Hak dostlarından UftĂ‚de Hazretleri, birgun muridleriyle bir kır sohbetine cıkar. Emri uzerine butun dervişler, kırın rengĂ‚renk ciceklerle bezenmiş yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet cicek getirirler. Ancak Aziz Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış, solgun bir cicek vardır yalnızca...

Diğer muridlerin neşeyle elindekileri takdîminden sonra, Aziz Mahmud Efendi, boynunu bukerek bu kırık ve solmuş ciceği ustĂ‚dına takdîm eder.

UftĂ‚de Hazretleri, diğer muridlerini de irşad maksadıyla, onların meraklı bakış*ları arasında, sanki işin sır ve hikmetinden bî-habermiş gibi sorar:

“–EvlĂ‚dım Mahmud! Herkes demet demet cicek getirdiği hĂ‚lde, sen nicin sapı kırık, solgun bir cicek getirdin?”

Kadı Mahmud edeple başını onune eğerek cevap verir:

“–Efendim! Size ne takdim etsem azdır. LĂ‚kin hangi ciceği koparmak icin elimi uzattıysam, onu «Allah, Allah!» diyerek Rabbini zikreder bir hĂ‚lde buldum. Gonlum onların zikirlerine mĂ‚nî olmaya rĂ‚zı gelmedi. CĂ‚resiz ben de elimdeki, zikrine devam edemeyen, şu solgun ciceği getirmek zorunda kaldım…”
DAĞLAR TAŞLAR ZİKREDERKEN…

CenĂ‚b-ı Hak, yarattığı canlı-cansız butun mahlûkĂ‚tına kendini tanıtmış ve onları dĂ‚imî bir sûrette zikirle vazîfelendirmiştir. Bu sebeple mahlûkĂ‚tın hepsi, bizim idrĂ‚kimiz dışında, kendi dillerince ve husûsiyetleri mûcibince, tabiî ve periyodik bir zikir hĂ‚lindedir. Yani AllĂ‚h’ı tanıyıp itaat etme keyfiyeti, insana has bir durum değildir. HattĂ‚ diğer varlıkların, gayr-i irĂ‚dî de olsa, bu hususta nice insanlardan daha yuksek bir seviyede bulunduğu ifĂ‚de edilmiştir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“...Kuşları ve tesbih eden dağları da DĂ‚vud’a boyun eğdirdik. (Bun*ları) Biz yapmaktayız.” (el-EnbiyĂ‚, 79)

Rabbimizin; dağların, taşların, kuşların zikrini haber vermesi ve buna benzer butun beyanları, zikir hususunda cemĂ‚dat ve hayvanattan daha gĂ‚fil kalmaması icin, mahlûkĂ‚tın en şereflisi kılınan insanoğluna acık bir îkaz mĂ‚hiyetindedir.

Şu misal de, bu hususta ne kadar mĂ‚nidardır:

Peygamber Efendimiz r, yolda giderken bir grup insana rastladı. Binek hayvanlarının uzerinde durmuş (sohbet ediyorlardı.) Onlara şoyle buyurdu:

“Hayvanlarınıza, onları yormadan guzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) guzel bir şekilde bırakın, dinlendirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız icin kursu edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah TeĂ‚lĂ‚’yı ondan daha cok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)

İşte bu hassĂ‚siyet sebebiyledir ki mu’minler, AllĂ‚h’ı zikrettikleri icin zerreden kurreye kadar butun varlıklara ulvî bir nazarla bakarlar. Sarı cicekle icli icli hasbihĂ‚l eden Yûnus Emre’nin; “Benim bir karıncaya, ulu nazarım vardır…” buyurması da bu hikmetin veciz bir ifadesidir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Gormez misin ki; goklerde ve yerde olanlar; guneş, ay, yıldızlar, dağ*lar, ağaclar, hayvanlar ve insanların bircoğu AllĂ‚h’a secde ediyor. Birco*ğu*nun (gafleti sebebiyle) uzerine de azap hak olmuştur...” (el-Hacc, 18)

“Yedi gok, yer ve bunlarda bulunan herkes O’*nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hicbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız...” (el-İsrĂ‚, 44)

KĂ‚inattaki bu ilĂ‚hî zikir programından yalnız cinlerin ve insanların gĂ‚filleri mahrum hĂ‚ldedir. Zira cinler ve insanlar, imtihana tĂ‚bî ve irĂ‚de sahibi varlıklar olmaları sebebiyle hayra da şerre de istîdatlı kılınmışlardır. Bu sebeple AllĂ‚h’a kulluktan kacınıp, emrine muhĂ‚lefet etmek bedbahtlığı, mahlûkat icinde yalnızca bu iki zumrenin şaşkın gĂ‚fillerine has bir durumdur.

Rabbimizin, Ă‚yet-i kerîmelerde mahlûkĂ‚tın dahî kendisini zikir hĂ‚linde olduğunu beyĂ‚n etmesi, AllĂ‚h’ı unutup dunyaya dalan gĂ‚fillere Ă‚deta; “Gormuyor musunuz, uğruna Ben’i terk ettiğiniz dunya bile aslında Ben’i zikrediyor ve Ben’im ilĂ‚hî hukumranlığıma tam bir teslîmiyetle boyun eğiyor.” mesajını vermektedir.

Dolayısıyla kĂ‚inatı dolduran varlıklardaki bu muhteşem zikir, tesbih ve ibadet programı karşısında, Allah tarafından mukerrem kılınmış olan insanoğlunun bir hisse alamaması, alık ve abus bir hĂ‚lde zikirden uzak kalması, ne buyuk bir aldanıştır!..

Fakat Ă‚yet-i kerîmede de buyrulduğu uzere, insanoğlunun idrĂ‚ki -yine ilĂ‚hî imtihan sırrına binĂ‚en- mahlûkĂ‚tın kendine has bir dille zikretmesi gerceğine karşı perdeli bir hĂ‚ldedir. MahlûkĂ‚tın zikrini işitebilmek; ancak zikir ve tesbihin rûhĂ‚niyeti altında, takvĂ‚ uzere yaşanan hĂ‚lis bir kulluk hayatıyla gonlun saf hĂ‚le gelip hakîkat Ă‚lemine vĂ‚kıf olması durumunda ve Rabbimizin lûtfettiği olcude mumkun olabilir. Tıpkı HudĂ‚yî Hazretleri’nin misĂ‚linde olduğu gibi, CenĂ‚b-ı Hak’ta fĂ‚nî olup zikrin hakîkatine ermiş bĂ‚zı Hak dostları -Allah dilerse- bu umûmî gaflet perdesini bir nebze aralamaya muvaffak olabilirler.

Nitekim nebevî terbiye altında yetişen guzîde sahĂ‚bîlerden Abdullah ibn-i Mes’ûd t’ın; “Biz boğazımızdan gecen lokmaların tesbihlerini duyar hĂ‚le gelmiştik!” buyurması da bu hakîkatin acık bir misĂ‚lidir. (Bkz. BuhĂ‚rî, MenĂ‚kıb, 25)

Hilyetu’l-EvliyĂ‚ adlı eserde bildirildiğine gore; Mugîre bin Hakîm es-San’anî, herkes gozlerini yumup uykuya daldığında denize iner ve oradaki canlılarla birlikte AllĂ‚h’ı zikre başlardı. (Ebû Nuaym, Hilye, 10/141)

Yine Hak dostlarından ŞĂ‚h-ı Nakşibend Hazretleri de, hastalara, kimsesizlere, hattĂ‚ hayvanĂ‚ta hizmet etmiş ve gonlu AllĂ‚h’ın zikriyle oylesine rakik bir hĂ‚le gelmişti ki, hayvanĂ‚tın inilti sûretinde hazin hazin sesler cıkarıp Hakk’a ilticĂ‚ etmelerini hissetmeye başlamıştı.

VelhĂ‚sıl gonul gozu acık bir insan, butun Ă‚lemin ilĂ‚hî tecellîlerden ibĂ‚ret olduğunu idrĂ‚k eder, her şeyde ilĂ‚hî sanatı seyreder. KĂ‚inattaki her zerre, ona ilĂ‚hî bir neşveden haber verir. Minicik kuşların bir damlacık yureklerinden dokulen feryat nağmeleri bile, Hakk’a teşne gonuller icin en duygulu tesbihlerdir…

ZİKRİN ANAHTARLARI

Hak dostları, dĂ‚imĂ‚ Allah ile olup zikrin hakîkatine erdiklerinden, her hĂ‚l, hareket ve sozleriyle AllĂ‚h’ı hatırlatırlar. Nitekim hadîs-i şerîflerde de:

“İnsanlar arasında AllĂ‚h’ın zikrinin anahtarları vardır. İnsanlar onları gorduklerinde hemen AllĂ‚h’ı hatırlarlar.” (Heysemî, X, 78)

“(Al*lĂ‚h’ın ve*lî kul*la*rı) yuz*le*ri*ne ba*kıl*dı*ğın*da Allah TeĂ‚lĂ‚’yı ha*tır*la*tan kim*se*ler*dir.” buyrulmuştur. (İbn-i MĂ‚*ce, Zuhd, 4)

Boyle kimseleri Hakk’ın bir lutfu bilip onlardan mĂ‚nen istifĂ‚deye calışmak gerekir. Zira onlar, bulundukları beldeler icin ilĂ‚hî bir rahmettirler. BelĂ‚lara karşı mĂ‚nevî bir zırh gibidirler.

RivĂ‚yet edildiğine gore bir zamanlar Bağdad’da zinĂ‚ ve fısk u fucûr artmıştı. Şeyh Şiblî’ye; “Eğer senin zikrin olmasa, bu beldeyi yakar*dık.” diye ilhĂ‚m edildi. Ehl-i nefisten biri bunu işitince:

“–Bizim hic zikrimiz yok mu?” dedi.

Şeyh Şiblî ona şu cevabı verdi:

“–Sizin zikriniz, nefsin varlığı (hevĂ‚ ve hevesi) iledir. Benim zikrim ise AllĂ‚h iledir.” (Rûhu’l-BeyĂ‚n, XII, 326)

Yani dilin zikri, kalbin zikriyle Ă‚henk teşkil etmelidir. Aksi hĂ‚lde dil zikrederken, ruh başka yerlerde geziniyorsa; kalp, AllĂ‚h ile değil de mĂ‚sivĂ‚ ile beraber ise, o zikirden kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da bir istifĂ‚de ummak beyhûdedir.

Hak dostu MevlÂn Hazretleri der ki:

“Ağızla, dille, duymadan, duşunmeden (papağan gibi) edilen zikir, noksan bir hayaldir. Padişahca, yani cĂ‚n u gonulden, hayranlık duyarak yapılan zikir ise, sozlerden de, kelimelerden de Ă‚zĂ‚dedir… Ey O’nu bulamadan, sadece, O’nun adını yeterli bulan kişi! «Hû» kadehinden icmeden, nasıl olur da benlik arzularından kurtulabilirsin?”

Yani AllĂ‚h’ı zikretmek, sırf “Allah” lafzını tekrarlamaktan ibĂ‚ret değildir. Zikir, ancak tahassus istîdĂ‚dının merkezi olan kalpte mekĂ‚n bulduğu zaman niyet ve amellerin duzelip seviye kazanmasına vesîle olur. Bunun icindir ki;

“Zikrin başı tevhid (Hakk’ı birlemek);

Ortası, tecrid (Hakk’ın dışındaki varlıklardan kalbi arındırmak);

NihĂ‚yeti ise tefrid (sadece Allah ile baş başa kalıp her an AllĂ‚h’ın rızĂ‚sını arayabilmek)tir.” denilmiştir.

Peygamber Efendimiz r de tefrîd ehli hakkında; “Muferridler yarışı kazandı.” buyurmuştur. AshĂ‚b:

“–Muferridler kimdir, yĂ‚ Rasûlallah?” diye sorduklarında da.

“–AllĂ‚h’ı cok zikreden erkeklerle kadınlardır.” buyurmuştur. (Muslim, Zikir, 4)

Hazret-i Ali t da sahĂ‚be-i kirĂ‚mın zikir hĂ‚lini şoyle vasfetmiştir:

“Onlar, AllĂ‚h’ın ismi zikredildiği zaman, fırtınalı bir gunde ağacların ruzgĂ‚rdan etkilendikleri gibi sarsılırlar, gozyaşları elbiselerinin uzerine suzulurdu.” (Ebû Nuaym, Hilye, 1/76)

Demek ki zikir; kuru kuruya bir tekrarlama faaliyeti değildir. BilĂ‚kis gercek bir zikir, Hakk’ın azametini tefekkur etmek, ilĂ‚hî kudret akışları karşısında duyguları derinleştirmek, gonlu mĂ‚sivĂ‚dan arındırıp Hak’ta fĂ‚nî olmak ve dĂ‚imĂ‚ AllĂ‚h ile beraberliği temin ederek zikretmektir. Ancak boyle bir zikir, maddî-mĂ‚nevî belĂ‚lara karşı bir zırh olabilir. Bunun icindir ki; “yeryuzunde «Allah Allah» denildiği surece kıyĂ‚metin kopmayacağı”[1] yonundeki nebevî beyĂ‚nı, boyle bir kalbî rikkatle zikredenler var oldukca kıyĂ‚metin kopmayacağı şeklinde anlamak da mumkundur.

Rabbimiz, kendisini nasıl zikretmemiz gerektiğini şoyle bildirmektedir:

“Kendi kendine, yalvararak ve urpererek, yuksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. GĂ‚fillerden olma!” (el-A’rĂ‚f, 205)

“Rabbinin ismini zikret ve butun varlığınla O’na yonel.” (el-Muzzemmil, 8)

Yani zikir esnĂ‚sında hem dilimiz hem de kalbimiz AllĂ‚h’a yonelmelidir. HattĂ‚ zikirden murĂ‚d edilen, daha ziyĂ‚de kalbin zikridir. Dil zikrederken kalp zikredilenden gĂ‚fil kalırsa, zikrin tesiri tam olarak gercekleşmez. Kalbin uyanması, gaflet tozlarından silkelenmesi, haşyetle titreyip urpermesi ve AllĂ‚h’ın nûruyla dolması icin kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da îfĂ‚ edilen bir zikrin feyz ve rûhĂ‚niyetine ihtiyac vardır.

Nitekim Hak dostlarından Abdullah bin Hubeyk’e;

“–SĂ‚lih insanları nasıl ayırd edebiliriz?” diye sordular. CevĂ‚ben buyurdu ki:

“–SĂ‚lih insanların guzel Ă‚detlerinden birisi, Allah TeĂ‚lĂ‚’yı gece-gunduz anmalarıdır. O’nu anma, kalp ve dil ile olur. Ancak kalbin zikri daha ustundur…

Kalplerinizi, Allah TeĂ‚lĂ‚’yı anmakla diriltiniz. Onun korkusuyla doldurunuz. O’nun sevgisiyle nurlandırınız. O’na kavuşma arzusuyla sevindiriniz ve biliniz ki; O’na olan sevginiz derecesinde yukselir, niyetlerinizin doğruluğu ile nefsinizi kahreder, şehvetlerinizi yenip amellerinizi temiz kılabilirsiniz…”

Ote yandan, zikrullah anahtarları olan Hak dostlarının kalpleri, zikirle ihyĂ‚ olup hakkı bĂ‚tıldan, doğruyu eğriden ayırt edebilecek bir nûra kavuşmuş olduğundan, hakkın ve hayrın en şaşmaz pusulası durumundadır. Bu sebeple ihtilaf ve tereddutlerin hĂ‚llinde, boylesi zevĂ‚tı arayıp bulmak ve onların goruşlerine îtibar etmek îcĂ‚b eder. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede buyrulur:

“ŞĂ‚yet bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz!” (en-Nahl, 43; el-EnbiyĂ‚, 7)

ZİKİR MECLİSLERİ

Zikir ehlini nîmet bilip onlarla unsiyet etmek ve onların meclislerine devam edip zikir halkalarına iştirĂ‚k etmek, buyuk bir saĂ‚dettir. Bunun aksine gĂ‚fillerin meclislerine yonelmek ise, o nisbette buyuk bir felĂ‚kettir. Nitekim Rabbimiz, zikir ehli sĂ‚lih mu’minlerle beraber olmayı, buna mukĂ‚bil, zikirden nasipsiz gĂ‚fillerden de uzak durmayı şoyle emretmektedir:

“Sabah-akşam Rablerine, O’nun rızĂ‚sını dileyerek duĂ‚ edenlerle birlikte candan sebĂ‚t et. Dunya hayatının susunu isteyerek gozlerini onlardan cevirme. Kalbini Bizi anmaktan gĂ‚fil kıldığımız, kotu arzularına uymuş ve işi gucu aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (el-Kehf, 28)

Yine bu hususta Hazret-i DĂ‚vûd u’ın şu munĂ‚cĂ‚tı da cok ibretlidir:

“İlĂ‚hî! Sen’i hatırlayıp zikredenlerin meclisinden beni ayırma! ŞĂ‚yet gĂ‚fillerin meclisine gitmek istersem, ben daha oraya gitmeden ayaklarımı kır! Zira Sen’in boyle yapman, benim icin buyuk bir lutuftur.” (İhyĂ‚, I, 852)

Ote yandan, AllĂ‚h’ın anıldığı zikir meclislerinin, Hak katında mustesnĂ‚ bir kıymeti vardır. Peygamber Efendimiz r bu gerceği şoyle ifĂ‚de buyurmuştur:

“Bir topluluk AllĂ‚h’ı zikretmek uzere bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; AllĂ‚h’ın rahmeti onları kaplar; uzerlerine sekînet iner ve Allah TeĂ‚lĂ‚ onları yanında bulunanlara over.” (Muslim, Zikr, 38, 39)

Yine bir gun Rasûlullah r:

“–Allah TeĂ‚lĂ‚, kıyĂ‚met gunu bir topluluğu diriltir ki onların yuzu nurdan parlamaktadır, inciden yapılmış minberler uzerine otururlar ve butun insanlar onlara gıpta eder. Bunlar, ne peygamber ne de şehiddirler.” buyurmuştu.

Bir bedevî hemen dizleri uzerine cokerek:

“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Ne olur onları bize anlat da bilelim!” dedi.

Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz şoyle îzah etti:

“–Onlar, ceşitli kabile ve beldelerden olup Allah icin birbirlerini seven ve AllĂ‚h’ı zikretmek uzere toplanarak O’nu ananlardır.” (Heysemî, X, 77)

Yine Efendimiz r bir gun ashĂ‚bına zikir halkalarının fazîletini beyĂ‚n ederek:

“−Cennet bahcelerine uğradığınızda oradan hakkıyla istifĂ‚de ediniz.” buyurdu. AshĂ‚b-ı kirĂ‚m:

“−Cennet bahcesiyle neyi kasdediyorsunuz yĂ‚ RasûlĂ‚llah?” dediler.

Efendimiz r cevÂben:

“−Zikir halkalarını.” buyurdu. (Tirmizî, DeavĂ‚t, 82/3510)

SahĂ‚beden Ebû Hureyre t da buyuruyor ki:

“Yer halkı gokte yıldızları parlak olarak gordukleri gibi, gok halkı da yeryuzunde zikrullah olan evleri oyle parlak olarak gorurler.” (İhyĂ‚, I, 852)

ZİKRULLAH, EN BUYUK İBADET

EcdĂ‚dımız; “HĂ‚fıza-yı beşer, nisyan ile mĂ‚lûldur.” demişlerdir. İnsanlığın nisyan ve gaflet illetine, yani unutma zaafı ve kasvet-i kalp hastalığına karşı AllĂ‚h’ın gonullerdeki mĂ‚nevî varlığını ve ulvî mevkiini tĂ‚zelemek, O’nu dĂ‚imĂ‚ hatırda tutmak ve kalbi O’nunla canlandırmak îcĂ‚b eder. Kulu Rabbine yaklaştıran en kuvvetli rĂ‚bıta olan zikir de; tefekkurdeki durgunluğu, dimağdaki uyuşukluğu izĂ‚le eden, dînî hukumleri îfĂ‚ husûsundaki rağbeti artıran mĂ‚nevî bir takviye ve feyz vesîlesidir.

Bu meyanda, Kur’Ă‚n tilĂ‚veti, namaz, oruc, hac, tesbîh, tahmîd, tevhîd, tehlil, tekbîr, istiğfar gibi, AllĂ‚h’ı anmaya vesîle olan butun ibadetler “zikir” mĂ‚hiyetindedir. Nitekim mufessir Bursevî’nin beyĂ‚nıyla:

“Allah TeĂ‚lĂ‚; «AllĂ‚h’ın zikrine koşun.» (el-Cum’a, 69) Ă‚yetinde namazı, «zikir» olarak isimlendirmiş ve «Beni zikredin.» emrinin butun tĂ‚at ve ibĂ‚detleri icine aldığını belirtmiştir.” (Rûhu’l-BeyĂ‚n, II, 95-96)

Nitekim AbdulvehhĂ‚b Muttekî Hazretleri’ne:

“–TĂ‚libin dĂ‚imĂ‚ zikirde olması lĂ‚zımdır, diyorlar. Bu nasıl olur?” diye sorulduğunda Hazret şu cevabı verir:

“–Hayırlı amelle meşgûl olan, dĂ‚imĂ‚ zikirdedir. Namaz kılmak zikirdir. Kur’Ă‚n okumak zikirdir. Din ilimleri oğretmek ve oğrenmek zikirdir. Her hayırlı amel, zikirdir.”

Ote yandan butun ibĂ‚detler, AllĂ‚h’ı uyanık bir kalple zikredebilme olcusunde kıymet kazanır. Allah’tan gĂ‚fil bir kalple yapılan ibĂ‚detler ise zikrin feyzinden noksandır, huşû şartına riĂ‚yet edilmemiş demektir.

Yani zikir, ibĂ‚detlerin icinde bulunması gereken zarûrî husûsiyetlerden biridir. Bunu Peygamber Efendimiz r hadîs-i şerîflerinde şoyle ifĂ‚de buyurmuşlardır:

“BeytullĂ‚h’ı tavĂ‚f etmek, SafĂ‚ ve Merve arasında sa’y etmek ve şeytan taşlamak, AllĂ‚h’ın zikrini ikāme etmek icin emredilmiştir.” (Ebû DĂ‚vûd, MenĂ‚sık, 50/1888)

“Kim Allah U Hazretleri’ne itaat eder, emir ve yasaklarına hakkıyla riĂ‚yet ederse, O’nu zikretmiş olur; velev ki (nĂ‚file) namazları, orucları ve Kur’Ă‚n tilĂ‚veti az bile olsa!

Kim de AllĂ‚h’a karşı isyan hĂ‚linde bulunursa (gunahları terk etmezse), CenĂ‚b-ı Hakk’ı zikretmemiş olur; velev ki (nĂ‚file) namazları, orucları ve Kur’Ă‚n okuması cok bile olsa!” (Heysemî, II, 258)

Bir sahĂ‚bî, Rasûlullah r Efendimiz’e gelerek:

“–Hangi cihĂ‚dın ecri daha buyuktur?” diye sordu. Efendimiz r:

“–Allah TeĂ‚lĂ‚’yı en cok zikreden kimsenin cihĂ‚dı!” buyurdu. Adam:

“–Hangi oruclunun ecri daha buyuktur?” diye sordu. Efendimiz r:

“–Allah TeĂ‚lĂ‚’yı en cok zikreden kimsenin orucu!” buyurdu.

Bundan sonra adam, namaz kılanlar, zekĂ‚t verenler, hacca gidenler ve sadaka verenler icin de aynı soruyu tekrarladı. Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz bunların hepsine de:

“–Allah TeĂ‚lĂ‚’yı en cok zikredeninki!” buyurdu.

Bunun uzerine Ebû Bekir t, Hazret-i Omer t’a:

“–Ey Omer! AllĂ‚h’ı zikredenler, hayrın tumunu alıp goturdu!” dedi. Bunu duyan KĂ‚inĂ‚tın Efendisi r onlara doğru yoneldi ve:

“–Evet oyledir!” buyurdu. (Ahmed, III, 438; Heysemî, X, 74)

Yine Rasûlullah r, namaz sonrası ve yatağa girince yapılan tesbîhĂ‚tın fazilet ve sevĂ‚bından bahsettikten sonra şoyle buyurmuştur:

“Şeytan, namazda iken birinize gelir ve; «Şunu hatırla, bunu hatırla!» der. Namazdan ayrılıp gidinceye kadar buna devam eder. Neticede kişi bu tesbîhĂ‚tı bile terk eder. Kişi yatağına girince de şeytan ona gelir, (bu zikirleri yapmadan) uyutmaya calışır ve uyutur da.” (Tirmizî, DeavĂ‚t, 25/3410; Ebu DĂ‚vud, Edeb, 99-100/5065)

Yani AllĂ‚h’ı hatırlamak, zihni ve kalbi O’na bağlayıp O’nu anmak, ibadetlerin makbûliyet şartlarından biridir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede buyrulur:

“(Rasûlum!) Sana vahyedilen KitĂ‚b’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayĂ‚sızlıktan ve kotulukten alıkoyar. AllĂ‚h’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en buyuğudur. Allah yaptıklarınızı bilir.” (el-Ankebût, 45)

İşte dînin direği sayılan namaz ibadetinin de “zikir” olarak ifĂ‚de buyrulması, zikrin, ibadetlerin Ă‚deta can damarı mevkiinde olduğunu te’yid etmektedir. Oyle ki zikirsiz bir ibadet, Hak katında eksik ve kusurludur.

İbn-i AbbĂ‚s v bu Ă‚yet-i kerîmedeki; “…AllĂ‚h’ı zikretmek elbette (ibĂ‚detlerin) en buyuğudur...” beyĂ‚nını iki şekilde tefsîr etmiştir:

“1) Allah TeĂ‚lĂ‚’nın sizi zikretmesi, sizin O’nu zikretmenizden daha buyuktur.

2) AllĂ‚h’ı zikir, zikirsiz olan her ibĂ‚detten ustundur.” (İhyĂ‚, I, 847)

VelhĂ‚sıl ibadetten maksat, AllĂ‚h’ı hatırlamak, O’na tĂ‚zimde bulunmak ve kulluğumuzu arz etmek sûretiyle O’nu zikretmektir. Fakat bu hakîkati nefsĂ‚nî ve şeytĂ‚nî bir te’vil ile ifrata goturup, ibadetleri hafife almak şeklinde telĂ‚kkî etmek de, son derece mahzurludur.

Aşk ve cezbe hĂ‚lindeki zikri kendine kĂ‚fî zannederek sĂ‚ir ibadetleri onemsememek; sırĂ‚t-ı mustakîmden ayrılmaktır, nefsĂ‚nî bir yola sapmaktır, ibĂ‚detlerin ozunu anlamamaktır. Zira zikir, tıpkı duĂ‚ gibi ibadetin aslî husûsiyetlerinden biri olarak butun ibĂ‚detlerin icinde vardır. Onu ibadetlerden ayrı duşunmek veya ibadetlerin yerine ikāme etmek, soz konusu olamaz.

Oy*le ki, AllĂ‚h’ın Habîbi r Efendimiz da*hî, kullukta insanlığın zirvesi olmasına rağmen, farz ibĂ‚detlere ilĂ‚veten ge*ce*le*ri ayak*la*rı şi*şin*ce*ye ka*dar na*maz kılardı. O hĂ‚l*de zikir sĂ‚yesinde kim han*gi de*re*ce*ye va*rır*sa var*sın, hic*bir za*man kendisini diğer kul*luk mes’ûli*ye*tlerin*den mu*af goremez. BilĂ‚kis, zikrin feyz ve rûhĂ‚niyeti, mu’minin kulluk şuurunu ve gayretini daha da artırır.

Bununla birlikte, namaz, oruc gibi ibadetleri îfĂ‚ etmekle zikir vazîfesini tam olarak yerine getirmiş olduğu duşuncesine kapılıp bunların dışında hicbir ezkĂ‚r ve evrĂ‚da luzum gormemek de buyuk bir cĂ‚hilliktir. Zira Rabbimiz, bizim cok cok zikretmemizi istemektedir. Bu ise ibĂ‚detlerden sonraki hĂ‚llerimizin de, hattĂ‚ her nefesimizin, zikrin rûhĂ‚niyeti icinde olmasının cok acık bir telkînidir. Bu sebepledir ki kĂ‚mil mu’minler, bu*tun bir om*ru*:

“Rab*bi*ni hamd ile zik*ret, sec*de eden*ler*den ol ve olun*ce*ye ka*dar Rab*bi*ne kul*luk et.” (el-Hicr, 98-9) em*ri*ne tĂ‚*bî ola*rak ya*şa*maya gay*re*t ederler.
__________________