KÂinat, ilÂhî hakîkatlerin tahsil edildiği bir dershÂne; imtihan olunmak uzere dunyaya gonderilmiş olan cinler ve insanlar da, bu dershÂnenin talebeleri mesÂbesindedir. Bu dershÂnedeki mÂnevî tahsil, son nefese kadar devam edecek, neticede insanoğlu, musbet veya menfî amelleriyle toprağın sînesindeki yerini alacaktır.

Rabbimiz, bu dunyaya geliş ve buradan da ukbÂya gecişin sır ve hikmetini lÂyıkıyla idrÂk edip hayatımızı ona gore tanzim edebilmemiz icin, pek cok ilÂhî beyanla bizleri irşÃ‚d etmektedir. Nitekim O’nun Kur’Ân-ı Kerîm’den ilk emri; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”1dur. Bu Âyetle murÂd edilen en geniş mÂn ise;

Mu’minin, oncelikle Kur’Ân’ı, kÂinÂtı, hÂdisÂtı ve bizzat kendi yaratılışını tefekkur edip bu ilÂhî kudret akışları karşısında duygu ve fikir derinliğine varabilmesi, ardından da butun bunların, zÂhirî sebeplerle perdelenmiş esmÂ-i ilÂhiyye terkiplerinden ibÂret olduğu idrÂkine erebilmesidir. Son olarak da, hayatını bu hakîkatler ışığında şekillendirebilmesidir. Boylece gonlunu Hakk’ın cemÂlî esmÂsının mustesn bir tecellîgÂhı kılabilme gayretiyle, yeryuzunde AllÂh’ın şÃ‚hidi olarak, İslÂm’ın nezÂket, zarÂfet ve guler yuzunu davranışlarında sergileyebilmesidir.
Yani gonuller, CenÂb-ı Hakk’ın “oku” emrine itaat cercevesinde, mikrodan makro Âlemlere kadar kÂinattaki butun varlıklarda mevcut olan Yuce Yaratıcı’nın kudret muhurlerini muşÃ‚hede ederek O’nun ism-i şerîfleriyle mÂnevî bir tahsilden, yani takv eğitiminden gecmelidir. Nasıl ki cicekler hayatlarının devamı icin dÂim suya muhtac*sa, kalpler de, feyz ve rûhÂniyetin devamı icin tak*vÂ*ya muhtactır. Nitekim Âyet-i kerîmede:

“…Allah’tan korkun (takv uzere olun!) Allah (size bilmediğinizi) oğretir!..” (el-Bakara, 282) buy*rul*muştur.

el-MUSAVVİR…

Mu’minin, ilÂhî esm te*cel*lî*le*rin*den hisse alıp mÂnen seviye kazanabilmesi icin; meselÂ, bu kÂinattaki butun varlıkları eşsiz bir guzellik ve mukemmellikle şekillendiren el-MUSAVVİR ism-i ilÂhîsinin tecellîlerini ibret nazarıyla temÂşÃ‚ etmesi zarûrîdir. Cunku kÂinat, ilÂhî kudret menbaından taşan tecellîler sergisidir. İnsan denilen muamm da, ilÂhî esmÂnın kÂmil bir tecellîgÂhıdır.

AllÂh’ın nûruyla goren, duyan ve hisseden kalpler, her şeyde ilÂhî tecellîleri idrÂk eder. Zerreden kurreye kadar bu Âlemde ne varsa, hepsi ilÂhî bir sanat hÂrikası ve her yer Âdeta ilÂhî kudret nakışlarının sergilendiği bir muze hukmundedir.

Eser, muessirin; sanat, sanatkÂrın aynasıdır. Kalp gozu Âm olmayan bir kul, nereye nazar etse, kÂinÂtın hangi zerresi uzerinde tefekkur etse, Rabbinin sanatını muşÃ‚hede eder, Mutlak SanatkÂr’a olan sonsuz bir hayranlığın huzur, surur ve hazzına gark olur. Gorduğu her manzara, onu zihnen ve kalben Yaratıcı’sına ulaştırır.

Gercekten, kÂinattaki her zerre, bilgisini “mÂrifet” seviyesine yukseltebilen insan icin AllÂh’ın varlığına, birliğine ve sonsuz kudretine bir delildir. Aynı zerre, idrÂki bu seviyeye yukselmemiş olanlar icinse, Hakk’ı bulmaya bir perdedir. Yani kÂinattaki butun varlıklar, îman şuuruyla bakıldığında AllÂh’a bir delil iken, idrÂk korluğu durumunda O’na bir perdedir. Bundan dolayıdır ki tabiat Âlimlerinin bircoğu, maddî varlıkları incelerken Hak TeÂlÂ’nın kudret ve azametine vÂkıf olabildikleri hÂlde, bÂzıları da idraklerini maddeye hapsedip materyalist bir zihniyetin zebûnu olmaktadırlar. İncelenen varlıklar hep aynıdır. LÂkin onlara yonelen idraklerdeki farklılık, insanı tıpkı siyah-beyaz kadar zıt neticelere goturebilmektedir.

Demek ki kÂmil bir mu’min; kÂinÂta bakışta, idrÂkini, ilÂhî sır ve hikmetleri kavrayabilecek bir vasfa ulaştırabilen kimsedir. Bu ise, tıpkı bir cam kırığını elmas hÂline getirebilme kabîlinden, insan idrÂkinin; ihlÂs, takv ve muhabbet yuklu ibÂdetlerle inkişÃ‚fına/gelişip acılmasına bağlıdır.

Bu sebepledir ki, yeryuzunu dolduran sayısız guzelliklerin; dağların, deryÂların, ruzgÂrların sessiz beyanlarına karşı mÂnen kor ve sağır kesilerek CenÂb-ı Hakk’ın el-Musavvir ism-i şerîfinin tecellîlerini idrakten uzak kalanlar, hayatın en gÂfil ve şaşkın yolcularıdır!..

el-BÂRÎ…

Bunun gibi “el-BÂRÎ / yaratıcı” sıfatının tecellîlerini de gonul gozuyle seyretmeden, kÂmil mÂnÂda bir mÂnevî tahsilden soz edilemez. CemÂdÂt, nebÂtÂt, hayvanat ve insanları, butun cihazlarını birbirine uygun olarak, muthiş bir Âhenk ve tenÂsup icinde yaratan Rabbimizin ilÂhî hukumranlığı karşısında kulun hayran olması, kÂinattaki ekolojik denge ve ilÂhî nizÂmın ihtişÃ‚mını kalben idrÂk etmesi şarttır.

Her varlık, mu’min gonulleri bu duşuncelere sevk etmelidir. Mesel insan, kendi parmak izine bile baktığında Hakk’ın sonsuz yaratma ve tasvir kudretinin azametini muşÃ‚hede ederek, bu ilÂhî tecellîlerin muhtevÂsından derûnî nasipler alabilmelidir. Ancak bu seviyedeki bir idrak sÂyesinde, butun kÂinat, sır ve hikmetler beyÂn eden bir kitap hÂline gelebilir.

KÂinatta her oluşun hangi ilÂhî isimden tecellî ettiğini bilmek, ilmin mÂrifet seviyesine yukselmesi demektir ki, beşerî bilginin zirvesi de budur. Bu tecellîlerdeki murÂd-ı ilÂhîyi kavramak ise, Hakk’ın velî kullarına has bir keşif ve kerÂmet hÂlidir.

KÂmil mu’minler de, gonlu ilÂhî esm ve sıfatlar uzerinde teksif edip, şahsiyet ve karakterini o ilÂhî menbÂdan tefeyyuzle şekillendirmenin, AllÂh’ın muhabbet ve rızÂsına vesîle olacağı şuuruyla yaşarlar.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“EsmÂu’l-husn (en guzel isimler) AllÂh’ındır. O hÂlde O’na, o guzel isimlerle du edin...” (el-A’rÂf, 180)

Mufessir Bursevî, bu Âyetin tefsîrinde der ki:

“AllÂh’ın isim ve sıfatlarıyla sıfatlanıp ahlÂklanmak sûretiyle AllÂh’a du edin. O sıfatlarla sıfatlanmak, makbul amel ve sÂlih niyetlerle mumkundur…

Mesel rÂzıkıyyet (rızık vericilik) sıfatıyla sıfatlanmak, AllÂh’ın verdiği rızıklardan muhtaclara dağıtmakla ve bir şey saklayıp biriktirmemekle, (yani cimrilik ve israftan sakınmakla) olur. Diğer sıfatları da bunlara kıyÂs et.” (Rûhu’l-BeyÂn)

er-REZZÂK…

Hakîkaten CenÂb-ı Hakk’ın butun mahlûkÂta karşı yegÂne tekefful ettiği şey, rızıktır. Hicbir canlı, rızkını tamamlamadan olmez. Bu sebepledir ki rızık endişesi taşımak, îman şuuruna aykırıdır. Nitekim Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:

“Yeryuzunde yuruyen her canlının rızkı, yalnızca AllÂh’ın uzerinedir. Allah, o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekÂnı bilir…” (Hûd, 6)

Rabbimiz butun mah*lû**kÂ**tı*na her an sayısız i*lÂ*hî sofralarla rızıklarını ikram hÂlindedir. Ustelik RezzÂk olan Rabbimiz, yeryuzundeki her cins mah*lû*kÂta ayrı ayrı sofralar kurmaktadır. Mesel bir koyunun yiyebildiklerinin pek coğunu insan yiyemez; insanın yiyebildiklerinin pek coğunu da koyun yiyemez. Yani rızık nîmetleri de cok hassas bir ilÂhî tanzim ve taksime gore lûtfedilmektedir.

Bizler de yediğimiz her lokmada bu ilÂhî ikramları hatırlamalı, yemeğe besmeleyle başlayıp hamdeleyle bitirmeli ve Rabbimize dÂim şukran duyguları icinde bulunmalıyız. Hatt acları doyurmak, susuzlara su ikrÂm etmek sûretiyle, mahlûkÂtın rızıklanmasına hayırlı bir vÂsıta olabilmeye gayret gostermeliyiz.

Zira nîmetlere şukur, iki şekildedir:

Biri, butun nîmetlerin Hakk’ın lûtfu olduğu idrÂki icinde bulunmanın bir ifÂdesi sadedinde, lÂf*zan, yani sozlu olarak şukretmek; diğeri ise o nîmetlerden mahrumlara ikramda bulunmaktır. Bu da fiilî bir şukurdur ki, mutlak îfÂsı lÂzımdır.

Şu kıssa, bu îman ufkunu ne guzel hulÂsa etmektedir:

Şakîk-i Belhî Hazretleri, gecimini temin edebilmek icin ticaret yapmaya karar verir. Bunun icin de uzak diyarlara gitmesi gerekir. Ayrılmadan once, hurmet ve muhabbet duyduğu dostu İbrahim bin Edhem’e uğrayıp helÂlleşir, ardından da yola cıkar. Fakat uzun bir sure gorulmeyeceği sanılan Şakîk, birkac gun sonra cıkagelir. İbrahim bin Edhem, Şakîk’i cÂmide gorunce hayretle:

“–Nicin cabuk dondun?” diye sorar. Şakîk-i Belhî:

“–Yolculuğumda cok acÂyip bir şey gordum, ondan dolayı dondum.” der.

İbrahim bin Edhem:

“–Hayırdır inşÃ‚allah, ne gordun?” deyince Şakîk şoyle anlatır:

“–Yolculuk esnÂsında dinlenmek icin bir kenara cekilmiştim. Orada kor ve topal bir kuş gordum. Kendi kendime; «Acaba bu kuş burada yalnız başına nasıl yaşıyor, ne yiyip ne iciyor?» diye duşunurken, az sonra, ağzında yiyecek taşıyan bir başka kuş cıkageldi. Bu boyle birkac defa tekrarlandı. Bunun uzerine ben; «Bu kuşu bu ıssız yerde rızıklandıran Allah, elbette beni de rızıklandırır, O’nun buna gucu yeter.» dedim ve dondum.”

Bunun uzerine İbrahim bin Edhem Hazretleri şoyle der:

“–Şaşarım sana ey Şakîk! Nicin kendini, başkasının yardımıyla yaşayan koturum bir kuşun yerine koydun da, hem kendisi icin calışan hem de diğer duşkunlere yardıma koşan kuş gibi olmayı duşunmedin?!”

Bu sozler uzerine Şakîk-i Belhî hakîkati anlar. Hemen kalkıp İbrahim bin Edhem’in elini oper ve ticÂretine geri doner. (Yûsuf el-KardÂvî, Fakirlik Problemi ve İslÂm)

İşte Âilesine, akrabÂsına ve cevresine ikrÂm ederek ilÂhî ahlÂkı yaşama gayreti, Hakk’ın muhabbet ve rızÂsına eriştiren bir fazîlettir. Mu’min de, rızık husûsunda yanlış tevekkul anlayışlarına kapılmayıp gucu yettiği surece sa’y u gayret gostermeli ve boylece rızıktan cok RezzÂk’ın peşinde olma firÂsetini kazanmaya calışmalıdır.

MÂLİKU’L-MULK…

Rabbimiz, MÂliku’l-Mulk’tur; butun mulkun gercek sahibi ve hukumdÂrıdır. O, mulkunde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğine cok, dilediğine az verir. Fakat herkesi de verdiği nîmetler olcusunde mes’ûl tutar.

Dunya sevgisi ve mal kazanma hırsı, gonulleri en cok gaflete duşuren hususlardan biridir. İnsanın bu zaafını, Yuce Rabbimiz şoyle beyan buyurmaktadır:

“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde; «Rabbim bana ikram etti.» der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise; «Rabbim beni onemsemedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)

Mal ve mulkun saÂdet de felÂket de getirebileceğini, zenginliğin de fakirliğin de ilÂhî bir imtihan olduğunu lÂyıkıyla idrÂk eden Hak dostları ise, her iki durumdan da mÂnen kazanclı cıkmanın idrÂki icinde yaşarlar. CenÂb-ı Hak nîmetlerini artırdığında; israf, cimrilik ve şımarıklıktan sakınarak onu Hakk’ın rızÂsı yolunda kullanmayı nîmet bilirler. Allah, nîmetlerini azalttığında ise, bunun da kendileri icin hayırlı olduğunu duşunurler. Zira dunya servetinin, niceleri icin bir fitne ve musîbet sebebi olduğunu hatırlayıp hÂllerine şukreder ve gonul huzuruyla sabrın lezzetini yaşarlar.

Mu’min de bu şuurla, ilÂhî taksîme kanaat edip rız ve teslîmiyet gostermeli, nefsÂnî ihtiraslarla ilÂhî hudutları ciğnemekten ve başkalarına takdîr edilmiş mal ve mulke goz dikmekten sakınmalıdır. Mulkun gercek sahibinin Allah olduğunu unutmamalı; kendisine takdir edilen mulkun, gecici bir sure kullanılacak bir emÂnet olduğunu hatırından cıkarmamalıdır. Şimdi bÂzı mulkler icin “devre mulk” denilmektedir. HÂlbuki îman nazarıyla bakıldığında, butun fÂnî mulkler devre mulktur.

EsÂsen, gonlu Allah muhabbetiyle dolu bir mu’min, hakîkatte hicbir şeye mÂlik olmadığının idrÂki icindedir. Zira muhabbet, fedÂkÂrlık gerektirdiği icin haris bir mÂlikiyetle, yani nefsÂnî bir sahiplik arzusuyla asl bağdaşmaz. Seven, sevdiği uğruna her şeyden vazgecer. Nitekim mu’min, îmandan ihsÂna giden Hak yolculuğunda mesÂfe aldıkca, dunyaya bakışındaki olculeri de aynı paralelde seviye kazanır:

MeselÂ, ilÂhî emir ve yasakların umum insanlığa teklif edilen asgarî seviyesi olan şeriatte; “senin malın senin, benimki ise benimdir” anlayışı gecerli iken;

Kalben istîdatlı kimselerin sulûk ettiği mÂnevî olgunlaşma yolu olan tarikatte bu bakış acısı; “senin malın senin, benimki de senin” şeklinde bir fedÂkÂrlık mÂhiyeti kazanır.

Bunun da otesinde Hakk’ın seckin kullarının erişebildiği hakîkat iklîminde ise; “ne senin malın senin, ne de benim malım benim; hepsi AllÂh’ındır!” telÂkkîsine ulaşılır.

İbrahim bin Edhem Haz*retleri’nin, kendisinden oğut isteyen birine soylediği şu sozler ne kadar mÂnidardır:

“Eğer gunah işleyeceksen bÂri AllÂh’ın nîmetini yeme! Hem Hak rızkını yiyip hem de O’na Âsî olmak rev mıdır?! O’nun mulkunde oturup da O’nun sozunu tutmamak rev mıdır?!”

Hak yolcusu, bu hakîkatler ışığında kendi vaziyetini dÂim gozden gecirmelidir. Ayrıca kendisine takdîr edilen mal ve mulk uzerinde muhtacların da hakkı bulunduğunu unutmamalıdır. Nitekim Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:

“SÂ*ilin (ihtiyacını arz edebilen fakirin) ve mah*rû*mun (iffeti sebebiyle isteyemeyen muhtacın), on*la*rın (zenginlerin) ser*vet*le*rin*de (belirli bir) hak*kı var*dır.” (ez-ZÂriyÂt, 19)

Yine mu’min; “…Sen onları sîmÂlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) Âyetinin sırrına ererek, muhtac durumdaki kardeşinin istemesine bile luzum kalmadan, onun sıkıntısını sîmÂsından anlayabilecek bir firÂsete ulaşmalıdır.

el-MU’MİN…

CenÂb-ı Hakk’ın bir sıfatı da el-Mu’min’dir. Rabbimiz bu sıfatını kendisine îmÂn etmiş kullarına da lÂyık gormek sûretiyle, kullarının da bu ilÂhî ahlÂkı yaşamalarını arzu buyurmaktadır.2

“Mu’min”; gonullerde îman nûrunu parlatan, kendisine sığınanlara eman veren, onları emniyet icinde tutup koruyan, huzur veren, kendisinin ve peygamberlerinin doğ*ru*luk ve sadÂkatini or*ta*ya koyan, vaadinden don*me*yen gibi mÂnÂlara gelmektedir. CenÂb-ı Hak, diğer cemÂlî esmÂsı gibi “mu’min” sıfatıyla da vasıflanmamızı arzu ediyor. Oyle ki biz kullarına “mu’minler” diye hitÂb ediyor. Boylece bu sıfata lÂyık bir şahsiyet ve karakterle dînini temsil etmemizi telkin buyuruyor.

Mu’min sıfatının gonle yerleşmesinin en buyuk alÂmeti ise, kulun kendisini dÂim ilÂhî kameraların altında hissedip her hÂliyle dîninin guzel bir temsilcisi olabilmesidir. Bu şekilde yureklere îman aşılaması, merhamet tevzî etmesi, kendisini ve cevresini her turlu kotulukten muhafaza edip îtimat ve emniyet telkin etmesidir.

Nitekim; “Muslumanların en fazîletlisi kimdir?” diye sorulduğunda Peygamber Efendimiz r:

“Dilinden ve elinden muslumanların emniyette olduğu kimse.” cevÂbını vermiştir. (BuhÂrî, ÎmÂn 4, 5, RikÂk 26)

Bunun aksine, sozunde durmayan, guvenilmez kimseler hakkında da Efendimiz r’in cok dehşetli îkazları mevcuttur. Bunların ikisinde şoyle buyrulur:

“Yapacağı fenÂlıklardan komşusu emniyet icinde olmayan kimse cennete giremez.” (Muslim, ÎmÂn, 73)

“EmÂneti (guvenilirliği) olmayanın îmÂnı da yoktur.” (Ahmed, III, 135)

Bir mu’minin etrÂfına guven vermemesi, îmÂnının zayıflığına ve hatt îman hassÂsiyetlerini kaybettiğine işÃ‚rettir. Artık onda mu’minliğin sadece adı kalmış, ibadetlerinin ici boşalmış, geriye yalnızca samimiyetsiz bir goruntu kalmış demektir.

Nitekim Hazret-i Omer t ibÂdetlerin bile guzel ahlÂk zemîninde bir kıymet ifÂde ettiğini ne guzel dile getirir:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru soyluyor mu, kendisine bir şey emÂnet edildiğinde emÂnete riÂyet ediyor mu, dunyaya meylettiği zaman helÂl-haram gozetiyor mu, ona bakınız.”3

Bizler de bu ilÂhî sıfattan nasip alarak Rabbimizin sevip rÂzı olduğu kÂmil bir “mu’min” olabilme cehdi icinde bulunmalıyız.

es-SABÛR…

Rabbimiz cok sabırlıdır. GunahkÂr kullarını cezalandırmak icin acele etmez. BilÂkis onların tevbeye yonelerek hÂllerini ıslah etmeleri icin sabırla sayısız fırsatlar lûtfedip muhlet verir.

Mu’min de dÂvÂsına hizmet yolunda başına gelen ez ve cefÂlara sabretmesini bilip bu ilÂhî sıfattan hisse almaya gayret etmelidir. Ofkelenip aceleyle hukum vermemeli, şikÂyet ve sızlanmayı terk etmeli, musîbetlerin butun şiddetiyle gelip cattığı anda bile sabrın sonundaki selÂmeti duşunerek gonul huzurunu korumalıdır.

Rabbinin rızÂsını dileyen, evvel kendisi O’nun takdîrine rız hÂlinde olmalıdır. Kim AllÂh’ın takdîrine rız hÂlinde yaşarsa, o kimse dÂim ilÂhî rahmet tecellîleri altında olur. Velev ki ağır hastalık, cile ve ıztırapların icinde bile olsa... Cunku Allah onun her zaman yÂr ve yardımcısıdır ve en sonunda onu mukÂfatlandıracaktır. Bu hususta Eyyûb u’ın hÂli guzel bir numûnedir. Zira o, başına gelen tahammul otesi iptilÂları buyuk bir sabır ve teslîmiyetle karşılayıp Hakk’ın takdîrine rız gostermiştir. CenÂb-ı Hak da onun hakkında; “نِعْمَ الْعَبْدُ / ne guzel kuldu” buyurmuştur.

VelhÂsıl her hususta sabır lÂzımdır: İbÂdette, muÂmelÂtta, varlıkta, yoklukta vs… Cunku her şey ilÂhî imtihan malzemesidir. Bunun icin, bilhassa Kitap ve Sunnetin emirleri istikÂmetinde yaşayabilme gayretinde ve Hakk’a dÂvet hizmetinde yorulmamak, bezginlik gostermemek ve hayatın her safhasında sabırlı olmak îcÂb eder.

Hak dostu HÂtem-i Esam Hazretleri şoyle buyurmuştur:

“Guzel ahlÂkın en muhim tecrube noktası, eziyetlere sabretmek ve kulfete tahammuldur. Başkasının kotu huyundan şikÂyet etmek, kendi kotu ahlÂkının delilidir. Cunku guzel ahlÂk, aynı zamanda eziyetlere katlan*mak demektir.” (İhyÂ, III, 161)

Dunyanın fÂnî olduğunu, oradaki cefÂlara sabretmenin ebedî saÂdet sermÂyesi olacağını bilen bir mu’min de, karşılaştığı musîbetlerin yukunu kalbine koymaz, hayatın değişen şartları karşısında muvÂzenesini bozmaz, gonlunun rotasını Rabbinin rızÂsından başka bir yone cevirmez.

el-KERÎM…

Rabbimiz, son derece comerttir, buyuk lutuf ve ihsan sahibidir. Allah katında kerem sahibi, yani kıymetli ve îtibarlı olmak da, bu dunyada kerîm olmaya, yani comertliğe bağlıdır. Nitekim İbn-i Abbas v’ya:

“–Kerem nedir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

“–Allah TeÂl Kur’Ân-ı Kerîm’inde;

«…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (değerli olanınız), O’ndan en cok korkanınızdır…» (el-HucurÂt, 13) buyurduğu gibi, takv sahipleri(nin hÂli)dir.” (İhyÂ, III, 123)

“el-Kerîm” ism-i ilÂhîsinden hisse almış olan mu’minler, gece-gunduz demeden, gizli ve ÂşikÂr bir şekilde infakta bulunarak gonullerini Âdeta bir sebîl hÂline getirirler. Hazret-i Omer t’ın gece vakti sırtında un cuvalıyla fakir mahalleleri dolaşması, ZeynelÂbidîn Hazretleri’nin gece karanlığında fukarÂya erzak taşımaktan sırtının yara bere icinde kalmış olması, Hak dostlarının kerem ufkundan sadece iki misaldir.

CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede; “AllÂh’ın sana ihsÂn ettiği gibi sen de (insanlara) ihsÂn et…” (el-Kasas, 77) buyurarak, kendi comertliğinin bir benzerini kullarında da gormeyi arzuladığını beyÂn etmektedir. Bunun icin ilÂhî ahlÂkı yaşamak isteyen bir mu’min, elindeki nîmetlerden muhtacları da faydalandırmalıdır. Elinden, dilinden, hÂlinden, kālinden, velhÂsıl maddî-mÂnevî butun imkÂnlarından ikram hÂlinde olarak Hakk’ın rızÂsını aramalıdır. Nitekim boyle bir arayış icerisinde olanlara Rabbimiz şu mujdeyi vermektedir:

“…Şuphesiz ki iyilik edenlere AllÂh’ın rahmeti cok yakındır.” (el-A‘rÂf, 56)

er-RAHMÂN,
er-RAHÎM…

CenÂb-ı Hakk’ın RahmÂn ve Rahîm es*mÂ*sından hisse alıp bu ahlÂk ile yaşayabilmek; ulaşılan her yere rahmet tevzî etmekle mumkundur. Zira merhamet, îmÂnın en guzîde meyvesi ve ilk neticesidir ki, mahrumlar icin muşfik bir sığınak ve barınak olmayı gerektirir. Kur’Ân-ı Kerîm’de karşımıza cıkan ilk iki esmÂ-i ilÂhiyye de RahmÂn ve Rahîm’dir. FÂtiha Sûresi’nin başındaki besmeleyi, -o aslında başka bir sûrede gecen bir Âyet olduğu hÂlde- burada teberruken kaydedilmiş kabul etsek bile, o sûrede de karşımıza ilk cıkan, AllÂh’ın Rahman ve Rahîm esmÂsıdır.

AllÂh’ın rahmet tecellîlerinden lÂyıkıyla nasip almış bir mu’min de, başta insan olmak uzere hicbir mahlûkÂtın sesli veya sessiz feryÂdına bîgÂne kalamaz; elinden gelen hicbir yardımı esirgeyemez. Nitekim Hak dostu MevlÂn Hazretleri, bu ilÂhî ahlÂktan almış olduğu nasiple der ki:

“Şems (k.s.) bana bir şey oğretti: «Dunyada bir tek mu’min uşuyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryuzunde uşuyen mu’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Yani Şems-i Tebrizî Hazretleri MevlÂnÂ’ya, AllÂh’ın kullarının uşumesinden urperen bir vicdan hassÂsiyetini oğretmişti. Hakîkaten, bedenin ısınması giysilerle kÂbildir. LÂkin vicdÂnın ısınabilmesi, ancak merhamet tezÂhuru davranışlarla kalbin Hakk’a yaklaşmasına bağlıdır. Bu misal, mahlûkÂtın her turlu mahrûmiyeti karşısında kullanılması gereken bir şablon gibidir. Bu yuzden her turlu felÂket ve sefÂlet manzaralarının, bedenlerden evvel vicdanları urpertmesi îcÂb eder. Bu şekilde Hakk’a istikÂmetlenen vicdÂnî urperişler, gonulleri ısındırıp huzura gark eder.

Şuphesiz ki bu hÂl, mu’*min**lerin Yaratan’dan oturu yaratılanlara karşı sahip olmaları gereken cihanşumûl merhamet ufkunun bir tezÂhurudur. Rahmet Peygamberi Efendimiz r de ashÂbına; cennete girebilmek icin merhametli olmaları îcÂb ettiğini, lÂkin bu merhametin de, sadece birbirlerine karşı değil, butun mahlûkÂta şÃ‚mil olması gerektiğini ifÂde buyurmuşlardır. (Bkz. HÂkim, IV, 185/7310)

Yine butun mahlûkÂta şÃ‚mil sayısız merhamet te*zÂ*hur*le*rinden bir misal sadedinde, susuzluktan olmek uzere olan bir kopeği sulayıveren gu*nah*kÂr bir kadının ilÂhî affa nÂil olduğunu, buna mukÂbil bir kedinin aclığını umursamayıp olumune sebebiyet veren bir kadının da bu merhametsizliğinden oturu cehenneme dûcÂr olduğunu beyÂn etmişlerdir. (Bkz. BuhÂrî, EnbiyÂ, 54; Muslim, SelÂm 151, 154, Birr 133)

Bu sebeple, gunahları da sevapları da buyuk-kucuk diye ayırmamak ve hicbirini onemsiz gormemek gerekir. Zira AllÂh’ın rahmeti de gazabı da bÂzen buyuk, bÂzen vasat, bÂzen de kucuk gorunen şeylerden dolayı tecellî eder. Kula duşen, her durumda derin bir îman firÂsetiyle davranmaktır.

Ote yandan, Rabbimizin rahmet ve merhameti, gazabına gÂliptir. Yani O, cezÂyı hak eden nice gunahkÂr kullarını samimî bir tevbeyle affeder ve yine kullarının kucucuk iyiliklerine bile şÃ‚n-ı ulûhiyetine yaraşır bir comertlikle bol bol ecir ihsÂn eder. Mu’min de dÂim bu rahmet uslûbuyla hareket etmeli; helÂk edici değil, ihy edici ve yeşertici bir rûha sahip olmaya calışmalıdır.

Bu ilÂhî ahlÂkı yaşamanın bir misÂlini Ebû Hu*rey*re t şoyle nakleder:

“Biz bir gazÂda kÂfirlerin yok olması icin Allah Rasûlu r’in beddu etmesini istedik. O ise; «Ben lÂnet etmek icin değil, rahmet olarak gonderildim.» buyurdu.” (Muslim, Birr, 87)

Yine Rabbimiz, Ra*sû*lu’*nu;* “…Mu’min*le*re karşı Raûf (son derece muşfik) ve Rahîm (son derece merhametli)dir.” (et-Tevbe, 128) şeklinde takdim ve taltif etmektedir. Yani ilÂ*hî esmÂdan olan “Raûf” ve “Rahîm”in, Rasûl’unun en bÂriz vasıflarından olduğunu beyÂn buyurmaktadır.

Mu’minler olarak bizler de gonlumuzu bir rah*met dergÂhı kılarak Rah*mÂn’ın kulu ve Rahmet Peygamberi’nin ummeti olduğumuzu her fırsatta ispat etmeye gayret gostermeliyiz.

Rabbimiz cumlemizi, butun ilÂhî isim ve sıfatları uzerinde lÂyıkıyla tefekkur eden, onların gerektirdiği guzel ahlÂk ile yaşayan ve boylece ilÂhî muhabbet ve dostluk iklîmine vÂsıl olan kullarından eylesin!

Âmîn…

DİPNOTLAR: 1. el-Alak, 1. 2. Ancak şunu da unutmamak lÂzımdır ki, CenÂb-ı Hakk’ın sıfatlarından birinin herhangi bir insana isnÂd edilmesi mecÂzîdir ve O’nun “muhÂlefetun li’l-havÂdis”, yani sonradan yaratılmış olan hicbir şeye benzememek sıfatı zemininde telÂkkî edilmelidir. Aksi hÂlde, bu sıfatlardan biriyle herhangi bir insanın tavsîf edilmesi şirk olurdu. 3. Beyhakî, Sunenu’l-KubrÂ, DÂru’l-Fikr, ts.,VI, 288; Şuabu’l-ÎmÂn, IV, 230, 326.
__________________