardı ki, zikre başladığı zaman onunla birlikte dağlar, taşlar ve hattĂ‚ vahşî hayvanlar bile vecd ve istiğrak hĂ‚line burunurdu.

DĂ‚vûd u’ın oğlu Suleyman u’a ise, hicbir kula nasip olmayan muhteşem bir saltanat bahşedilmişti. RivĂ‚yete gore bir gun Suleyman u, kuşların golgesinde, insanlar, cinler, vahşî ve evcil hayvanlar sağında ve solunda olmak uzere buyuk bir ihtişam icerisinde ordusuyla gidiyordu. Bu hĂ‚liyle, İsrĂ‚iloğulları’ndan bir Ă‚bidin yanına uğradı. Âbid ona:

“–Ey DĂ‚vud’un oğlu, Allah sana ne buyuk bir saltanat bahşetmiş!” dedi.

Suleyman u bunu işitince şu karşılığı verdi:

“–Mu’min bir kulun amel defterinde bulunan bir tek tesbîh (subhĂ‚nallĂ‚h sozu) DĂ‚vud’un oğluna verilenden daha hayırlıdır. Cunku DĂ‚vud’un oğluna verilen fĂ‚nîdir, hĂ‚lbuki tesbîhin kazandıracağı saltanat bĂ‚kîdir.” (Rûhu’l-BeyĂ‚n, VII, 150)

Allah TeĂ‚lĂ‚, Hazret-i İbrahim’e de sayılamayacak kadar koyun suruleri ihsĂ‚n etmişti. Bir gun CebrĂ‚îl u, insan sûretinde gelerek:

“–Bu suruler kimin? Bana surulerden birini satar mısın?” diye sordu. İbrahim u:

“–Bu suruler Rabbimindir. Şu anda benim elimde emĂ‚net olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, ucte birini; uc kere zikredersen hepsini al, gotur!” dedi.

CebrĂ‚îl u da uc defa;

»سُبُّوحٌَ قُدُّوسٌ رَبُّنَا وَ رَبُّ الْمَلَائِكَةِ وَالرُّوحِ «

“Bizim Rabbimiz, Rûh’un ve melĂ‚ike-i kirĂ‚mın Rabbi, butun kusurlardan munezzeh, cumle eksikliklerden pĂ‚k ve yucedir.” diye zikredince İbrahim u:

“–Al hepsi senin olsun, al gotur!” dedi. CebrĂ‚îl u:

“–Ben insan değil, Cibrîl’im, alamam.” dedi. İbrahim u da:

“–Sen Cibrîl’sen, ben de Halîl’im (AllĂ‚h’ın dostuyum). Verdiğimi geri almak bana yakışmaz.” karşılığını verdi.

Nihayet İbrahim u, surulerinin hepsini sattı; mulk alıp vakfetti. Boylece butun dunya metĂ‚ının, AllĂ‚h’ın zikri karşısında bir “hic” mesĂ‚besinde olduğunu fiilen tebliğ edip “Halîlullah/AllĂ‚h’ın dostu” sıfatına liyĂ‚katini tescil etmiş oldu.

Bir gun Rasûlullah r zikrin Hak katındaki kıymetini ifĂ‚de sadedinde ashĂ‚bına:

“−Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecenizi en fazla yukseltecek, sizin icin sadaka olarak altın ve gumuş dağıtmaktan daha kazanclı, duşmanla karşılaşıp da sizin onların boynunu vurmanızdan, onların da sizi oldurmesinden daha cok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim mi?” diye sormuştu. Onlar da:

“−Evet, soyleyiniz!” dediler. Rasûl-i Ekrem r de:

“−Allah TeĂ‚lĂ‚’yı zikretmektir.” buyurdu. (Tirmizî, DeavĂ‚t, 6)

Yine Hazret-i Peygamber r, Necd taraflarına bir birlik gondermişti. Onlar da bir miktar ganimet elde ederek geri donduler. Adamın biri:

“–Bu birlikten daha cabuk donen ve daha fazla ganimet elde eden başka bir birlik gormedik.” dedi. Bunun uzerine Peygamber Efendimiz r şoyle buyurdu:

“–Ben size bunlardan daha hızlı ve daha fazla ganimet alan bir topluluğu bildireyim mi? Onlar, sabah namazında hazır bulunan, namazdan sonra oturup Guneş doğana kadar AllĂ‚h’ı zikreden kimselerdir.” (Tirmizî, DeavĂ‚t, 198)

Allah katında dunyanın, bir sivrisineğin kanadı kadar bile değeri yoktur.1 Dolayısıyla dunyanın aldatıcı cĂ‚zibelerine rağmen dilini ve gonlunu dĂ‚imĂ‚ Hakk’ın zikriyle meşgul edebilenlerin bu ameli, Allah katında cihan mulkuyle değişilmeyecek kadar değerlidir. Bu hakîkati Efendimiz r şoyle ifĂ‚de buyurmuşlardır:

“Dunya ve onun icinde olan şeyler değersizdir. Sadece AllĂ‚h’ı zikretmek ve O’na yaklaştıran şeylerle, ilim (mĂ‚rifet ilmi) oğreten Ă‚lim ve (Hakk’a lĂ‚yıkıyla kul olmak icin) tahsil goren talebe bundan mustesnĂ‚dır.” (Tirmizî, Zuhd, 14)

SahĂ‚beden SevbĂ‚n t şoyle anlatır:

“…Altın ve gumuşu biriktirip de bunları Allah yolunda sarf etmeyenlere acıklı bir azĂ‚bı mujdele!” (et-Tevbe, 34) Ă‚yeti nĂ‚zil olduğu zaman biz, Peygamber Efendimiz’le birlikte seferde bulunuyorduk. SahĂ‚*be*den bĂ‚zıları:

“–Altın ve gumuş hakkında inecek olan indi. (Artık bir daha onları biriktirmeyiz. İhtiyacımız dışındakileri infĂ‚k ederiz.) Keşke hangi şeyin daha hayırlı olduğunu bilsek de, ondan biraz edinsek.” dediler.

Bunun uzerine Rasûlullah r şu cevĂ‚bı verdi:

“–Sahip olunan şeylerin en fazîletlisi;

† (Hayatın hicbir safhasında AllĂ‚h’ı unutmayıp dĂ‚imĂ‚) zikreden bir dil,

† (Butun nîmetleri Hakk’ın lûtfettiğinin idrĂ‚ki icinde) şukreden bir kalp ve

† Kocasının îmĂ‚nına yardımcı olan sĂ‚liha bir zevcedir.” (Tirmizî, Tefsîr, 9/9)

ZİKİRDEN KOPMAYAN ERLER…

Zikrin, en değerli dunya metĂ‚larından ve saltanatından da kıymetli olduğunu lĂ‚yıkıyla idrĂ‚k eden kĂ‚mil bir mu’mini hicbir şey AllĂ‚h’ı zikirden alıkoyamaz.

Dunya nîmetleri, iki uclu bir bıcak gibidir; onu doğru kullanmasını bilen Ă‚rif gonuller icin bir ziynet iken, AllĂ‚h’ı ve Ă‚hireti unutacak derecede cĂ‚zibesine kapılıp gaflet sarhoşluğuna duşenler icin, buyuk bir fitne ve husran sebebidir. Bunun icindir ki dunyaya gonul verenlerin misĂ‚li, okyanus ortasında dumeni kırılmış bir gemi gibidir ki hangi girdapta helĂ‚k olacağı mechuldur.

Dunyevî menfaatlere ve nefsĂ‚nî arzulara duyulan aşırı muhabbet; insanın Allah ile munĂ‚sebetini ifsĂ‚d eder, ibĂ‚det hayatını kuru bir geometri ve ruhsuz bir şekil hĂ‚line getirir, gonullerin feyz ve rûhĂ‚niyetine zehir sacar. Rabbimiz, dunyanın ruhları narkoze eden efsûnuna kanmaktan ve onun boş hulyĂ‚ları peşinde omur tuketmekten bizleri şoyle îkaz buyurmaktadır:

“Bilin ki dunya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir sus, aranızda bir ovunme ve daha cok mal ve evlĂ‚t sahibi olma isteğinden ibĂ‚rettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği, ziraatcilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu gorursun; sonra da cer-cop olur. Âhirette ise cetin bir azap vardır. Yine orada AllĂ‚h’ın mağfireti ve rızĂ‚sı vardır. Dunya hayatı aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.” (el-Hadîd, 20)

“Ey îmĂ‚n edenler! Mallarınız ve cocuklarınız sizi AllĂ‚h’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar, ziyĂ‚na uğrayanlardır.” (el-MunĂ‚fikûn, 9)

Dunya nîmetleri nefse cĂ‚zip gelir. Oyle ki, sırf nefs planında yaşayıp sadece dunyevî menfaat ve zevklerini duşunenler, surekli onunla meşgûl olarak dunyadaki varlık hikmetlerini ve yaratılış gĂ‚yelerini duşunemez olurlar. Yani vĂ‚sıtayı gĂ‚ye hĂ‚line getirerek kesif bir gaflet karanlığı icinde omur tuketirler.

Kimileri de dunya nîmetlerinin bir vĂ‚sıta olduğunu ve onları gonle sokmamak gerektiğini bildikleri hĂ‚lde buna tam olarak muvaffak olamaz, nefislerine soz geciremezler. Bu sebeple ibĂ‚detlerinden lezzet alamaz, huşû ve huzur hĂ‚lini bir turlu yakalayamazlar. CenĂ‚b-ı Hak bu gibi kimselere işĂ‚retle; “ وَلَآ اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ : Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba cekileceksiniz).” (el-KıyĂ‚me, 2) buyurmaktadır.

Nefs-i levvĂ‚me; yaptığı kotuluklerden, AllĂ‚h’ın emir ve yasaklarına karşı gosterdiği ihmal ve kusurlardan vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefistir. Yani dunya muhabbetine ve gunahlara karşı direnme gucu zayıf olanlardır.

Dunya nîmetlerinin ilĂ‚hî bir emĂ‚net ve imtihan vesîlesi olduğunu lĂ‚yıkıyla idrĂ‚k eden Ă‚rif kullar ise, ona luzumundan fazla îtibĂ‚r etmezler. Gonul tahtını yalnızca Hakk’a tahsis edebilme mahĂ‚retini gosterirler. İşte onlar, gercek gonul kahramanlarıdır. CenĂ‚b-ı Hak onlardan rĂ‚zı, onlar da Hakk’ın takdîrinden rĂ‚zıdırlar. Bu yuzden tam bir gonul huzuru icindedirler. Onlara Rabbimiz şoyle hitĂ‚b eder:

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan rĂ‚zı, O da senden rĂ‚zı olarak Rabbine don. (Seckin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)

Hak dostu MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, Mes*ne*vî’*sinde hikmetli bir hikĂ‚ye nakleder:

LeylĂ‚’nın aşkından collere duşmuş olan Mecnun, bir gun LeylĂ‚’nın yolculuğa cıktığı haberini alır. Bunun uzerine devesine biner, LeylĂ‚’nın gideceği koye doğru sur’atle yol almaya calışır. Yeni doğmuş bir yavruya sahip olan devesinin gozu ise, arkada kalan yavrusundadır. Mecnun, deve*nin uzerinde uyumaya başladığı zaman deve, hemen yavrusunun istikĂ‚metine doner. Mecnun, farkına varınca, telĂ‚ş icin*de deveyi, yine LeylĂ‚’nın koyune cevirir. Bu hĂ‚l, defalarca te*krar eder.

Cunku Mecnûn, LeylĂ‚’ya kavuşma sevdĂ‚sında, deve ise yavrusunun yanına koşma arzusundadır.

Gunun sonunda Mecnun, nereye geldiğini merak ile et*rafına bakar. İleri-geri bu hareketlerle, daha sabahleyin yola cıktığı yerde olduğunu, bir fersah bile yol alamadığını gorur. O zaman Mecnun, deveye seslenir:

“–A deve! Sen yavruna Ă‚şıksın, bense LeylĂ‚’ma! Do*layısıyla ikimizin de yolları farklı. Sen benim yolumu kesi*yorsun, ben de senin yolunu! Biz bu hĂ‚lde yoldaşlık ede*meyiz. Sen fĂ‚nî bir tene Ă‚şıksın, bense ebedî bir cana… Bu yuzden ayrılmamız gerek!”

Bu hikĂ‚yede Mecnûn, “rûhĂ‚niyet”i; deve ise “nefsĂ‚niyet”i temsil etmektedir. Rûh, Husn-i Mutlak olan AllĂ‚h’a Ă‚şıktır, “nefs” ise dunyevî hevĂ‚ ve heveslere…

GĂ‚fil bir insanın Rabbine karşı kulluk vazifelerindeki hĂ‚li de ekseriyetle bu misaldeki gibidir. Zira insanın rûhu mĂ‚nevî zirvelere yucelmek icin Ă‚deta kanat cırparken, nefsi ise -tıpkı ayağa bağlı iri bir taş misĂ‚li- onu aşağılara cekmektedir. Dolayısıyla Rabbe vĂ‚sıl olmak isteyen bir kul, kendisine ayak bağı olan nefsĂ‚nî takıntıları aşmak ve gonlunu Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden arındırmak zorundadır.

Şuphesiz ki Rabbe yakınlığın en muhim vesîlesi; aşk ve vecd icinde, huşû ile îfĂ‚ edilen ibĂ‚detlerdir. Mu’min, ibĂ‚detlerini ve bilhassa zikrini bu şuurla yapabildiği zaman Hakk’ın yakınlığına nĂ‚il olur. Fakat nefsĂ‚nî arzuları gonlunu işgĂ‚l edip onu Hakk’ın huzûrundan gĂ‚fil kıldığı takdirde, dili ne kadar Hakk’ın ismini zikrederse etsin, rûhu bir adım bile mesafe almaktan Ă‚ciz kalır.

Dolayısıyla kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da zikredebilmek icin, CenĂ‚b-ı Hakk’ı mĂ‚nen gonulde hissedip O’ndan gayrı hicbir şeyi duşunmemek îcĂ‚b eder. Bunun icin de once nefsi haram ve şuphelilerden arındırmak, sonra da kalpten fĂ‚nî muhabbetleri ve mĂ‚sivĂ‚ duşuncelerini boşaltmak gerekir. Zira zikrin nûru, zĂ‚kirin hĂ‚li olcusundedir.

FĂ‚nî hayatın yaldızlarına aldanmayıp nefeslerini zikirle ihyĂ‚ edebilen sĂ‚lih kulları, Rabbimiz şoyle haber vermektedir:

“…AllĂ‚h’ın adını anmak icin O’nun irĂ‚desiyle inşĂ‚ edilen mĂ‚bedlerde sabah-akşam CenĂ‚b-ı Hakk’ı tesbîh eden adamlar vardır. Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini AllĂ‚h’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekĂ‚t vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gozlerin allak bullak olduğu bir gunden korkarlar. Cunku (o gunde) Allah, onları yaptıklarının en guzeliyle mukĂ‚fatlandıracak ve lûtfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (en-Nûr, 36-38)

Yine Rabbimiz, dunyaya dalarak îman hassĂ‚siyetini ve kalbî rikkati kaybetme tehlikesinden sakınmamız icin buyuk bir îkazda bulunmaktadır:

“ÎmĂ‚n edenlerin, AllĂ‚h’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’Ă‚n sebebiyle kalplerinin urpermesi zamanı daha gelmedi mi?..” (el-Hadîd, 16)

Ne ibretlidir ki bu Ă‚yet-i kerîme, Mekke’de bin bir cile icinde buyuk bir îman mucĂ‚delesi verdikleri hĂ‚lde, hicretten sonra biraz rahata kavuştukları icin zuhd, takvĂ‚ ve gayretleri gevşeyen bir kısım sahĂ‚bîyi îkĂ‚z etmek uzere nĂ‚zil olmuştur.

SahĂ‚be nesline dahî bu îkaz geldiğine gore, bizler dunyevî ihtirasların ve fĂ‚nî men*faatlerin tesir edemeyeceği bir mĂ‚nevî zindeliğe erişme husûsunda cok daha buyuk bir gayret icinde olmalıyız. Bunun icin varlıkta da darlıkta da Rabbimizi bol bol zikretmeli, O’nu hicbir zaman hatırımızdan cıkarmamalıyız.

Ote yandan insan, yokluk ve mihnet altında iken nefsi de zayıf olduğundan Rabbine daha cok yonelip sığınır. HĂ‚lbuki bolluk ve rahatlık zamanlarında insanın nefsi kabarır, kendini ihtiyacsız gormeye, buyuklenmeye başlar. Bu yuzden de Rabbini daha az hatırına getirmeye, hattĂ‚ unutmaya meyleder. HĂ‚lbuki bilhassa rahatlık zamanlarında Rabbimizi daha cok hatırlayıp anmamız gerekir. Bu hĂ‚le en guzel misĂ‚l olan ve kalbini hicbir zaman fĂ‚nî nîmetlerin kasası hĂ‚line getirmeyen Suleyman u hakkında Rabbimiz; « نِعْمَ الْعَبْدُ / ne guzel kul» iltifatında bulunmuştur. Biz de bolluk ve rahatlık zamanlarında da gonlumuzu Rabbimize tahsis etmeliyiz ki, zor zamanlarımızda ilĂ‚hî rahmet ve inĂ‚yet imdĂ‚dımıza yetişip elimizden tutsun, kalplerimize metĂ‚net ve huzur lûtfetsin.

Nitekim, dunya hayatında iken AllĂ‚h’ı hatırlamaya dĂ‚vet eden nice irşad sadĂ‚larını işittiği hĂ‚lde onları kulak ardı edip unutan gĂ‚filler hakkında Rabbimizin şu îkĂ‚zı ne kadar şiddetlidir:

“Kim de Ben’i anmaktan yuz cevirirse, şuphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyĂ‚met gunu kor olarak haşredeceğiz. O: «Rabbim! Beni nicin kor olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten gorur idim!» der. (Allah) buyurur ki: İşte boyle. Cunku sana Ă‚yetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugun de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” (TĂ‚hĂ‚, 124-126)

Şuphesiz ki Allah TeĂ‚lĂ‚, “unutmak” gibi zaaflardan munezzehtir. O’nun kulunu unutması, ancak ilĂ‚hî bir gazap ifĂ‚desidir. Bu sebeple kıyĂ‚metin o cetin gununde Allah tarafından unutulmak ve ilĂ‚hî rahmetin dışında bırakılmak istemeyen biri, dunya hayatında O’nu unutmamalıdır. Bu gun dunyĂ‚da Rabbimizi ne kadar cok zikredersek, yarın ukbĂ‚da ilĂ‚hî vuslata o nisbette nĂ‚il oluruz. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede:

“Siz Ben’i zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim…” (el-Bakara, 152) buyrulmuştur.

Allah tarafından zikredilen bir kul olabilmenin buyuk şeref ve izzetine karşılık, fĂ‚nî cĂ‚zibelerin gaflet sarhoşluğu icinde omur sermayesini israf etmek, ne hazin bir aldanıştır! Biz kullarına şah damarından daha yakın olduğunu bildiren AllĂ‚h’ı unutup da O’nu kendi iclerinde kaybedenler, hayatın en şaşkın yolcularıdır!..

Bu yuzden gercek bir îman firĂ‚setine sahip olanlar, dunya nîmetleriyle şımarmaz, rızkı hicbir zaman RezzĂ‚k’a perde kılmazlar. Onlar, zĂ‚hiren rızık peşinde bile olsalar, gonullerini dĂ‚imĂ‚ RezzĂ‚k’ın zikriyle rakik bir hĂ‚lde tutarlar. HattĂ‚ Rab’lerini zikretmeksizin duramazlar. Zikirsizlik onlara buyuk bir ic sıkıntısı verir.

Bu ic sıkıntısı, ilĂ‚hî bir îkazdır. Bu îkĂ‚zı duyabilmek de, aslında şukru gerektiren ayrı bir nîmettir. Cunku bu, hĂ‚lini ıslah ve hatĂ‚sını telĂ‚fî yolunda hĂ‚lĂ‚ bir umit ışığı olduğunun bir gostergesidir. Kalbi katılaşıp muhurlenmiş gĂ‚fillerin zikirsizlikten dolayı boyle bir ic sıkıntısı duymamaları, onların ilĂ‚hî rahmetten nasiplerinin olmadığı mĂ‚nĂ‚sına gelir. Onlar artık sefĂ‚letlerini saĂ‚det zanneden şaşkınlar surusu hĂ‚linde omurlerini tuketirler.

MevlÂn Hazretleri buyurur ki

“Hak yolunda okuduğun virdi, cektiğin tesbîhi terk edince zahmete, sıkıntıya duşersin, sana sebebi bilinmeyen bir ic sıkıntısı gelip catar.

Bu sebepsiz uzuntu, bu ic sıkıntısı bir ceşit ihtardır. Bir ceşit terbiyedir. «Devam edegeldiğin virdini bırakma, eski ahdini bozma!» demektir.

Bu ic sıkıntısı, bu darlık, bir zincir şeklini almadan; gonlunu bağlayan, sıkan şey sana ayak bağı olmadan once virdine devam et…”

ZİKRİ İHMÂLİN MÂZERETİ YOK!

İbn-i Abbas v; “Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h’ı cokca zikredin!” (el-AhzĂ‚b, 41) Ă‚yet-i kerîmesinin tefsîrinde şoyle demiştir:

“Allah TeĂ‚lĂ‚, kullarına farz kıldığı her ibĂ‚dete belli bir sınır tĂ‚yin etmiştir. Bu hususta mĂ‚zeret sahibi olanların ozurlerini de kabûl etmiştir. Ancak zikir, bunun dışındadır. (Zira Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de muhtelif kelime ve kalıplar ile, yuzlerce Ă‚yet-i kerîmede zikre teşvik eden ilĂ‚hî telkinler yer almaktadır.) Allah TeĂ‚lĂ‚, zikir hakkında nihĂ‚yetine erişilebilecek bir sınır tĂ‚yin etmemiştir. Aklını kaybedenden başka, zikri terk eden hic kimsenin mĂ‚zeretini de kabûl etmez. CenĂ‚b-ı Hak, insanlara her hĂ‚lukĂ‚rda zikir hĂ‚linde olmalarını emretmiştir.”2

Ne kadar ibretlidir ki CenĂ‚b-ı Hak, Hazret-i MûsĂ‚ ve Hazret-i HĂ‚rûn’u Firavun’a tebliğe gonderirken; “Sen ve kardeşin, birlikte Ă‚yetlerimi goturun. Ben’i anmayı ihmĂ‚l et*meyin.” (TĂ‚hĂ‚, 42) buyurmuştur. Boylece iki peygamber kulunu bile zikri ihmĂ‚l husûsunda uyararak, onların şahsında butun insanlığı îkĂ‚z eylemiştir.

Nitekim zikrullah’tan bir an bile gĂ‚fil kalmanın buyuk tehlikesinden dolayıdır ki Peygamber Efendimiz r de; “YĂ‚ Rabbî! Beni goz acıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!..”3 diye niyĂ‚z etmiştir.

Unutmamak gerekir ki dunya hayatında zikirden mahrum olarak gecirilen vakitler; yani AllĂ‚h’ı unutarak tuketilen nefesler, omur takviminin ziyan olmuş yapraklarıdır. Bu sebepledir ki hadîs-i şerîflerde şoyle buyrulmuştur:

“İnsanlar bir mecliste oturur da orada AllĂ‚h’ın ismini anmazlarsa, eksik bir iş yapmış, bir gunah işlemiş olurlar. Kim bir yolda yurur de Allah U’yi zikretmezse, eksik bir iş yapmış, bir gunah işlemiş olur. Kim yatağına girer de orada AllĂ‚h’ı zikretmezse, yine eksik bir iş yapmış, gunah işlemiş olur.” (Ahmed, II, 432)

“Bir kavim bir yerde toplanır da orada AllĂ‚h’ı zikretmez, peygamberlerine salevat getirmezlerse, bu toplantı onlar icin (Ă‚hirette) hasret ve pişmanlığa sebep olur. Allah dilerse onlara azĂ‚b eder, dilerse affeder.” (Tirmizî, DuĂ‚, 8/3380)

“Cennet ehli, başka hicbir şeye değil, sadece, dunyada AllĂ‚h’ı zikretmeksizin gecirmiş oldukları anlara hasret ve nedĂ‚met duyarlar!” (Heysemî, X, 73-74)

VelhĂ‚sıl, merhum Necip FĂ‚zıl’ın tĂ‚biriyle; “Gokyuzunden habersiz ucurtma ucuran” gĂ‚filler gibi HĂ‚lık’ın zikrinden uzak bir şekilde tuketilen nefesler, en buyuk ebediyyet pişmanlığı olacaktır. Bu pişmanlığı duymamak icin, fırsat eldeyken vakti zikirle ihyĂ‚ etmek, mu’minler icin zarûrî bir îman firĂ‚setidir. İbnu’l-vakt olan, yani vakti ona en lĂ‚yık olana hasredebilme basîretiyle yaşayan kĂ‚mil mu’minler de;

“ZĂ‚yî olmuş, anladık; Sen’siz gecen saatimiz.” kelĂ‚m-ı kibĂ‚rının ifĂ‚de ettiği hissiyatla, dĂ‚imĂ‚ dergĂ‚h-ı ilĂ‚hîye ilticĂ‚ hĂ‚linde olurlar.

Rabbimiz, gonullerimizi gaflet ve kasvetten muhĂ‚faza buyursun. Cumlemizi muhabbetullah iklîminde yaşatıp zikirle kalplerini ihyĂ‚ eden sĂ‚lihler zumresine ilhĂ‚k eylesin. Biz kullarını bir nefes bile Yuce ZĂ‚t’ından gĂ‚fil kılmasın! Gunleri*mizi ve gecelerimizi zikrullĂ‚hın feyz ve rûhĂ‚niyetiyle doldursun!

Âmîn…

Dipnotlar: 1. Bkz. Tirmizî, Zuhd, 13. 2. Taberî, CĂ‚miu’l-BeyĂ‚n an Te’vîli Âyi’l-Kur’Ă‚n, Beyrut 1995, XXII, 22; Kurtubî, XIV, 197. 3. CĂ‚miu’s-Sağîr, c. I, s. 58.
__________________